ABDULLAH YİĞİTALP HOCA EFENDİ

Yıllar sonra bu büyük insanı, bu meclislerden uzak münzevi yaşayan, çarşı pazarda pek görülmeyen ve insanlarla çok konuşmayan, sükûtu, murakabe, muhasebe ve zikrullahı çok seven, son derece sırrına sahip bu insanı ilk defa ziyaret ettiğimde kalbim heyecandan nasıl çarpıyordu.

Sırrına Berk Birisidir

Darendeli Muallim Abdullah Efendi (Yiğitalp) bu şehirde yetişen insan- ı kâmil hoca efendilerden birisidir. Âlim ve velî bir kul, bir hizmet insanıdır. Ömrü boyunca maddi manevi insanlara hizmetini sürdürmüş, fakat bunu o kadar sessiz ve gösterişsiz yapmıştır ki, mahallelisi bile belki bu zatı ve hizmetini bilmemiş, hissetmemiştir. Cemiyetten uzak hali, bir nevi uzlette yaşaması, tenhada münzevi kalması, onu şöhret afetinden koruduğu kadar, vaktine ve işine bereket vermiştir.

Kendini gizleyen kâmillerin son örneklerindendir bu mübarek insan. Bu şan ve şöhretten uzak, sırrına berk, hizmetinde gösterişsiz muhterem insan, sürekli münzeviliği hep kalkan etmiştir kendisine yaşadıkça.

Köyümüze Bir İlahî Lütuf

Bu yüzden bu âlim ve velî insan, aynı zamanda Kemalist rejimin şehirdeki memurlara, hassaten öğretmenlere karşı uyguladığı olumsuzluklardan uzak kalmak için bizim bahtiyar köyümüzde bir ilahî lütuf olarak on beş sene muallimlik yapmıştır. Adı da “Muallim Abdullah Efendi” olarak maruftur.

Bu bereketli kalış, köyümüz kadar bizim sülalemiz için de büyük bir nimet olmuştur çok şükür. Merhum babamın öğretmeni olur ilkokuldan. Dedemin de sohbet şeyhidir.  

Tahsili Ve Hizmeti

Dedesi Darendeli Muhammed Hilmi Efendi, meşayihi-i Nakşibendiyye’den büyük bir alim ve velî insandır. Osmanlı’nın son zamanlarında dünyaya gelir. Seyyidlerdendir. Öyle bir ocaktan yetişmiş, zamanı gelince medreseye gitmiş, genç yaşında ilim ve maneviyatta ilerlemiştir.

Fakat Cumhuriyetin ilanıyla Kemalist devrimler başlamıştır. Maalesef bütün medreseler ve tekkeler kapanır. Harf inkılabı olur. Din eğitimi yasaklanır. Kendisi de ilim yolunda aşkla ilerlerken, bir yerde yolu kesilir. Maişet için mecburen terzilik mesleğine yönelir. Fakat daha sonra açılan Antep’teki Öğretmen Okuluna kaydolarak “Muallim” olur. Şekeroba köyüne tayini çıkar.                             

Kendilerinden duydum; orada Kadirî tarikatını yürüten Bilal Baba vardır. O civarda bir hayli maruftur ve çok sayıda müridi vardır. Onun hakkında devlet kendilerinden bilgi ister. Daha doğrusu ona kötülük yapmaları için mesnet teşkil edecek menfi bir rapor ister. O zamanlar öğretmenler devlet katında itibarlı ve etkindir. Abdullah Efendi araştırmış ve şöyle bir rapor vermiştir:

“İlmi az olsa da, bu yörenin cahil insanlarına faydalı olmaktadır. Zararsızdır.” 

Vay, sen misin bir şeyh için böyle müspet rapor veren?! 

Bilal Babayı Trapzon’a, kendisini de Hartlap’a sürerler. Böylece bu Allah dostu büyük âlim, faziletli insan, hakiki ve ciddi bir sûfî olan zatı muhterem köyümüz Hartlap’a gelmiş olurlar. O zamanın yönetiminin inkârcı tutumunun şiddeti ve memurları bazı menfi işlere mecbur etmeleri yüzünden köyümüzü sağlam bir liman bilir ve demir atar. Dile kolay, on beş yıl Hartlap İlkokulunda muallimlik yapar. Önceleri gerek kendisinin mütevazı ve münzevî hali, gerekse tanınmak ve şöhret olmaktan çekingenliği yüzünden köylü ile pek düşüp kalkmaz. Kendisini tanıtmaz. Camiye de pek gitmez. İbadetlerini göstermez. Hatta bu yüzden yaşlı köylülerden epey nasihat da dinler. Bu nasihati verenler, Hoca Efendiyi tanıyınca çok utanmış ve pişman olmuşlardır.

Ailemizle Tanışıklığı

Dedem nasılsa durumun farkına varır ve alaka kurmaya çalışır. Evlad- ı Resül’den bir seyyid olan bu mübarek zatı dedem evine davet eder ama o gelmez. Babam o sırada talebesidir. O zamanlarda gayet ciddi ve resmi davranır köye karşı. Zaten aslında suyu ağır, duruşu heybetlidir. Ciddi ve vakur bir hali vardır. “Bir ara Cuma kılmadı” diyorlar. Bence sebebi ya” Cuma bize farz değildir” kanaatindedir, ya da köyün ancak bulduğu, ne öğrendiyse ondan öğrendiği merhum Hafız Hocanın imamlığını beğenmiyordur. Bu benim zannımdır. Bunu ona soramadım, ama öyleyse, elbette iki düşüncesinde de haklıdır o zaman için.

Neyse, bir gün dedem der ki: 

- Ey Efendi! Siz davete icabetin hak olduğunu elbette bilirsiniz. Amma biz davet ederiz gelmezsiniz, bu nasıl olur?

Der ki:

- Hüseyinim, senin samimi olduğunu biliyorum. Amma şimdi sen beni davet edersin. Muallim gelecek diye bir aylık nafakanı masraf eder, bir gecede harcarsın. Sana ve evlatlarına yazık olur. Durumlar malum. Amma söz verirsen ki sen her gün ne yiyorsan, beni davet ettiğnde de onu yedireceksin, o zaman gelirim.

- Söz efendi!

Ve o zaman gelirler.

Dedemin Sohbet Şeyhidir

Dedem onun halinden ve sohbetinden çok istifade etmiştir. O istifadeyi bize de çok yansıtmıştır, nur içinde yatsın. Bu sohbetlerle bizim içimize de evliya sevgisi düşmüş, tasavvuf yoluna hayranlık başlamıştır.

Abdullah Efendi dedemin sohbet şeyhidir dense yeridir. Başka doğrudan bir manevi bağlantı, bir tarikat nispeti var mıdır? Açıkçası bilmiyorum. Bildiğim, dedemin, onun dedesi Muhammed Hilmi Efendinin yolunu devam ettiren Berberzade Ömer Efendiye intisaplı oluşudur. Sonradan duyduğum dört talebesi hariç Abdullah Efendi kimseye manevî ders vermezdi. Herkese yaptığı gibi dedemi de Berberzade Ömer Efendiye yollamıştır Allahu alem. Rahmetli dedem köyden hediyeleriyle kalkar şehre gider, önce onu ziyaret eder, abı hayat gibi olan mübarek sohbetinden kana kana içermiş. Onun sohbetinden sonra da Berberzade Ömer Efendi’ye gider, orada cemaatle cehri olarak zikir çekerlermiş. O mübarek de Muhammed Hilmi Efendi adına ders verirdi. Dedemin anlattığına göre zikre bir başladılar mı, sabahı eder, öyle dağılırlarmış. Nasıl bir  aşk ise!

Babam da öğretmenini, yani “Muallim Efendiyi” çok sever ve sayardı. Ziyaret eder, alakayı kesmezdi. Bazen ziyaretlerini bana da anlatırdı. Hatta şöyle derdi:

“Hoca Efendiyi yalnız görüyorum. Biz vardık mı neşeleniyor. Çok tatlı sohbetler oluyor. Hatta bazen bizim seviyemize inerek laflarımıza karışıyor. Bundan da anlıyorum ki, bazen böyle konuşmalara ihtiyaç hissediyor.”

Hanımı merhum Adeviye Hatun’un hem hısım ve akraba hanımlarına, hem köyümüz kadınlarına, hem yakın köylerdeki, hem de Maraş’taki hanımlara dillere destan manevî hizmetleri vardır. Allah razı olsun, dedem ve çocukları olarak biz onlardan çok istifade etmişizdir elhamdu lillah.

Dussuz Hocayı Yetiştirmiş

O zamanlar Hartlap asıl köydür ve etrafındaki obalar da hep ona bağlıdır. Tabi şimdi onların hepsi ayrı muhtarlık oldular. O sıralarda sadece Hartlap’ta okul varmış. Haliyle bütün köy çocukları okumak için oraya geliyorlar.

Köyümüzde sessiz sedasız on beş yıl geçiren bu âlim ve abid insan, oradan ayrılırken sessizce yetiştirdiği “Dussuz Hoca” diye maruf Mustafa Işık Hoca Efendiyi ilim ehli olarak yerine bırakmıştır. Okumayı askerlikte öğrenen ve bu becerisinden ötürü “eğitmen” olarak Hartlap ilkokuluna görevlendirilen Mustafa Işık, namı diğer Dussuz Hoca, aslında Dereboğazı köyündendir. Milli Eğitim okul müdürlüğünü de ona vermiştir. Kabiliyetli bir insandır. Her gün arada bir dere olan Hartlap’a geliş gidiş yapar. Bu arada gelen giden evrak, eğitim ve idarî yazışmalar için Muallim Efendiye durmadan sorular sorar.  Cümle kurdurur, özellikle de lügat sorar. Bu böyle devam ederken bir gün Hoca Efendi ona der ki:

- Bu böyle olmaz. Eğer bir şeyler öğrenmek istiyorsan, temelden başlamalıyız.

-  Tamam, Hoca Efendi, ben talibim, der o da.

Böylece başlarlar Arapçayı ve İslami ilimleri okuyup öğrenmeye. Yıllarca devam etmişler bu işe gizlice. Belki de şehre tayin istememesinin bir sebebi de yetişen talebesini yarım bırakmamak içindir. Fedaka Dussuz Hocayı Yetiştirmişrlığa bakar mısınız?

Nihayet Dussuz Hoca o giderken bıraktığı büyük bir ikram olur o yöre insanlarına. 

Batı Köylerinin Yeni Hocası

Muallim Abdullah Efendi şehre göçtükten sonra artık rahmetli Dussuz Hoca batı köylerinin yeni hocasıdır. O da çok muhterem bir insandı. Gayretli bir hoca, fedakâr bir Allah adamıydı. Onun da çok büyük hizmetleri olmuştur. Emekli olunca köyün camisinde imamlık yapmıştır. Bu arada yakın köylerden başına talebe toplamış, bir yandan Kur’an okuturken, bir yandan da “Emsile”, “Bina”, “Maksut” diyerek klasik usulde ibtidaî Arapça bilgileri okutmuştur. Sonra onu duyan Süleyman Efendinin Talebeleri ona yanaşmış, yetmediği yerde Mehmet Erçoban adında birisini ona yardımcı vermişlerdir. Böylece ayak bastıkları yerde giderek hocanın hizmetini devralmış, Dereboğazı köyünü önemli bir merkezleri yapmışlardır. Bu dönem bizim ilkokul çocukluğumuz çağlarıdır.

Domur Hocam Dussuz Hocamın talebesidir. Ondan aldığım bilgilere göre Dussuz Hoca orta seviyede Arapça bilir. Kendilerine sarf ve nahvin yanında “Nuru’l İzah” kitabından ders okutur. Bazen Arapça tefsir okuduğunu da söylerdi. Ama onun sohbetinin asıl kaynağı Risale- i Nurlardır. Onlarla çok meşgul olurmuş. Oradaki bilgiler hem köylülere, hem de “okumuş cahil” memurlara çok etkili olurmuş. Ben de sohbetlerini zevkle dinlediğimi hatırlıyorum.

“Erken öldü” derler ne derece doğruysa böyle demek.  Cenazesi Ankara’dan geldiğinde Şazi Bey Camisine koymuşlar akşamleyin. Bizim köylüler, “Abdullah Efendi geldi ve cenazenin yanına diz çöküp oturdu, gözlerini yumdu ve sabaha kadar kıpırdamadan oturdu” derler. Aman Allah’ım, bu nasıl bir duruş!

Yine bizim köylülerden duydum, o zaman Dussuz Hoca için şöyle söylemiş:

“Ben O’na cim karnında bir nokta öğretmiştim, o yedi köye hoca olmuş!”

Eğer cim karnında bir noktası böyleyse, kim bilir kendisi neydi? Ahir ömründe bana hediye ettiği Münavî’nin “Feyzü’l Kadir Fî Şeh’i Camii’s Sağîr” isimli altı ciltlik Arapça yazılmış o muhteşem eser çok şeyler söylüyor bu konuda. Kitabın her tarafına işaretler koymuş, kenarlara haşiyeler yapmış, notlar düşmüş, ön ve arka kapaklarda önemli yerleri yazmaktan yer bırakmamış maşallah.

Kulaktan Âşıktık

Dedem, bizlere “Abdullah Efendi şöyle dedi, Abdullah Efendi böyle yaptı” diyerek söze başlar ve uzun uzun anlatırdı. Anlattıkları içime bengisu gibi akar ve hayat verir, muhabbet doldururdu. Görmeden gıyaben aşık olmuştum o adama. O kadar çok seviyor ve sayıyordum ki, uzun müddet heybetinden ziyaretine gidemedim. Bu sohbetler vesilesiyle hem ilk defa, hem de canlı canlı “tasavvuf, tarikat, zikir, evrad, teheccüt,  ilahi aşk, mürşit, şeyh, mürit, sohbet, ders alma, intisap” gibi kavramlarla tanışıyordum.  

Onu o kadar seviyor ve sayıyordum ki, Yüksek İslam Enstitüsünde okurken bir gün babamla Kuyucak mahallesinde bir nişan meclisine gittik. Oradan kalkınca babam bana:

- Hadi Hoca efendiyi ziyaret edelim, evi buraya çok yakın, dedi. Ben de:

- Baba, şu anda kısa kollu gömlek giyiyorum, huzuruna böyle çıkamam, dedim. 

Aslında kısa kollu gömlek diktirmem. Ama o gömleği hazırda görmüş ve beğenmiştim. Nişan olunca da giymek istedim. Musibet bak beni nasıl utandırdı!

Muhterem babam:

- Bir şey olmaz oğlum, Hoca Efendi hoş görür, dedi.

- Olsun, ama ben utanıyorum, dedim.

Babam da, Allah razı olsun üstelemedi.

Bu Ne Tevazu!

İşte O’na saygım böyleydi. Bunun sebebi dedemden duyduklarımdan başkası değildi.  Yıllar sonra, 1997 yazında Andırın Lisesine Din Dersi öğretmeni olarak atandım. Çok zor şartlar içinde çalışıyordum. Dinimizi öğrencilere aşk ve heyecanla anlatmaya başladım. Fakat o günler, sistemin 12 Eylül ihtilaline ortam hazırlama günleriydi. Her gün kavga gürültü, her gün anarşi ve terör vardı. Ülkede her gün on, yirmi, otuz kişi cinayete kurban gidiyordu. Sağ sol çatışmalarından dolayı canımızdan bezmiştik ve doğrusu korkuyorduk da. Dostlar bana sabah namazına camiye gitmememi tembihliyorlardı. Ben biraz da din dersi öğretmeni olmanın verdiği emniyet duygusunu yaşıyordum. Çünkü taşıdığım vasıftan ötürü militan sosyalistler okulda hakaret etseler ve sokakta sövseler de halktan çekindiklerinden daha ileriye gidemiyorlardı. Oysa milliyetçi, ülkücü arkadaşlar dayak da yiyor, sürgün de ediliyorlardı.

Yıllar sonra böyle bir ortamda bu büyük insanı, bu meclislerden uzakta münzevi yaşayan, çarşı pazarda pek görülmeyen ve insanlarla çok konuşmayan, sükûtu, murakabe, muhasebe ve zikrullahı çok seven, son derece sırrına sahip bu insanı ilk defa ziyaret ettiğimde kalbim heyecandan nasıl çarpıyordu. Babamdan öğrenmiştim, elini öptürmezdi. Fakat ben hızlı davranıp elini kuvvetle tuttum ve incitmeden öptüm. Çok ama çok mutluydum.

Lakin o da ne?

Aynı anda benim elimin üstüne de kelebek kanatları kadar yumuşacık bir çift dudak kondu. Gözümü kaldırıp baktım ki ne göreyim; ben sevincimin gafletini yaşarken o da benim elimi öpmez mi? Sanki belim kırılmıştı, öylece kalakalmıştım. Bir türlü belimi doğrultamıyordum. Öyle utanmış, öyle perişan olmuştum ki, kulaklarımda sözü net değil, sanki uğuldar gibi yankılanıyordu:

“Siz bugün Allah için cihat ediyorsunuz. Bu terör ve anarşi ortamında dinimizi anlatıyorsunuz. Asıl sizlerin eli öpülür”.

Uzun süre kendime gelememiştim…

İrşat İzni Verilmişti

Yıllar sonra bu büyük insan, bu az konuşan, sükûtu çok seven bu insan, son derece sırrına sahip bu mübarek insan, bir münasebetle bana şunları anlattı:

“Bir akşam vakti idi. Yakaza halinde dedemi gördüm. Bir ulu ağacın altında oturmuştu. Fakat postunun üstünde değildi. Post az yanında kalmıştı. Onu işaret ederek bana: ‘Oğlum post boş oturursan’ dedi. Beni muhayyer bırakmıştı. Ama ben bu icazeti kullanmadım. Çünkü bu zamanda şeyhlik yapmak çok zor”.  

Bir keresinde de tebessüm ederek şöyle demişti: “Dedem yerine kimseyi bırakmadı. Ama yolunu devam ettirenler de var. Neye göre devam ettiriyorlar bilmiyorum. Bizim Hatun da ders veriyor. Soruyorum. ‘Bizim de bir bildiğimiz var herhalde’ diyor”.

İşte bu mübarek insan, sohbetleriyle dedemi yetiştirirken, aynı zamanda Berberzade Ömer Efendiye de onu yönlendirmiştir.  Rahmetli dedem Ömer Efendinin zikir halkasındaydı. Onu ilk defa dedemi ziyaretine götürme vazifesiyle evinde tanımış ve çok sevmiştim.

Adam Olamadım

Yine bir gün huzurundayız. Bir veliyyullahın huzurunda olmanın manevi haz, huzur ve haşyetinde zamanın durmasını istiyorduk sanki. Beyaz ve uzun sakalı, uzun bir kameti ve tonlu ama munis sesi ile bu zatı dinlerken, tevazuundan, hiç de kendine nakşi yolunda irşat icazeti verilmiş birisi demezsiniz. "Bu zamanda şeyhlik zor" diyor ve kimseye ders vermiyor, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen bağlıları hariç. Bu konuda tatlı bir hatırasını anlatıyor:

“Ben ayrıldıktan seneler sonra görev yaptığım köylerden (sanırım Dereboğazı’ndan) birisinden bir müslüman gelerek benden ders istedi. Ona:

-  Ben adam olamadım ki sana ders vereyim, dedim.

-  Peki, sen adam olunca gelirim, dedi ve gitti. İkinci sene yine gelerek, yine ders istedi. Aynı cevabı verdim.

-  Eh, adam olunca gelirim. Çünkü senden başkasından ders almam, dedi ve gitti. Üçüncü sene yine geldi ve

-  Hala adam olamadın mı? Bana ders versene? dedi. Ben,

-  Hala adam olamadım, dedim.

-  Peki efendim, olunca gelirim, dedi ve bir daha da gelmedi. Çünkü ölmüştü. O zavallı öldü gitti, ben ise hala adam olamadım."

Sübhanellah! Bu ne tevazu ve mahviyet!

Dededen Kalan Yadigâr

Okul kütüphanesinde çalışırken okulumuzun temiz huylu, güler yüzlü, tatlı dilli, asil öğretmenlerinden, hocamızın evladı Durdu Mehmet Yiğitalp Bey yanıma yakın bir yere oturdu ve başı sonu yok olmuş bir defter parçasını çıkarıp okumaya başladı. Deftere şöyle yan gözle bir baktım, Osmanlıca idi.  Sormadan edemedim:

-   Bu nedir hocam?

-  Bu merhum dedemin sohbetlerinden huzurunda tutulmuş bazı notlar.

-  Allah Allah! Okur musunuz biraz?

-  Görüyorsun bazı yerler silinmiş, yırtılmış, üstelik pek de güzel olmayan bir hat. Herhalde aceleye geldiğinden böyle olmuş.

-  Hattı fena sayılmaz. Lütfedip biraz okur musunuz?

Kırmadı sağ olsun ve biraz okudu. Sohbet “müridin iptida az yemesi, az konuşması, az uyuması, biraz mücahedeye katlanması gerektiğinden, Allah’ın sevgili kullarından zillet, illet ve kılletin eksik olmayacağından, sohbetin faydalarından, her halin murâkabesinden,  vaktin zayi edilmemesinden, bu zamanda bu yolun müşterisi az olunca ucuzlayıp mükâfatın çok ve ermenin kolaylaştığından…” bahisle uzayıp gidiyordu.

-  Ne güzel! Dedim.

-  Merhum dedemin müstakil bir kitabı daha var ki onun hattı çok daha güzel. Nüshaları da bayağı fazla.

-  Muhterem hocam,  bunu da ona ekleyip bastırsanız olmaz mı? Hem Müslümanlar faydalanır, hem de ona bir sadaka- i cariye olmuş olur.

-  Hiç düşünmedim. Gerçi önümüzde babamız var, bize düşmez herhalde.             

-  Babanız size izin verir, olur biter.

-  Bir de Gaziantep’te bazı müridanı hayatıyla beraber bazı sohbetlerini, risalelerini bastıracaklarmış diye duyuyorum. Hele bir o çıksın bakalım. Eğer onda geçmezse düşünelim.

Sonra o risalenin içeriğini konuştuk.

Muhammed Hilmi Efendi

Merhum dedesi meşayih-i nakşibendiyyeden Darendeli Muhammed Hilmi Efendidir. Rahmetli dedemin de piridir. Bizim şehrimizde çok maruftur ve şu anda yolu bildiğim kadarıyla iki koldan devam etmektedir. Menkıbelerini dinleyerek büyüdük hep. Muallim Abdullah Yiğitalp Efendi bu şeyh Efendinin torunudur.  Merhum aynı meşrepten, âlim ve fazıl, az önce anlattık, isterse irşat postuna oturabilecek bir veli zattır. Bu yazılar zaman içinde yazıldığı için bazen tekrar olabiliyor. İşte kısa ama faydalı bir tekrar:

Allah Teâlâ’ya hamdolsun ki bizim köyümüz Hartlap’ta on beş yıl öğretmenlik yapmış, yanındaki eğitmeni okutup İslam âlimi etmiş, babam dâhil birçok insanı okutmuş, dedem dâhil öğrenci velilerine öğütler vermiş, sohbetlerle yetiştirmiş, yerine göre sert, disiplinli, mücahit tabiatlı bir insandı. Şehre sırf sevmediği resmi merasimlere katılmamak için gitmemişti. Rahmetli dedemden yıllarca onu dinlemiş ve görmeden hayranı olmuştum. Çok mütevazı ve sırrına berk bir insandı. Zaman zaman ziyaretine gider, elini öperdim. Ben kendisine hayrandım. O da fakiri sever ve bunu bir şekilde belli ederdi. Yanına gelen ve sual soran bazı akrabalarıma ve köylülerime, “bana gelmenize gerek yok, Cemal Hoca yetişti maşallah, ona sorun” dediğini ancak vefatından sonra öğrendim.

 “İsterse irşat postuna oturabilecek bir veli zattı” dememin sebebi şuydu. Bir gün Ona:

-  Dedeniz kimlere icazet verdi efendim, diye sordum.

- Ben bilerek dedem kimseye icazet vermedi. Ama yolunu devam ettirenler var. Neye göre öyle yapıyorlar bilmiyorum. Bizim hanım da ders veriyor. Ona da soruyorum, “bir bildiğim var” diye geçiştiriyor. Ben korkuyorum, veremiyorum.

-  Neden efendim?

-  Bu zamanda şeyhlik zor. Bir gün akşam namazımı kıldım. Yakaza halindeydim. Baktım dedem bir ağacın altında oturuyor. Yanında da postu duruyor ama üstü boş. Bana dedi ki: “Oğlum post boş oturursan.” Ama ben istemedim. Bu zamanda şeyhlik yapmak, bu yolu hakkıyla yürütmek çok zor.

İşte o büyük şeyhin bir risalesi torununun oğlunun elindeydi. Osmanlıca tabi. Düşündükçe hayıflanıyorum. En büyük talihsizliklerimizden biri olan harf devriminin iyice örtmesiyle, nice bir irfan hazinesi evlerde, türbelerde, hatta bazen daha da kötü yerlerde veya kütüphanelerin rutubetli mahzenlerinde çürümeye terkedilmiş. Yapılan zulüm ve hakaretler sonucu nice insan, çocuklarını gömer gibi ağlaya ağlaya kitaplarını tabutlara koyarak temiz topraklara gömmüşler.

Mesela işte şu risale, hem büyük bir âlim, büyük bir mürşidin yazdıklarını, konuştuklarını bir ömür uygulamış bir zat- ı muhteremin kaleminden veya kelamından çıkmıştır. Bizler için ne bulunmaz bir hazine.

Müjde

Yeni nesillere büyük görevler düşüyor “hayru’l halef” olabilmeleri için. Harf devriminin getirdiği uçurumu kısmen kapatmak için devletin başlattığı “Bin Temel Eser” serisi veya Tercüman Gazetesinin “Binbir Temel Eser” dizisi, milletimizce ne kadar takdir edilmişti. Ne yazık ki bu zamana kadar yapılanlar bu yolda bir arpa boyu mesafe bile değildir.

Şimdi müjdemizi verebiliriz. Bu bahsi geçen risale yıllar sonra Yaşar Alpaslan Hocanın himmetiyle basıldı: Muhammed Hilmi Efendi,  “Mizanüşşeriat ve Bürhanüttarikat (Maraş'ta Darendeliler ve Nakşiliğin Halidi Kolu)”[1]

Rahmetli hanımı Adeviye Hatun: “Elbette bir bildiğim var” dermiş ve sadece hanımlara ders vermiş, sohbet etmiştir. Maraş’ta hizmeti unutulmaz inşallah. Anam, halalarım, bazı akraba hanımları onun sohbetinden istifade etmişlerdir.

Rahmetli anam bir defa beni çok sevindiren bir olay anlattı. Ona bir soru sormuş. Aynı durumu Fatma Terazi ablamız da yaşamış, o da anlatmıştı. Aynı cevabı ona da vermiş:

“Artık bu soruları oğlun Cemal Hocaya sor. Abdullah Efendi onu çok seviyor ve diyor ki, ‘Maşallah Cemal Hoca iyi yetişti. Bütün şer’î meseleleri halleder. Artık gözüm arkada kalmaz’. Onun için sen artık bize sorma, oğluna sor.”[2]

Dedeme Hüsnü Şehadeti

Yine bir gün rahmetli dedemin sohbet mürşidi bu mübarek Efendinin ziyaretine gitmiştik amcam Yusuf Efendiyle birlikte. Söz dedemin gece ibadetinden açıldı.

Benim rahmetli ebemden öğrendiğime göre dedem akşam namazını kılınca yatarmış. Gecenin bir saati gelince kalkar, önce yatsıyı, sonra teheccüdü kılarmış. Namazdan sonra zikrullaha otururmuş. Bir hayli hafî/gizli zikirden sonra coşar, cehrî/sesli zikre başlarmış. İşte o zaman dayanamaz, yüksek sesle ağlar, feryadı basarmış. Yaptığı kusurları gözünün önüne getirir de “el- eman Allah” demeye başladı mı artık kendini zaptedemez olurmuş. Sabaha bitmiş tükenmiş olarak girer, sabah namazından sonra yatarmış.

Sonra uyanır, kahvaltısını yapar, hemen kalkarak suyu içinde olan bahçesine gider, akşama kadar orada kalırmış. Bahçesindeki ufak tefek işleri bitince namaz, zikir ve tefekkürle vakit geçirirmiş. Bahçesi sanki çilehanesi gibidir ve orada insanlardan uzak bir uzlet hayatı içinde münzevi yaşardı. Ben bu gündüz halini bilirim tabi. Köyün içine ancak Cuma namazı için çıkardı. Geri kalan hayatı hep böyle tenhada inziva içindeydi. Ben yanına vardığımda sevinir, elime Abdulkadir Geylanî’nin (k.s.) menkıbelerini anlatan iyi sakladığı o küçük kitabını tutuştururdu. O kitabı belki yüz kere okutmuştur. Her yanına gelene okuturmuş. Onlara da az sonra yaşanacak hikâyeyi önceden söyler, “bak şimdi şöyle olacak” dermiş. Böyle olunca haliyle okuyan da “sen zaten bunu biliyorsun, bize niye okutuyorsun?” diye zınarırlarmış. Bana uzun uzun dert yanardı torunlarından veya akraba gençlerinden, okumayı sevmiyorlar diye…

Bundan sonrasını Muallim Abdullah Efendi anlatıyor:

“Yine bir ramazanlık günüydü. Yaz mevsimi ve kendisi oruç. Bahçesinden incir üzüm toplamış, eşeğe yüklemiş, ta Hartlap’tan Maraş’a getirmiş. Günün bir sıcak saatinde bu çıka geldi. Hemen kendisini oturttum. İncir üzümleri eş dost, hısım akraba, konu komşulara vererek biz dağıttık, bitirdik. Ücretini de verdik. Sevindi. Alkışın bini bir para!

Neyse, akşam oldu, iftar, namaz, teravih, cami, cemaatten sonra eve gelir gelmez ben:

-  Sen yorgunsun, bu gece sohbeti bırakalım, sen hemen yat, dedim.

-  İyi olur efendi. Allah senden razı olsun, dedi.

Ben yukarı odama çekilirken içimden dedim ki,

-  Acaba bu yorgunlukta bu gece de teheccüde kalkabilecek mi?

Baktım, saati gelince maşallah dip diri kalktı. Vazifelerini yaptı. Sahuru beraber yedik. Yarın da köyüne yolladık. Hem helal rızık için gayretini, hem de gece ibadetini kaçırmamasını çok takdir ettim.”

“Bazen Gelir Konuşuruz”

Kalp kalbe karşı derler. Gönülden gönüle yol gidermiş. Seven sevdiğinin rengine boyanır, giderek aynileşirmiş. Eskiler halin sirayetine “in’ikas” ve “insibağ” derlerdi.  Haller de mikroplar gibi sirayet ederlermiş. Nu hakikate binaen rahmetli Abdullah Efendi de dedemi çok severdi.

Yine bir gün, dedemin vefatından çok sonra, Yusuf Emmimle “baba dostlarını ziyaret iyi olur, sünnettir” diyerek hocamızın ziyaretine gitmiştik. Söz dedemden açılınca Abdullah Efendi  emmime dedi ki:

- Rahmetlinin tövbesi sağlamdı. Teheccüd ve zikre çok düşkündü. Maneviyat yolunda iyi çalıştı, çok gayret etti, nefsiyle yaman mücahedesi oldu. Hani size anlattım ya, bir gün Ramazanlıkta Hartlap’tan eşeğe incir üzüm yüklemiş, öğleden sonra geldi. Biz hemen yükünü indirdik, kendini odaya alıp istirahatini sağlamaya çalışırken bir yandan da konu komşuya haber salarak yükünü sattık, bitirdik. İyi yorulmuştu tabii…”

Hoca Efendi az önceki hikâyeyi anlattıktan sonra emmime dönerek dedi ki:

-  Az bir günahı kalmıştı, onu da vefat hastalığında döşeğe mahkûmiyet musibetine sabırla affettirdi. Bazen gelir, görüşürüz.

Emmim bu “Bazen gelir, görüşürüz” sözünden irkildi, sonra şaşkın şaşkın Hoca Efendi’ye baktı, az biraz daha durdu, sonra korku ile karışık bir hayretle sesi titreyerek sordu:

- Hocam, ağabeyimle karıştırdınız herhalde!      

O zaman rahmetli babam sağdı. Yusuf emmime göre “bazen gelen” olsa olsa herhalde abisi olurdu. Zira dedem çoktan ölmüştü; mezardan nasıl gelecekti? Ölmüş bir adamla Hoca Efendi nasıl sohbet edebilirdi? Fakat az önce onun azıcık kalan günahının da vefat hastalığı vesilesiyle temizlendiği müjdesini veren yine aynı o Hoca Efendi değil miydi? Yani öldüğünü biliyordu! Peki bu geliş ve sohbet ediş nasıl oluyordu?

Ben de ürpermiştim ve şaşkındım. Benim şaşkınlığım, hocamın sırrına çok berk olmasına rağmen bize verdiği sırrındandı. Ama şaşkınlığım sürmedi, tam tersi büyük bir sevince ve şükre döndü.  Çünkü bir yandan dedemin müjdesi, bir yandan da bizi sırrını vermeye ehil görmesi beni o kadar manevi zevk içinde mest etmişti ki, hayatımın en müstesna coşkulu anlarından birisini yaşıyordum. Vecde müstağrak olmuştum.  Hem de dedem için ne büyük bir müjde almıştık hamdolsun. Bu yüzden ben de Hocama mıhladım bakışlarımı. Öyle bir sükût ve huzur vardı ki, sanki zaman durmuş, hava durmuş, biz durmuştuk. Hoca Efendi çok vakur, suyu ağır, gölgeli bir zattı aynı zamanda. Ama bize hep mütebessim dururdu. Fakat işte şimdi yine o vakur halini almıştı, derin bir haz ve hayret içinde kalan fakire kısa bir bakış atarak emmime döndü ve dedi ki:

- Abin Demir ile niye karıştırayım ki Yusuf Efendi?

İkimizde donmuş kalmıştık. Ben hakikaten büyük bir sevinç ve sürur içindeydim. Manevî bir hal bürümüştü kalbimi. Başım göğsüme düşmüş, gözlerim buğulanmış, bakışlarım önümde serap gibi titreyen sergilerde eğleniyordu. Meclise hâkim olan öyle tatlı bir huzur ve sessizlik vardı ki, sanırım Hocamızın kalbinden taşan nurlu feyizler hepimizi kanatları arasına almış, müstesna bir an yaşatıyordu. Ben de kendimi o feyze teslim ederek doya doya hazzını çıkarıyordum.

Nihayet Hoca Efendinin sesiyle başlarımızı kaldırdık. Bir iki kelam ettikten sonra izin vakti geldiğini anladık. O ağır halin üstüne sohbette çok kalamadık zaten. O manev’i halin coşkun dalgaları yavaş yavaş üstümüzden kalkınca içimizden bir ses “izin zamanı” diye fısıldadı kalbimize ve biz destur alıp dışarı çıktık. Köy dolmuşlarına kadar yürümek bizi açacaktı muhakkak.

Çıktık çıkmasına ama sanırım emmim hala olayın etki atmosferinden çıkamamıştı. Başı önünde çok dalgın ve hiç konuşmadan yürüyordu. Hocamın dedesinin tamir ettirdiği, tekkesinin de içinde olduğu At Oluğu camisini geçerken emmim birden durdu. Narkozdan uyanır gibi kolumdan tuttu ve dedi ki:

- Bak hele, yahu ben ban oldum, ancak o kadar konuşabildim, peki sen niye sormadın dedenin nasıl geldiğini?

Sübhanellah, hala o havayı yaşıyordu demek ki.

Emmim çok duygusal bir adamdır ve böyle duygusal bir akıma kapıldı mı onu çok yoğun yaşar. Hatta iç dinamiklerini çalıştırarak, aldığı ilk elektriği daha da fazlalaştırır ve daha bir yoğunlukta yaşamayı başarır o manevi hali. Ama buradaki vaziyeti bana biraz fazla geldi, doğrusu garipsedim ve dedim ki:

- Bence sormaya gerek yoku da ondan sormadım. Ama sen gerekli gördün ve sordun. Sorduğun şeyin cevabını da aldın. Dahasına ne hacet emmi?

Sanki nasıl geldiğini anlatsa anlayacakmışız gibi!

Bu işlerin maneviyat âleminde çok sıradan işler olduğunu daha sonra okuduklarımızla öğrendik çok şükür, ama elbette o gün ben de ilk defa karşılaştığım bir keramet ile çok şaşırmış ve heyecanlanmıştım doğrusu. Boşa dememişler “leysel haberu kel ıyân” diye.

Şimdi aklıma geldikçe ürperiyorum; ya bir de orada rahmetli dedemle karşılaşsaydık!

Olur mu olur yani!

Daha Geniş Yazmalıyım

Darendeli Abdullah Efendi ile hatıralarımız bu kadar değil elbette. Yeri geldikçe diğerlerini de yazarız inşallah. Çünkü onun hayatını başlı başına bir kitapta incelemek ve yazmak istiyorum. Sizler de dua ediniz, Rabbimiz muvaffak kılsın.

Şimdilik bir muhabbete ve Fatiha’ya vesile olması dualarımızla bu kadarcık ile yetinelim inşallah.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Bkz. Ukde Yayınları, Kahramanmaraş, 2010.

[2] Hiç şüphesiz İslam, baştan sona güzel ahlaktır. Ahlakın en yücelerinden birisi de tevazu ve mahviyettir. En kötüsü ise kibir ve ucb, yani kendini beğenmektir. Değerli okuyucum, bu ifademe göre benim yukarıda yazdığım tevazu ve mahviyete uzak, ucbe ve kibre yakın bulunabilir. Bunun farkındayım, ama tarihi bir emanet kabul ettiğim için bu hatırayı yazmak zorunda hissettim kendimi. Yine de ifade edeyim, fakir hocamın iltifatına layık değilim. O övgüler onun güzel kalbinin ve hüsnü zannının ifadesidir. “Yanılmış” demem de bir sui edeptir. O yüzden “estağfirullah” diyor, hızlıca geçiyorum. Zira kalabalıkta tevazu da kibirden gelir, Allah Teâlâ’ya  sığınırız şerrinden. Bizi bize bırakmasın…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Bu kitabı çok sonraları Yaşar Alpaslan Latinceye aktararak bastırdı.