ALİ PARLAK HOCA EFENDİ

1980’li yıllarda Ulucami’de imamlık yaparken sabah namazından sonra hücresinde, o zaman burada görev yapan dostumuz Ferhat Koca ile birlikte üçümüz bir süre Merğinanî’den “Hidaye” okumuştuk beraberce. Tadı damağımdadır hala o bereketli fecir saatlerinin.

Mücessem Tebessümdü

Ali Parlak hocam bu şehirde yaşayan herkesin kendisini sevdiğine inandığım kibar bir hoca, salih bir insandı. Dostlarla olduğunda yüzünde tatlı bir tebessüm hiç eksik olmazdı. Onun ötesinde ise derin bir sükût ve çarpıcı bir hüzün vardı o tatlı simasına. Her zaman çok sakin, huzurlu bir hali vardı. Laf aramızda, çok da yakışıklı idi. Hele de gözlerinin altından tebessümle baktığında.

Tahsili

Ali Parlak hocam çok küçük yaşta hafız olmuştu. O günlerde Türkiye’de din eğitimi yasak olduğundan kaçak yollarla Suriye’ye gitmiş ve İslamî ilimleri tahsil etmişti. O günlerde Şam’da beraber olduğu Abdullah İlhan Hocamız[1] onu şöyle anlatmıştı:

“Bu Hoca Efendi Şam’a geldiğinde çok küçüktü. Çok da sevimliydi. Biz onu Allah için çok sevmiştik. Bekir Akben ve diğer arkadaşlarla korumaya çalışırdık. Hafızdı. Çok da dindardı. Bazı Kadirî ve Şazelî zikirlerine katılırdık. Ayakta zikrederken onu görecektiniz, aşkı ilahî ile nasıl zıplardı. Yalnız bir hali bize garip gelirdi. Risale- i Nurları tanımıştı. Onları çok okurdu. Bir gün kendisine dedim ki: ‘Bak Ali kardeşim, bu kitaplar çok hoş, çok güzel. Sen de haliyle gece gündüz bunları okuyorsun. Fakat unutma ki sen buraya Arapça okumaya ve İslamî ilimleri öğrenmeye geldin. Her şeyin bir sırası var. Şimdi bunları bırak, bol bol Arapça oku. Heybeni doldur. Yarın bunları bulamazsın. Memleketine döndüğünde yine Türkçe değil mi, bol bol Risale okursun.’

Sonraları Mahmut Sami Ramazanoğlu Efendiyi tanıdı ve ona intisap etti. Allah için çok sevdiğim bir kardeşimizdir.”

Suriye’de hangi okulda kimlerden okudu, nasılsa bunları çok konuşmadık kendisiyle. Çünkü akşam oturmalarımızda hep kalabalık cemaatler olurdu. Bu tür sohbetler ise özel sayılırdı. İlgisiz insanları sıkabilirdi. Yalnızken de mevzu bitmiyor ki, maşallah konu üstüne konu açılırdı.

Hizmeti

Suriye’nin diplomaları ülkemizde geçersiz olduğu için, orada okuyanlar bir de imtihanla Ezher’e geçer, biraz da orada okuyarak Ezher’den de diploma alırdı. Böylece Milli Eğitimde öğretmen, ya da Diyanet’te bir görev alırlardı. Ali Hocam da Diyanet’i seçmiş, Maraş’ta imamlık, vaizlik, Göksün’de vaizlik ve İl Müftülüğünde Kur’an Kursları Bölüm Başkanlığı yapmıştı.  

Bir ara sanayide bazı ortaklarıyla birlikte kısa bir özel iş denemesi de oldu. Fakat işler planlandığı gibi iyi gitmedi. Ortakların çoğu ayrıldı. Kendisi de iyi ki terk etti o işi sonra. Bu kadar okuduktan sonra ilme hizmet yerine bir ekmek peşine düşerek ömrü heder etmek bana her zaman ters gelmiştir. Böyle yapanları da hep Allah için uyarmış, mesuliyete davet etmişimdir. Hocalık, parası az olsa da geçimi rahat, insanı mutlu eden bir meslektir.

Onu İlk Tanımam

Onu ilk tanıdığım zamanı hatırladım şimdi. 1977’li yıllardı. Ben Kayseri Yüksek İslam’ın son sınıfındaydım. Tatillerde köyümde vaaz ederdim. O zamanın müftüsü Recep Çoban ile tanışmış ve birbirimizi sevmiştik. Bir Ramazan öncesi rahmetli babamla selam ve haber salmış, “şehirde vaaza ihtiyacımız var. Gelsin bize yardımcı olsun. Ona Bahçelievler camiinde görev verelim” demiş.

Babam da yarı şaka yarı ciddi:

-  Git oğlum. Sabah evlenirken gerek olur. Sana kız istemeye gittiğimizde “damat kim?” derlerse, “işte şu vaiz’ deriz. Yoksa ‘bir köylü’ desek bu şehirliler kız vermezler, demez mi?

Ben de:

-  Gitmiyorum. Biz Allah için iş yaparız, evlenmek için değil. Ameller niyetlere göredir. Sen kadın için hicret eden sahabeye “avrat muhaciri” diye güldüklerini bilmiyor musun? dedim.

Rahmetli babam:

-  Oğlum şaka say ve benim lafım yüzümden hizmetten kalma, dedi.

Ben ona her ne kadar “yok” desem de, çaktırmadan Ramazanın ilk günü şehre, Bahçelievler camisine gittim. Maksadım cami kürsüsü gerçekten boş mu, onu öğrenmek. Acemilik işte, ilk önce müftülüğe gitmem gerekmez miydi?

Neyse, yatsı öncesi baktım kürsüde genç birisi oturuyor, sakin sakin konuşuyor. Sanki misafir odasında sohbet ediyor mübarek ziyaretçilerine. İlmini beğendim ama hitabeti hoşuma gitmedi. Biz o zamanlar genciz tabi. Bilenler bilir, çıktık mı kürsüye, her lafı döndürüp dolaştırıp sisteme getirir ve İslamsızlıktan acı acı dert yanar, yanlış gidişin aleyhine konuşuruz. Kaybettiklerimize hüzünlenir, dertlerimizle heyecanlanır, düşmanlarımız bahse konu olunca yer yer aslanlar gibi kükreriz tabi. Coşkun bir nehir gibi boz bulanık köpüre köpüre akarız kürsüde üslubumuzla. Böyle deniz gibi sakinlik ve durgunluk tatmin etmezdi bizi, işin içinde coşku olmazsa vaaz kesmezdi. Bizi dinleyenler bile heyecanla, diken üstünde duru gibi dinlemeliydi!

Fakat Hoca Efendi başlamıştı bir kere. Bir başka mesele de, şehirde bir ay orada burada misafir kalmak bana zor geldi. Müftülük bu meseleyi belki çözerdi veya bize başka bir yerden görev verebilirdi. Her neyse, müftülüğe uğramadan sessizce geri döndüm. Merhum babama da bundan hiç bahsetmedim. O hala gitmeyişimi kendi sözüne bağlayarak üzülüyordu…

Yakından Tanış Olduk

1980 yılında okullar açılırken Maraş İmam Hatip Lisesine tayinim çıktığında önceleri onun sonradan imam olduğu Ulu Camiye yakın bir evde kiraya oturdum. Kalenin güney dibinde, Çukur hamamının yanında, şimdi yıkılan ve yerinde yeller esen bir evdi bu. Sonra da yıllarca Sokak Başında küçük, kutu gibi bir evde yaşadık. O zamanlar Hoca Efendi ile birbirimize çok yakındık. Namazlarda sık sık karşılaşırdık. Hele de Ulu Camide imam olduğu yıllarda onun oturduğu ev de yakın sayılırdı, sık sık ziyaretine gider, sohbet eder, misafiri olurduk.

Sonra arkadaşlarımızdan Ahmet Vişne onun kardeşinin kızıyla evlendi. Bu vesileyle onun bazı akrabalarını da tanıdık. Hanımı da Maraş’ta “Kahveci Mahmut Ayhan” diye bilinen güngörmüş, umur görmüş bir efendinin kızıydı. Hanımı da kendisi gibi misafirperver bir insandı. Bu dostluğumuz uzun yıllar hep böyle sürüp gitmiştir.

Ailesi

Bu mesut ailenin iki kızı üç oğlu vardı.  Onlara çok düşkündü. Hamdolsun kızını çok sevdiğimiz bir ailenin öğrencimiz olan oğluna, Fazlı Aslantürk’e verdi. Sağ olsun o da bir evlat gibi ona ve ailesine çok hizmet etti. Diğer bir kızı da Mahmut Ahlatlı Beyle evlidir. O kardeşimiz de Osmaniye’de bir fabrikada çalışıyor o zamanlar.

Hoca Efendinin üç oğlu vardır demiştik. O yıllarda küçüktüler haliyle. Sever okşardık yanımıza geldiklerinde. Şimdi büyümüş, iş güç sahibi olmuşlar hamdolsun. Büyük oğlu Muhammet Efendi, eniştesi Fazlı Efendinin yanında durur çoğunlukla. Ortancası Mahmut Bey Ticaret borsasında çalışıyor. Küçükleri Selman Bey de bir turizm şirketinde çalışmaktadır. Halleri iyidir. Hepsi namazlı abdestli dindar insanlardır çok şükür.  Ama maalesef babalarının bıraktığı kitapların Arapça olanlarını okuyamıyorlar. Fakat o güzelim kütüphaneyi dağıtmamışlar da. “Babamızın teberrükü” diyerek bölüşmüşler, evlerinde muhafaza ediyorlar. Arapça okuyan damat Fazlı Efendi latife yapıyor: “Bana lazım olan bir kitabı istediğimde nazla niyazla veriyorlar” diyor. Kitap kıskanılan bir sevgilidir. Okumayanların bile onun öyle elden ele düşmesine rızaları yoktur. Ya bir de okuyanları düşünmeli, kim bilir ne kadar düşmüşlerdir üstüne.

Vefatında torunu var mıydı acaba?

Ben buna yanarım. Bazı kardeşlerimiz, mesela sevgili Haydar Erşahin Bey gibi erken hakka yürüyünce, torunları o güzel insanları tanımadan ve faydalanmadan haliyle mahrum kalıyorlar. Böyle olunca zavallılar ne kaybettiklerini anlayamıyorlar bile. Ali Hocamın durumu da sanırım öyle oldu.

Kitapları

Hocamızın kitapları gündeme gelince bir hatıramı anlatayım. Gerçi “geride kalan sevdiklerini üzer miyim acaba?” diye düşündüğümden ötürü bu hatırayı yazıp yazmamakta epey tereddüt ettim. Sonra “belki de hatırlanıp hayırla yâd edilmelere, dualara, Fatihalara sebep olur. Kaldı ki âlimler öteden beri hep maddi sıkıntı çekmişlerdir. Bu bir ayıp ve noksanlık değil ki? Sevgili Peygamberimiz (s.a.v)in “el- Fakru fahrî” demesine bakarsak üstelik bu durum onların süsü sayılır” kanaati ve hoşgörü ümidiyle yazmaya karar verdim.

Uzun süre kirada oturan Ali Hocamız nihayet bir ev yaptırıp içine oturmuştu. Fakat anlaşılan borçları boyunu aşmıştı. Ziyaretine gittiğim bir gün bana:

-  Hocam, bazı kitaplarımı satmak istiyorum, bana yardımcı ol, dedi.

-  Hocam, yardımcı olmaya hay hay. Ama kitaplarınızı satmaya gelince bunu hiç istemem. Bu kitaplar en çok bu eve yakışır, sizlere her zaman gerektir.

-  Kalanlarla idare ederim. Mecbur olmasam bunu size söylemeyeceğimi bilirsiniz.

-  Evet, hocam işin ciddiyeti meydanda. Ancak başka bir çözüm arayalım demek istedim.

-  Başka bir çözüm yok Cemal’ım, olanları bitirdik.

-  Tamam, hocam ben bir bakayım, size bilgi veririm sonra.

-  Peki.

Evinden çıktığımda zaten oraya çok yakın olan Ahır dağının bütün deli poyrazı benim başımda esiyordu sanki. Maraş’ın birkaç âliminden birisinin durumu bu idi. Oysa bölge dışından gelmiş âlimlerin yoksulluğu belli olduğundan onlara geçim veya ev yapımında yardımcı olan bazı dindar zenginleri duymuştum. Ama üstü örtülü olan yerlilerden demek ki pek haberleri yoktu. Bir de malum, sadece bu şehirde değil, her yerde yerlilerin pek kıymeti bilinmez, yabancılar nedense iltifat görür. Atalar o yüzden danalı öküzlü atasözü söylememişler mi?

Neyse, çıktım oradan ve istişare için aklıma gelen birkaç dosttan ilk sırayı alanın Şekerci Arif (Aktolun) abinin yanına gittim. Konuyu müzakere ettik. Kanaatimce öyle gözüküyordu ki, zaten sattığı kitap hoca efendiyi borçlarından yana pek de rahatlatmayacaktı. O arif dost, “tamam hocam, başka bir yere gitmenize gerek yok. Biz gerekeni münasip şekilde yaparız. Gerekirse kitaplarını alır, yine kendisine hediye ederiz” dedi. Allah ondan razı olsun, ömrüne bereket ve saadet versin, bana bayram sevinci yaşattı.[2]

Sevgili hocamla daha sonra karşılaştığımızda tatlı tatlı tebessüm ediyordu.

Ahlak Ve Şahsiyeti

Ali Hocam mezheben hanefî, meşreben nakşî idi. Yukarıda geçtiği gibi Sami Efendiye intisaplı idi. Halim selim huyu dervişliğe doğuştan yol veriyordu. O yolun haftalık sohbetlerini yapardı. Zaman zaman cemaate toplu sohbetler yaptığı da olurdu. Biz de o tür sohbetlerine katılırdık. Hatta Ulu cami hücresinde herkese açık gece sohbetleri de oldu bir zaman. Nakşi tarikatı gece seherde teheccüd, evrad ve ezkar ister malum. Biz de öyle olduğuna hüsnü zannımız var hocamızın. Onun bu zikirli ve dualı hali simasına da hareketlerine de yansırdı maşallah. O yüzden yakışıklı siması daha bir şirin, daha bir nurlu ve mütebessim görünürdü bize.

Hocamın meclisi hep tatlıdır. Zira meclisine hep erbabı gelir. Sözden, halden anlayan insanlardır. Hele Kadir Çavuş Hocamla Saçmalı İsmail abi de varsa, ilahilerle bir duygu seli yaşanır ilmin üstüne. Hacı Safa Diş Efendi de eşlik eder onlara. Çaylar demlenir, konuşan dinlenir, söyleyenlerle yer yer ağlayıp gözyaşı dökülür. Velhasıl bir âlemdir yaşanır gider…

Evet, muhterem hocamız ilmini karşılık beklemeden halka sunan, değersiz dünya menfaati için küçülmeyen, ilmin izzetini koruyan, kibir ve ucb, yani kendini beğenmişlikten, riyadan ve süm’adan uzak, rivayeti kendinden menkul faziletfuruşluklara tenezzül etmeyen bir örnek hoca efendi idi.

Öteden beri siyasetle uğraşmazdı. Yanında bahsi açılsa da pek katılmazdı. Meslektaşlarının çoğunun oy verdiği partiye oy verir, siyasi işini böylece bitirirdi.

Hoca Efendi nihayet bir memur maaşıyla geçinirdi. Evi yapılmazdan evvel uzun zaman kirada gezdi. Ekonomik açıdan zengin değildi. Ama bunu hiç dert ettiğini duymadım. Bu mevzuları konuşmayı hoşlanmazdık zaten. Onu hep şükür halinde gördüm. Bir ara sanayide bir ortaklık iş yapıp onu müdür ettiler. O da çok sürmedi zaten. Ayrıldılar da şükür o da mesleğine dönmüş oldu. Bir ara Göksün vaizliğine tayini çıktı. Fakat orada yaşamayı pek kabullenmediğinden, imam olarak şehre geri döndü. Biz de buna çok sevindik. Onunla aynı meşreptendik. Velhasıl birbirimizi sevecek bir sürü bağlarımız vardı.

Ulu Cami Bereketi

Hoca Efendi az da olsa isteyenlere Arapça okutmuştu. 1980’li yıllarda Ulucami’de imamlık yaparken sabah namazından sonra hücresinde, mübarek bir mekân ve zamanda, mübarek bir dost ile o zaman burada görev yapan, şimdi Çorum İlahiyatta fıkıh hocası dostumuz Ferhat Koca ile birlikte üçümüz, epeyce bir süre Merğinanî’den “Hidaye” okumuştuk beraberce. Tadı damağımdadır hala o bereketli fecir saatlerinin.

Rahmetli o zamanlar imamlık ve fahrî vaizliği beraber götürürdü. Hücresinde çarşı esnafının fıkhî sorularına cevap verirdi. Akşamları cami hücresinde veya evlerde sohbetler yapardı. Zamanın Müftü Efendisi Ali Rıza Kırboğa Hoca Efendi ona iyilik yapmak gibi iyi niyetli bir düşünceyle onu Müftülüğe şef olarak atadı. Ama bu iş onu hem yalnız, hem de alıştığı hizmetlerinden mahrum bıraktı. Sanırım iyi olmadı. Çünkü o hep insanlarla iç içeydi. Camide yanına gelenler eksik olmaz, esnaf müşküllerini danışır, kendisi bazen onların ziyaretine gider, canlı bir hayat yaşardı. Müftülükteki arkadaşlara soruyordum “ne yapıyor?” diye. Ya “Öyle oturuyor. Pek işi yok. Ya kitap okur, ya da sessizce oturur” diyorlardı. Bu beni üzüyordu. Sanki lütuftan kahra düşmüştü…

Kız İmam Hatip Lisesi Doğru mudur?

Eğitime önem verirdi. Maalesef kız çocuklarının tesettürlü okumasına o zaman devlet izin vermiyordu. Bu yüzden kendisi de kızların açılarak okumasına karşı idi. “Bizden Allah ne istiyorsa onu yapmalıyız” derdi.

Hatta kızlar için İmam Hatip Lisesi gündeme geldiğinde de böyle düşünmüştü. Bazıları bence biraz işgüzarlık yaparak hocayı almışlar, kız imam hatibin yapılmasında bu işlerin sivil ayağına önderlik yapan merhum Hacı Kalay amcaya götürmüşler. O da bu fikrin dine aykırı olduğunu söylemiş ve vazgeçirmeye çalışmış. Hocayı çok seven ve kafası karışan Hacı Kalay amca bundan çok üzülmüş, etkilenmişti. Nihayet duramamış, kalkmış Muşlu Ahmet Efendi Hocamıza gitmişti. O da aynı şekilde düşünmüş, hatta Hacı Kalay birkaç kelime ile savunmaya kalkışınca ona, “sana ne Hacı Efendi elin kızlarının okumasından? Allah bunu senden sormaz” demiş, duyduğumuza göre.

Tabi bana da sordular. Biz o zaman İmam Hatip Lisesinin bir öğretmeniyiz. İşin bilincinde ve bilgili olan arkadaşlarımızla istişareye oturduk. Çoğunluk “bu okulun açılmasında fayda var. Buna karşı çıkmak yanlıştır” dediler. Bir kısmı da adı geçen iki hocamız gibi düşünüyorlardı. Ben iki gruptan da farklı düşünüyordum. Dedim ki:

“Arkadaşlar, dinin hükmü bellidir. O hocalarımızın görüşüne yanlış diyemeyiz. Allah ilmi övüyor, cehli yeriyor. Ama ne olursa olsun, nasıl olursa olsun okuyun da demiyor. Tesettürü terk ederek veya kızlı erkekli karışık olarak okumak din açısından caiz değildir. Fakat başka bir durum daha var: Biz ne yaparsak yapalım, artık birçok Müslüman veliler kızlarını okumaktan alıkoyamıyorlar. İşte kelli felli hocalarımızın çocukları da okuyor.

Madem durum böyledir. Öyleyse bu Kız İmam Hatip Lisesini açalım. Azimet ve takvayı seçenler kızlarını ne buraya, ne de başka bir okula göndermesinler. Mesela benim kızım da bu sene ilkokulu bitirdi, ama ben göndermeyeceğim. Kur’an kursuna gönderip orada okutacağım. Yetersizmiş, ona da katlanırım. Gerek görürsem ben takviye ederim.

Fakat ille de kızlarımı okutacağım diyenlere de ‘işte kardeşim Kız İmam Hatip Lisesi var. Liseye vereceğine bari oraya ver. Çünkü orada tesettür var. İslamî ilimler var. Ortam dindar. Bir yerde şer de vardır ama liselere göre ehvendir. Liseye göre kıyas bile kabul etmez. Buyurun orada okutun’ deriz. Sonuçta hayırlı olur inşallah.

Yok devlet orada da tesettürsüz okutmaya mecbur ederse, o zaman boykota gider, mücadele ederiz. Kızlarını okutan hocalarımız da başkalarına örnek olarak son kertede çocuklarını okuldan çeker alır, boykota öncü olurlar. Neticede hayır adına elden gelen ne ise onu yapmak lazım.”

Sonuçta okul açıldı ve tesettür önce bir sorun olur gibi oldu. Ancak gerek okul idaresi ve öğretmenlerin, gerekse velilerin kararlı tutumu o sorunu başlamadan bitirdi çok şükür.

Latif Latifeler Yapardı

Malum, latife latif gerek. Hem de az ve öz, yerine ve adamına göre yapılmalıdır. O yüzden eskiler “şaka, yemekte tuz kadar olmalı” derler, çok şaka yapmayı mürüvvete zarar verir, vakar ve ağırlığı alır, adamı gözden düşürür diye hoş görmezlerdi.

Hocam yerine göre latife de yapardı. Bir gün evine gittim ve:

- Hocam hacca gidiyorum. Hem dualarınızı hem de tavsiyelerinizi almaya geldim, dedim.

Bana önce:

-  Allah dualarını, ibadetlerini kabul etsin, diye dua etti. Sonra da tebessüm ederek tavsiyesini söyledi:

-  Uçağın ortasına otur.

Bana bir gülmek gitti. “İri ve şişmansın, ortaya otur ki uçak havada bir yana yatmasın” demek istiyordu. Gülmemden soramadım:

-  Hocam beni mi kayırıyorsun, uçağı mı?

Sorsaydım herhalde “ikinizi de” diyerek gönlümü alırdı.

Azrail “Geldim” Deyince

Bir kitabımda onun anlattığı bir hikâyeyi şöyle yorumlayarak yazmıştım:

“Rahmetli Ali Parlak Hocamdan duymuştum; Kahramanmaraş’ta hamalın biri koca bir aynalı dolabı yüklenmiş, kan ter içinde satın alanın evine doğru götürüyor. Ulu Camiin altındaki eski halin başında ‘azıcık soluklanayım’ diye durmuş ve yoldan az yüksek olan bir yere yükünü sırtından indirmeden koymuş.  Cebinden çıkardığı mendili ile bir ark gibi yaşlı yüzünü saran kırışıklıklardan akan teri silerken, bir yandan da somurdanarak şöyle dua ediyormuş:

-  Nedir bu benim çektiğim çile Allah’ım! Canımı al da kurtulayım!

O anda karşısına yakışıklı, uzun boylu ve heybetli birisi dikilmiş ve hamala hafifçe:

-  Ben Azrail’im. Allah duanı kabul etti ve beni gönderdi. Hazır ol, şimdi canını alacağım.

Hamal korku içinde bakmış adama. Olur ya, hocalardan hep duyarmış, “melek insan suretinde Peygamberimize gelirmiş” diye. Bu adam da gayet heybetli, vakur ve çok ciddi birisi. Hiç gülmeden sakin ve huzurlu kendisine bakıyor.

Bütün yorgunluğu gitmiş hamalın ve bu sefer soğuk soğuk ecel terleri dökmeye başlamış. Öyle uzun uzun, kara kara düşünmeye başlayacak vakit de yok. Öyle ya, kendi aleyhine beddua etmişti. Etmişti etmesine ama bunda ciddi değildi ki. Bu bir fakir hayat yaşamanın zorluğundan şikâyet idi. Yani basit bir samırdanma, ya da öylesine bir teselli arama idi. Yoksa gerçekten ölümü isteme değildi. Hayat ne de olsa tatlı idi. Böyle bile olsa yaşamak isterdi. Allah Teâlâ’nın kalplere vakıf olduğuna inanırdı. Bu duada samimi olmadığını, öylesine dediğini Allah Teâlâ bilirdi. Nerden çıktı şimdi bu Azrail? Canını nasıl kurtaracaktı Şimdi?

Başını kaldırdı mahzun ve mahcup bir edayla dedi ki:

-  Azrail Efendi, sen benim dediğime bakma. Ben hem dırdır eder, hem de işime giderim.

Sonra daha cevap bile beklemeden hemen yükünü sırtlanarak yürür yokuş yukarı Kanlıdere’ye doğru. Görmemek için arkasına bakmaz bile…

Kimdi bu adam? Dediği gibi gerçekten Azrail mi idi? Yoksa zavallı hamalın bedduasını duymuş da ona hayatın tatlılığını anlatmak, zorlukların yanında ondan daha büyük ve bol nimetlerin de varlığını göstererek şükretmesini sağlamak, işini sızlanmadan, samırdanmadan, gönül huzuru içinde yapmasını öğretmek, dil terbiyesinin önemini kavratmak isteyen akıllı bir muzip mi idi?

Kim bilir?

Bilinen bir şey varsa o da insanın bu aceleci yanıdır. Aceleci, şikâyetçi, tez canlı, nankör yanıdır. Varlığa düşünce hoyratlaşan ve kuduran, verene teşekkürü unutan, yokluğa düşünce de umudunu kaybederek ye’se batan, kahrolarak aleyhine beddua eden yanı. Yani cahil ve zalim yanı.

Allah Ali Parlak Hocamıza rahmet eylesin, vakti saati geldiğinde cümle sevenleriyle birlikte Cennetinde buluştursun inşallah

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Merhum Abdullah İlhan Hocamız aslen Kayseri’nin Yahyalı kazasındandır. Afşın’da Müftülük, şehrimizde de uzun süre vaizlik yapmıştır. Birçok Maraşlının tanıdığı muhterem bir Hoca Efendidir.

[2]  Şekerci Arif abi kredi kartlarının olmadığı zamanda maddi bir sıkıntım olursa ilk başvuracağım üç kişiden birisidir. Samimiyetine, ihlasına inanır, minnet ve başa kakmanın asla olmayacağına güvenirim.  Daha önceleri kendisinden izin almadığım için adını vermemiştim. Şimdi bu kitabı yazarken konuyu tekrar açtım ve “yazayım mı?” dedim. Dedi ki: “Bu konuda benim bir ikramım olmadı. O yüzden benim adımı yazıp yazmamanda beni ilgilendiren bir şey yok. Asıl yardımı yapan ise vefat etti. Onun için de bir riya, süm’a, övünme tehlikesi kalmadı. Yazmakta serbestsin. İster yazmazsın, mahşere kalır. İster yazarsın, başkalarına da iyi örnek olur. O hayrı yapan zaten çok hayır yapmakla bilinen rahmetli Nuri Ciğer idi. Ben bu konuyu düşünürken yanıma gelmişti. Laf lafı açtı. Duyunca da hoca efendinin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak bir miktar bıraktı. Yazarsan belki rahmete vesile olur, hayır dua edilir”. Ben de dua edilsin diye yazmayı daha güzel gördüm.