FARUK ÖZGER BEY

Bu arada Faruk Bey büyük imtihanlardan geçti. Devlet kız öğrencilerin başlarının açılmasını istiyordu. O da “ne yapalım?” diye içinde benim de bulunduğum bir grup arkadaşla istişare etti. “Açmayacak, dayanacak ve direneceğiz. Çok çok görevden alırlar. Ne olur? Gider başka bir yerde hizmet ederiz” dedik. Epey bir düşünceden sonra o da karar verdi ve rahatladı. Ama soruşturmalar da açılmıştı. Nitekim beklenen oldu, müdürlükten alındı. Alındı da ne oldu? Kahraman oldu, daha güzel yerlere geldi.

Geç Tanıdım

Maraş İmam hatip Lisesinde okumadığım için bu okuldan mezun arkadaşları maalesef tanıyamadım. Bu da benim için yer yer şanssızlık oluyor. Faruk Beyi bir de Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’ünde yakalama fırsatını kaçırmışım. Benim girdiğim 1973 yılında o mezun olmuş.

1980 Eğitim başında Maraş İmam Hatip Lisesine tayinim çıkınca bu okulda tanıdığım ancak birkaç kişiydi. Sonra başta merhum Said Kırmacı olmak üzere öğretmenlerle tanışmaya başladık. İşte o sıralarda tanıdım Faruk Özger Beyi. Ama adını çok duymuştum Kayseri Yüksek İslam’da okurken. Dedim ya, bizim girdiğimiz sene o çıkmış. Sonra Edirne’den duyduk sesini bir iki. Ve nihayet işte burada karşılaşmıştık.

İlk dikkatimi çeken, güzel giyinişi, hareketli ve cevval oluşu, nihayet yakışıklılığı idi. Sonra da Meslek Dersleri Öğretmeni olmasından belki de daha çok beden dersleri öğretmeni gibi sporla ilgilenmesi…

O sene İbrahim Koç, Ahmet Sarıtürk -acaba Seydi Küçükdağlı da oynar mıydı, hatırlayamadım- gibi bazı öğrencilerimiz iyi voleybol oynarlarmış. Bende de o damar olduğundan bir iki izlemiştim gençleri. Sonra Sıkıyönetim “Müesseseler Arası Voleybol Yarışması” açınca birden içine düştük olayın. Yeni bir öğretmen oluşumuzun acemiliği ile merhum müdürümüzü kıramadık. Gerek iltifatları ile gerekse “Elbistan’a öğretmen lazımmış, sürerim seni” gibi şakadan aba altından sopa göstermesiyle yeniden forma giymek zorunda kaldık. İşte bu kalış, bizi merhuma daha da yaklaştırdı.

Bahanesi Tatlıydı

Belki kendisini sporla çok ilgilenmesinden yadırgadığımızı sanarak veya tahmin ederek bir gün şöyle demişti: “Hocam, herkes İmam Hatibe bir yolla hizmet etmeli. Ben Ali Haydar Kireççi, Hüseyin Bahar ve sizin gibi hocaların olduğu yerde ilim yoluyla hizmet edemem. Bana ancak bu işler düşer.”

Evet, o ve Süleyman Kayıran hocalarımızın bu konuda emeği çoktur. Bir yandan yarışmalarda madalyalar alırken, bir yandan da sporculara sahip çıkıyor, nefislerinin altında kalmamaları için gayret ediyorlardı. Ama ne de olsa profesyonel olarak bir sporla uğraşmak, o nispette ilimden alıkoyuyordu insanı. Bu gerçek gerek öğretmen, gerekse öğrenciler üstünde gün gibi aşikârdı.

Sonra ne oldu, nasıl oldu, anlattıysa da unuttum, kendisi ve Hasan Kekil Hocamız cezalı olarak şehirden uzaklaştırıldılar. O zamanlar hala sıkıyönetim var tabii. Herkes çok dikkatli bazı işlerde. Devletin böyle okul gibi, fabrika gibi kalabalık yerlerde gizli adamları mutlaka olur. Biz de bazılarını tahmin ediyor, ama çoğunu da bilmiyorduk. Bazen müdür bey böyle bir tehlikenin varlığına karşı dikkatimizi çekerdi bizi korumak için, Allah rahmet eylesin.

Eğitim Hizmeti

Faruk Özger Beyin eğitim öğretim hayatı kısaca şöyledir: Öğretmenlik mesleğine ilk defa Ekim 1973 yılında Edirne Merkez İmam Hatip Lisesinde başladı. 5 Kasım 1976 tarihinde Edirne’den ayrılarak Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesinde görevine devam etti. 1982 yılında bu okuldan ayrılmak zorunda kaldı. Önce Tokat Almus Lisesinde, sonra da Malatya İmam Hatip Lisesinde çalıştı.

Nihayet gurbet günleri bitti. Memleketten sıkıyönetim havası da kısmen gitmişti. 5 Ağustos 1985 yılında yeniden Kahramanmaraş’a, Sütçü İmam Lisesine öğretmen olarak geldi. 3 Şubat 1986 tarihinde aynı yerde Müdür Yardımcısı oldu. Peşinden de 7 Nisan 1986 yılında oraya müdür oldu.

Her zaman halk arasında müthiş bir itibarı olduğundan cazibesi daima yüksek olan İmam Hatip Lisesi müdürlüğüne talip oldu. 4 Şubat 1993 yılında buraya müdür olarak atandı. Mustafa Koyuncu Hocamızla sanki becayiş yapmışlardı.

Merhum Özger Bey burada 10 yıl kadar çalıştı. 28 Şubat darbesinin İmam Hatip ve Meslek Liselerini ezdiği o çalkantılı dönemlerinde okulunu iyi savundu ve güzel bir mücadele örneği sergiledi. Bu hizmetine bedel soruşturmalar geçirdi. Başörtüsünü yasaklamadığı için müdürlükten ve okulundan alındı.

Fakat mükâfatını daha dünyada bile gördü. 27 Mart 2008 yılında Kahramanmaraş İl Milli Eğitim Müdürlüğünde şube müdürü olarak göreve başladı. 22 Ocak 2013 tarihinde emekliye ayrılan Özger Bey, birtakım rahatsızlıklarla mücadele ediyordu. Nihayet 3 Haziran 2014 de Hakkın Rahmetine Kavuştu. Allah Teâlâ’ya dua ederiz, başörtüsü davasında taviz vermediği için kabri pür nur olsun, cennette O’nun aziz bir misafiri olarak bulunsun.

İdarecilikte Talihi Açıktı

Faruk Beyin Milli Eğitimde yükselişi Maraş’a ikinci gelişinden sonradır. Bir hayli tecrübeler ve bazı gelişmelerle dönmüştür şehrine. Hele Hasan Kekil Hocamız kendi kazasından Belediye Başkanlığı için istifa ettiğinde yerine Faruk Beyi tavsiye edince idarecilik hayatında bir dönüm noktası açılmıştır.

O sıralarda bizim okulumuzda yine Maraş’ın renkli simalarından Mustafa Koyuncu Hocamız müdürdür. Bir de duyduk ki onun yerine can ciğer dostu Faruk Bey gelecekmiş. Tabi o zamanlar Maraş İmam Hatip Lisesi büyük okuldur ve ona müdür olmak şan, şeref ve itibar gibi manevi bakımdan büyük bir makamdır. Ona sahip olmak muteber ve meşhur olmak demektir. Bu yüzden az fırtına kopmamıştır o okulda müdürlük yüzünden. Allah beterinden esirgesin.

Pınarbaşında Gönül Alma

Bir gün okuldan çıktım, şehir merkezine doğru gidiyordum. Ayaklarımın dibinde bir taksi durdu. Baktım, okuldan bir müdür yardımcısı arkadaşımız. Artık ismini vermekte bir mahzur olmaz sanırım; Seydi Bey kardeşimiz. Yanında Faruk Bey de var.

- Atla, dediler, atladık.

Doğru Pınarbaşına! Yüksek çınarların altından püfür püfür serin yeller eserken Faruk Bey yavaş yavaş konuya girdi:

-  Hocam ben okulunuza müdür olarak geliyorum, ne dersin?

- Estağfirullah hocam, ben ne diyebilirim? Allah hayırlı mübarek eylesin. Bana düşmez belki sormak, ama mevcut müdür arkadaşın bundan hoşlanmaz sanırım, ne yapacaksın?

-  Onun gönlünü ettik hocam. O da müdür olacak.

-  Eh, sorun yok öyleyse.

- İnşallah ben gelirsem sizinle istişare ederek okulu yöneteceğim. Beraber hizmet edeceğiz.

-  Biz elimizden geleni yaparız okulumuz için hocam. Bizden size iyilik ve yardım gelir, kötülük ve zarar gelmez inşallah. Hem biliyorsun, ben özel çalışmalarım sebebiyle pek idareyle birlikte olamıyorum. Ama dinim ve okulum için bir iş olduğu zaman elimden geleni yaparım inşallah. Bizim çevremiz de öyle düşünür sağ olsunlar.

-  Tamamdır!

Yeni Müdürümüz

Çok geçmedi, gerçekten de Faruk Bey müdür olarak geldi. Tebrik ettik. Beraberce çalıştık uzun yıllar. O belki sık görüşmek istiyordu bizlerle. Ama beş dakikalık teneffüs buna izin vermiyordu. Dersler bitince de bizler yorgun argın evlerimize gidiyorduk. Sanırım yanına sık giden ve yağcılık yaparak görevlerindeki ihmali örtmeye çalışan bazıları dalkavuklar bunu ona yanlış ihsas ettirmişler. Sanki bir tavır alış gibi algılatmaya çalışmışlar. Sitem etti bize açıkça. “Odama gelin, çayımı için” dedi.

Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için biz de arada bir gittik bazı arkadaşlarla, ama oradaki sohbetler bizi sarmıyordu doğrusu. Hele az da olsa kulaklarımız bazı kelimelerden rahatsız oluyordu. Bunu nasıl söyleyebilirdik ki? “Biz gelince bu adamlar çıksın, ya da laflarına dikkat etsinler” denilir mi ki? Mecburen uğramayı seyrekleştiriyorduk.

Büyük Yanlış

Bir ara bu durumdan cidden kuşkulandı. Bize mesafeli davrandı. Hatta sanırım bir behre göstermek de istedi. Bu yüzden bir gün nöbetçiyle beni odasına çağırttı ve elime yok yere bir sarı kart uzatarak savunmamı istedi. Elbette bozuldum. Tek kelime etmeden savunmamı yazdım, masasına koydum ve çıktım.

Mevzu şöyleydi. Bizim hem halaoğlu, hem de eniştemiz olan Haydar İşler Beyin babası vefat etmişti. Adam ta Çanakkale’den galiba özel arabasıyla gelmişti. Hem üzgün, hem yorgundu. Doğruca köye gitmek yerine bana gelmişti. “Beni köye yetiştir” dedi. Yanında bir teselli eden arıyordu demek ki. Durum nazikti. İzin almak için gittim, kendisi yoktu. Baş muavine gittim, o da yerinde yoktu. Nöbetçi muavin Mustafa Belkıran Hocamıza vaziyeti arz ettik. O da “Yerine birisini bulalım, öyle git hocam” dedi.

Tam o sırada yanımızda olan bedenci öğretmenimiz, aynı zamanda öğrencimiz olan sevgili Ali Buluntu “ben girerim hocam” dedi. Böylece biz cenazeye gittik. Fakat Ali Bey unutmuş mu neyse, dersimize girmemiş. Nöbetçi müdür yardımcısı dostumuz da demek ki korkmuş, kırmızı kalemle “derse girmedi” yazmış. Mübarek bekle de sor bir müdüre “ne yapalım?” diye.

Her neyse, biz kısaca bunları yazdık ve “durum bundan ibarettir” diye suratımız bir karış, imzaladık çıktık.

Sonra beni koridorda yakaladı,

-  Vallahi bilmiyordum, dedi.

-  Tamam, bilemeyebilirsin, ama araştırıp sorabilirsin değil mi? Kendi nöbetçi muavinine bile sormadan bu sarı zarf da neyin nesi?

Baktım özür beyan edici tavırlar sergiliyor, iltifat edip gönlümü almak istiyor, ben de uzatmadım, unuttum meseleyi. Benim ilkem daima açık olmaktır. Gizlim saklım olmaz. İşimde de elimden geleni yaparım. Kimseye minnetim olmaz.

O da zaman içinde kendisine karşı özel bir tavrımızın olmadığını gördü. Birbirimizi uzaktan sevmeye o da alıştı. Hatta yer yer Öğretmenler Kurulunda açıktan bizi övücü ifadeler kullandı ve teşekkür etti. Hatta bir iki kere öğretmenler kurulunda “Bizde kimseye karşı özel muamele olmaz. Taraf tutulmaz. Herkese hakkı neyse o verilir. Fakat Cemal Nar hocam müstesnadır. O ne isterse yaparım. Nasıl program isterse öyle yaparım. Kimse buna özel muamele diyemez. Çünkü o benim okuluma cidden hizmet ediyor. Dışarıda da okulumun değerini artırıyor. Ben böyle fedakârlık yapana mükâfat olarak özel muamele yaparım ve bunu yanlış bulmam” diyerek bizi mahcup ettiği de olmuştur. Ruhu şâd olsun!

O Zalim 28 Şubat

Sonra zor yıllar geldi bizim için. 28 Şubat post modern darbesi orta kısmımızı kapattı. Zalim YÖK de kat sayı zulmü ile okullarımızı biçti. Talebelerimiz okullarımızdan uzaklaştı. Yeni öğrenci bulamaz olduk. O zaman binalarımız da tehlikeye girdi. O zaman iş başa düşmüştü. Belki birkaç yıl sonra bu bela fırtınası belki dinerdi, üstümüzü başımızı silkeleyerek yeniden işe başlayabilirdik. O güne kadar dayanmalı, direnmeli idik. Binalarımızı akbabalara kaptırmamak için içinde okuyan öğrenci bulmalıydık. Şehirden öğrenci nerdeyse tamamen kesilmişti. Yapılacak iş belliydi.

O zaman vurduk dağlara, bayırlara. Köy köy, kasaba kasaba dolaştık. Okumayacak öğrencilerin dernek kanalıyla bütün masraflarını yüklenerek şehre getirdik. Bütün bu faaliyetlerimizde Faruk Bey bize araba imkânı buldu. Cuma günleri dersi olanları idare etti sağ olsun.

Sonra çok acı bir olay oldu. Yatılı kısmına bakan müdür muavini, adını vermeyeyim şimdi, utanmasın, belki tövbe etmiştir, gelen öğrencileri gizlice gönderiyormuş, haber alınca koştuk. Yetiştiğimiz öğrencileri durdurduk. O mahlûkun yanına giderek:

- Sen ne yapıyorsun? Biz aylarca dağ bayır öğrenci topluyoruz, sen dağıtıyorsun, neden?

- Hocam, bunlardan ben sorumluyum. Dernek ya sözünde durmaz da bunlara bakmazsa? Devletin de sözü yok! O zaman ben ne yapacağım?

- Sen gidip müdürün yakasına yapışacaksın. Bizim ve derneğin yakasına yapışacaksın. Daha olmazsa yatılı muavinliğinden istifa eder, sorumluluktan kurtulursun. Daha ötesi var mı?

- Tamam tamam, ne yaparsanız yapın!

- Tamam, biz yapacağız, sen yıkma yeter!

Duyduğuma göre bize bundan dolayı “işlerime karışıyorlar” diyerek okkalı bir de küfür etmiş. Bunu duyan da tedbirsizlik ederek güya iyilik adına bize duyurmaz mı? Hışımla ayağa kalktım. Yanımdaki çok sevdiğim bir hocam, “Allah için öfkeni yut. Olay büyümesin. Zaten derdimiz başımızdan aşkın” dedi ve bizi yerimize oturttu. Haklıydı, Allah razı olsun.

Sadece o davasız eyyamcı mı? Hani orman demiş ya, “sapı bizden” diye. Nitekim bazı öğretmenler de bu çocuklara “herkes kaçarken siz bu okula niye geldiniz?” demiş ve kınamışlar. Hatta bazı meslekci öğretmenlerden ağzı güzeller, “benim oğlum olsa burada okutmam, siz deli misiniz? Burada istikbal yok!” diyenler olmuş. Öğrencilerimiz üç ay geçmeden derslerimizde “burada istikbal yokmuş” demeye başladılar. Onlara “siz altın olun, kıymetiniz artar kaybolmaz” dedik. “Asıl istikbali iyi anlayın” dedik. “Türkiye değişiyor. İş artık özel sektörde. Siz kaliteli insan olun, her zaman baş tacı olursunuz” dedik, ama bazılarına dinletemedik. Ne acı günlerdi ya rabbi o günler!

Allah emekleri zayi etmez. Gün geldi devletten en çok işi yine o İmam Hatipliler aldı. Lakin o karanlık günlerde bunlar tahmin bile edilmiyordu…

Büyük İmtihan

Bu arada Faruk Bey büyük imtihanlardan geçti. Özellikle de devlet öğrencilerin başlarının açılmasını istiyordu. “Ne yapalım?” diye kıvranıyordu Merhum Müdürümüz. “Açmayacağız. Dayanacak ve direneceğiz. Çok çok görevden alırlar. Ne olur? Gider başka bir yerde hizmet ederiz” dedik. Epey bir düşünceden sonra o da karar verdi ve rahatladı. Ama soruşturmalar açılmıştı. Nitekim beklenen oldu, müdürlükten alındı.

Alındı da ne oldu?

Faruk Bey kahraman oldu. Saygısı bir kat daha arttı. Ve bu saygı gelecek güzel günlerde kendisine kredi oldu, ödül oldu.

Şimdi yazıyı burada bitirip cenazesine gideceğim. Göreceğim kalabalık biraz da bu imtihandaki sabır ve sebatından olacaktır. Gönüllerdeki tahtı böyle hak etmişti o. Belki ilmi ile değil, ama zor zamanda dik duruşuyla halk onu tabutunda selamlayacak ve saygı ile anacaktır.

Ruhun şad olsun sevgili müdürüm. Bekle, yanına kadar gelip Fatiha’mı sana duyurmaya çalışacağım. Rabbim cennetinde buluştursun.