HALİL İSLAMOĞLU HOCA EFENDİ

“Kendi ölümüm ne zaman, nasıl olacak?” diye geçiriyorum içimden. “Böyle ani mi olacak, yoksa yataklarda mı? Hangisi daha hayırlıdır acaba hakkımızda?”

Allah rezil ömür vermesin. Ani de olmasın. Bir tövbe fırsatı, bir tevhit imkanı olsun yani.

Bir Hayır Yolunda

Yanı başımızda hayat cehenneme dönmüş. Suriye, İslam Medeniyetinin o kadim ülkesi, daha düne kadar bizim olan, bizim şehrimiz Maraş’ın da kendisine bağlı olduğu mübarek memleket. Yanıyor şimdi cayır cayır.

Bizim şehrimiz Maraş da “Ensar” olmaya çalışıyor. Biz de özellikle tanıştığımız bazı âlimlerin sıkıntılarının ucundan kıyısından tutmaya çalışıyoruz. Akşam saat 19 civarı. Bir telefon geldi. Arayan o âlime gönüllü hizmet eden değerli öğrencimiz Cahit Yıldırım idi. Bir âlimin evlat ve akrabalarına sevgili öğrencilerimizden ve genç iş adamlarımızdan bülbül sesli Eşref Şekerli iş bulmuştu. Şimdi o birkaç kişiye daha iş imkânı bulmuş ama konuşulması gereken bazı hususlar varmış. Tercüman olmam için sevgili Cahit beni evimden alacak.

Biz de “bir müslümanın sıkıntısını giderenin de Allah Teâlâ’nın yevm- i kıyamette büyük sıkıntılarını gidereceğine” inandığımız için abdest tazeleyerek evden çıkıyoruz. Saat 19. 30 gibi. Aslında o sırada beraber gitmek için komşum Halil Hocaya da teklif sunduk. Gezmeyi, görmeyi, sohbeti çok severdi ama o gün teklifimizi reddetti. Çünkü her akşam, çok haklı bir sebepten ötürü beraberliğini tasvip etmediğim birisiyle Arapça okumaya giderdi. Dersi bırakmak istemedi. Oysa o dersin telafisi vardı ama bu sohbetin ve hizmetin telafisi yoktu. “Derse yetişemem” diyerek bizimle gelmedi. Gelemezdi, zira kaderi ilahi hükmünü icra edecekti!

Biz Cahit yavrumuzla beraber gittik. Hocayı bulduk. Konuştuk. Eşref Şekerli kardeşimizin Şerefoğlu köyüne yakın besihanesine gittik, misafir ve muhacir hocanın evladına da iş bulduk orada. Orada güzelce ağırlandık; yedik, içtik, anlaştık ve Suriyeli Hoca Efendiyi bize uzak olan Namık Kemal mahallesindeki evine kadar götürüp bıraktık. Bir kahvesini içerek sevinç ve huzur içinde dönüş için arabamıza binip sohbet ederek yola koyulduk. İçimiz mutluluktan kıpır kıpır, şükrederek gidiyoruz.

Acı Bir Telefon

Birden ani ve ürpertici bir şekilde telefonumun sesini duyduk. “Kimdir bu? Nasıl çalıyor böyle?” diyerek telefona bakıyorum. Kıymetli hocam Ali Seyyithanoğlu arıyor. Her zaman yaptığım bir iş vardır, herkese de tavsiye ederim. Karşı taraf için de uygunsa, konuşmalarımız mahrem olmayacaksa, beynime radyasyon akıtmamak için telefonu kulağımdan uzak tutar, mikrofonunu açarım. Yine öyle yaptım:

-  Selam sevgili hocam, buyur!

-  Aleykumselam. Hocam bir haber aldım, Halil İslamoğlu Hocam trafik kazası geçirip vefat etmiş, doğru mu?

O anda arabamız şöyle bir sallandı. Zira ben susup dinlerken ve kelimeleri kulağımla zehir gibi içerken Cahit birden “Allah” diye bağırdı. Söz konusu sevdiği bir hocasıydı ve acı haberi benim gibi o da duymuştu. Ben:

-  Bilmiyorum ama şu anda bir arabadayım. Hemen acile gidip durumu öğreneceğim.

-  Ben de geliyorum, dedi ve kapattı Ali Hocam.

- Acile gidiyoruz Cahid’im, dedim ama tam karnımın üstünde bir Hartlap usturası yemiş gibi ince bir sızı hissettim. İçim bir hoş bulandı.

Hartlap usturası pala gibi enli ve tüyü tıraş edecek kadar keskin olur. Onu yiyenin beş dakika sonra iç organları yere dökülür ama o bıçağı yediğini bilmez bile. Çünkü acısı hemen hissedilmez birden bire. Bir çizgi gibi kaşınır gezdiği yerler. Sonra zaman geçtikçe ağrı zonklamaya başlar içten içe.

Acil kapısında kapıcımız Abdullah Kaplan kardeşimizi görünce “eyvah, haber doğru galiba!” dedim. O ana kadar “İnansak mı ki?” diye soruyordum kendi kendime. Umut işte. “İnansak mı acaba? Keşke haber yanlış olsa!”

Ölümsüzlüğü Tatmak

Evet, her an her şey olabilir hayatta. Ölüm bile. Merhum Erdem Bayazıt’ın dediği gibi:

“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”

Demek kardeşimiz ölümsüzlüğü tatmıştı. Ama biz hala şoktaydık ve mırıldanır gibi düşünüyor, bir umut diyorduk. Öyle ya, sapasağlam adam, her zaman mescidimizde namazda yan yana saf bağladığımız adam, her gün karşılaştığımız, selamlaşıp sohbet ettiğimiz adam, kapı komşumuz, otuz yıllık meslektaşımız için söyleniyorsa bu sözler, ister istemez böyle diyorsun işte. Aslında böyle olsun istiyorsun. Bir yanlış haber olsun, ya da tamam kaza olmuş ama ölmemiş olsun istiyorsun işte!

Filim başlıyor birden hatıralarınla hafızanda. Acı tatlı anılar geliyor gözünün önüne. Bitmez tükenmez, renkli Türkçe sinamaskop filim gibi anılar…

Sonra hayaller geliyor, planlar geliyor…

Ömür bitiyor ama filim bitmiyor işte.

Arabadan hızla iniyor ve acile giriyoruz. Eyvah, bacanakları da orada! Doğruca onlara yöneliyoruz. Maalesef haber doğru!

Engellenemeyen Düşünceler

Hoca Efendi o akşam komşu sayılacak kadar yakın bir dairede Arapça olarak derslerini okuyor. Sonra kalkıp evine dönmek için oradan ayrılıyor. Evine ulaşmak için yolun karşısına geçmesi gerekir. Galiba dikkatsizce yola giriyor. O sırada çok süratli bir araba ona vuruyor. Görenler, “metrelerce havaya savruldu ve düştü. Galiba orada can verdi” diyorlar. Gerisi mahşer tabi…

“Vuran sarhoş imiş” haberi geliyor kulağımıza.

Arkasından “Bu sene hacca gitmiş muhterem bir babanın haylaz ve yaramaz bir sarhoş çocuğu” diyorlar vuran için.

Bir Mersedes araba şehir içinde bir adama vurunca beş altı metre havaya fırlatıyor ve birkaç takla attırıyorsa, acaba hızı saatte kaç kilometredir?

Şimdi bir hoca efendinin katili olmayı nasıl değerlendiriyordur sarhoşluktan ayıkmışsa?  Ne Düşünüyordur nezarethanede kim bilir? Böyle bir kaderi yaşayacağını bilseydi hiç içki içer miydi?

Ya anası babası neyler şimdi acaba katilin?

“Evlat yetir, aklını yitir” mi diyorlardır, kim bilir?

Allah başlara vermesin!

Akıl işte, nerelerde geziyor. Acaba çıplak hakikatten mi kaçıyor, teselli mi arıyor bu sorularda?

Bırak sen onları da asıl soruyu sor ey akıl; neyler şimdi merhumun eşi ve çocukları?

Hoca Efendinin birkaç aydır yanında olamayan eşi, kızının tahsili sebebiyle onun Ankara’da tuttuğu evde yaşayan zevcesi ne yapıyordur haberi alınca?

Ya yavruları?

Anası başlarında olmayan kurk cücükleri gibi yavruları? Hepsi de kız olan masum, dindar kuzular? Acaba onlar ne haldeler? Şu anda evinde kimler vardır acaba?

Komşular koşmuşlardır mutlaka, mümkün değil, yalnız bırakmazlar. Bizim toplumumuz böyledir, ille de Elif Sitesi…

Haberler Artık Çok Hızlı

Kardeşleri, bacanakları, bazı arkadaşları hep acildeyiz. Rahat gördüklerimize cenazenin nereden kalkacağını, nereye defin edileceğini soruyorum. Uykudan uyanır gibi birbirlerine bakarak yavaş yavaş bunları düşünmeye başlıyorlar.

Biraz kaldıktan sonra anlıyoruz ki burada yapacak başka bir şey yok. Eve dönüyoruz. Yerel internet sitelerine bakıyoruz, haber Anadolu Ajansı ile düşmüş medyaya:

“Kahramanmaraş’ta otomobilin çarptığı kişi hayatını kaybetti.

Sinan Anın kullandığı 46 AP 266 plakalı otomobil, Binevler Kavşağında yolun karşısına geçmeye çalışan Halil İslamoğluna (67) çarptı. 112 Acil Servis ekiplerince Necip Fazıl Şehir Hastanesine kaldırılan İslamoğlu (şehir içindeki şubesi) müdahaleye rağmen kurtarılamadı. (Doğrusu kaza yerinde çoktan hayatını kaybetmişti. Sürücü Sinan A., gözaltına alındı.”

Dostlarına yarın duyururuz diyorum içimden. Şimdi haber verip te huzursuz etmeyelim geceden diyorum. Fatiha’mı okuyorum, duamı ediyorum ve oturup bu yazıyı yazıyorum. Daha doğrusu yazıyla oyalanıyor, bir teselli arıyorum.

Kendi Ölümüm

Bir yandan da “kendi ölümüm ne zaman ve nasıl olacak?” diye geçiriyorum içimden. “Böyle ani mi olacak, yoksa yataklarda mı? Hangisi daha hayırlıdır acaba hakkımızda?”

Allah rezil ömür vermesin. Ani de olmasın. Bir tövbe fırsatı, bir tevhit imkânı olsun yani.

Derken göz kapaklarıma bir kurşun biniyor uykudan. Yazıyı bitirene kadar kaç kez uyudum uyandım masa başında, hatırlamıyorum…

Hoşça kal dostum!

Ruhun şâd olsun.

Seni şimdiden özledik!

Hayırlara vesile olması dualarımla onunla yaşadığımız bin bir hatıradan birkaçını yazmak isterim. Bunlar denk düştükçe çoğalır inşallah.

Cemaleddin el- Hartlâbî Kimdir?

Bir zamanlar üç arkadaş, Merhum Halil İslamoğlu ve Ali Seyyithanoğlu dostlarımla okuldan çıkmış, güzel bir konu etrafında konuşarak evimize doğru yürüyoruz. Yoldaşlarımdan Halil Hocamla fikirlerimiz ters düşünce, o da ben de konuyla ilgili aklî ve naklî deliller getirmeye başladık. Her birimiz tearuz eder gibi görünen delillerimizi kendi anlayışımıza göre yorumluyor, uzlaştırıyor, tezimizi savunmaya çalışıyorduk. Derken ben bir ayeti zikrederek ondan kendi fikrimi dolaylı destekler bir yorum çıkarttım. Merhum itiraz etti:

- O ayeti öyle yorumlayan birisi var mı?

- Varsa kabul mü?

- Elbette.

- O zaman söyleyeyim, elbette var.

- Kim o, söyler misin?

- Tabii ki söylerim. Ebu Muhammed Cemaleddin b. Özdemir el- Hartlâbî el- Mer’aşî.

- Peki öyleyse, dedi ve sustu.

Ben içimden gülmeye başladım. Bilenler bilir, Halil Hocamın öyle susması nadirattandır. Bir müddet sessizce yürüdük. “Acaba çakarlar mı?” diye düşünürken gülmemek için kendimi zorluyor, dilimi hafifçe ısırıyordum. Ortalığı gerçekten de bir müddet derin bir sessizlik kaplamıştı. Derken tartışmayı dikkatle dinleyen üçüncü arkadaşımız başını bana doğru çevirdi ve kestiremeyen kararsız ama soran gözlerle bakmağa başladı. Galiba espriyi anlamıştı ama yine de tereddütlüydü. Yani benden anladığı şeye tasdik bekliyordu o bakışlarıyla. Ben de keyifli keyifli gülerek verdim gitti istediğini… 

O da gülmeye başlayınca, Halil Hocam biraz şaşkın, biraz tedirgin bize bakmaya başladı. Ortada bir şeylerin döndüğü kesindi ama neydi?  Düşünüp araştırmaya başladı. Anlayınca o da gülmeye başladı ve anında itirazı da bastı:

-  Hayır, kabul etmiyorum!

-  Geçti Bor’un pazarı hocam. Atı alan Üsküdarı bile geçti.

-  Hayır! Asla kabul etmiyorum!

Neydi mi güldüğümüz?

Yalan Yok

Hemen ifade edeyim. Muhammed benim büyük oğlumdu. “Ebu Muhammed” künyesi oradandı. Özdemir ise rahmetli babam, Hartlap da köyümdü. el- Mer’aşî’yi açıklamaya gerek var mı? Adımın da aslında Cemaleddin olması gerekir. Kısaltılmışını yazdırmışlar nüfusa. Yani “Ebu Muhammed Cemaleddin b. Özdemir el- Hartlâbî el- Mer’aşî” diye delil getirdiğim müfessir, aslında benim kendimdi!

Resulüllah (sav)  Efendimiz “şakayla da olsa yalan söylemeyiniz” diyordu. Bu isim ve künye doğrudur, ama “müfessir” olduğum doğru muydu?

Buna inanmak da artık size kalmış. İpucu vereyim mi? Yirmi yıldan fazla İmam Hatip Lisesinde tefsir dersleri okuttum. Elif Mescidinde Kur’an- ı Kerim’in baştan sona tefsirini yaptım. Yıllardır vaazlarımızı Kur’an- ı Kerim’den yaparım. Bunları internette YouTube sayfamızda ve sitemizde ararsanız bulabilirsiniz. Artık fakiri de “müfessir” sayarsanız kıyamet kopmaz ya!

Sevgiliyi Raflarda Görünce

Kitaplar için rakip alacaklar vardır. Onlardan da korunmak vardır elbette alırken kitabı. Belki tuhaftır, belki “sevdiğinden infak etmedikçe” ayetine terstir, belki “sen muhtaç olsan bile din kardeşini kendine tercih etme” ilkesi olan “îsar”a aykırıdır, ama fart- ı muhabbetle mecnun olmuşa malumdur ki söz kar etmez, başka ne diyelim, Allah af ede.

Doksanlı yıllardı, İstanbul’da, Diyanetin kitap satış yerindeyiz. Arapça kitaplara içeride ayrı bir yer ayırmışlar. Satılmadığı için de fiyatları enflasyona göre ayarlamamışlar, çok ucuz olarak satıyorlar. Ramazan Pak, Halil İslamoğlu ve fakir üç kitapsever, içeri daldık. Her birimiz bir köşesinden başladık incelemeye. Orta bir yerde Halil Beyle birleştik. Baktım elinde büyük boy mavi ciltli bir kitap var.

-  Nedir bu? Dedim.

-  Bir lügat, dedi.

Geçtim öbür tarafına ve “bakayım kimin lügati imiş” diyerek bir cildini de ben aldım. Bakar bakmaz “Allah” diye bağırmamak için kendimi zor tuttum ve surat ifademi görerek etkilenmesin diye de Halil Hocaya yanımı döndüm. Ellerim heyecan ve zevkten titriyordu. Gördüğüm yanlış mıydı acaba? Tekrar tekrar baktım, yanlış değildi. Kitap yıllardır merak ettiğim ve aradığım, ama bir türlü karşılaşamadığım bir kitaptı.

Efendim, Elmalılı Hamdi Efendinin o muazzam tefsirini okuyanlar, Mütercim Asım Efendinin o harika şaheseri “Kamus Tercümesi” isimli şaheserden ne kadar çok faydalandığını bilirler. Firuzabadî’nin ikibin kitaptan faydalanarak yazdığı, aslı altmış cilt olan bu özet kitap “el- Okyanusu’l Basit Fi Tercümeti’l Kamusi’l Muhit”, Mütercim Asım Efendinin büyük emek vererek o muazzam tercüme ve ekleriyle daha da güzelleşmiş, kültürümüz adına abide bir eser olmuştur. İşte bunun yanında Elmalılı yer yer aynı Firuzabadî’nin bir kitabından daha kaynak olarak bahseder ve bol bol alıntılar yapar. O eserin adı da “el-  Besâir”dir.

Kamusu yıllar önce Yaşar Alpaslan hocam bana zorla aldırmıştı. Zorla diyorum, çünkü ben o zamanlar yeniden Arapçaya cidden başlamıştım ama henüz bu kitabın değerini tam olarak bilmiyordum. Bir de kelimelerin dizilişi normal sözlükler gibi değildi. Bizim alışmadığımız eski tarzdaydı. Bir değerli hocamız parasız kalmış ve faydalanmadığı bu eseri satmak istemiş. Yaşar Hocam hem beni kitap sahibi yapmak, hem de o hocaya hizmet etmek için, “bir hocada bu kitap olmazsa kütüphanesi de kendisi de eksiktir” diye o kitabı bize ister istemez iyi bir fiyata satmıştı. Çünkü ona göre bu orijinal nüsha antikaydı. Biz de “aşa dökülen yağın zararı olmaz, paramız bir hocaya gidiyor ve sıkıntısını gideriyor” diyerek memnuniyetle almıştık.

İşte şimdi Elmalılı Hamdi Efendinin o meşhur kaynağı elimde duruyordu. Ummadığım bir yerde, ummadığım bir halde karşıma çıkmış bana göz kırpıyordu.

Hemen raflara süratle bir göz gezdirdim, acaba bir nüsha daha var mı diye. Maalesef yoktu. Bir daha, bir daha baktım kitapların sırtına, yok. Kitap tek nüsha!

Bir Sorun Vardı

Şimdi çarpıldığım bir sevgiliye dokunmaktan ötürü zevkten bayılıyordum ama içimi yakan kavuran, “her bir şeylerden yaman ayrılık” diyerek “el-aman” çektiren bir sorun vardı. Halil Hoca benden önce el atmıştı ona ve alırsa öncelik hakkı ona aitti. Onun elindeki bir kitaba ben fiyat veremezdim. Bu dinimizce ayıp olurdu ve kardeşliğe zarar verirdi. Bize hiç yakışmazdı. Resulullah (sav)  Efendimiz:

“Birisinin müşteri olduğuna siz olmayın. O almazsa o zaman olursunuz” diyordu[1].

Aksi bir davranış soğukluğa, kine, nefrete sebep olurdu.

İyi ama Halil Hoca da bir kitap hastasıydı ve kitabı tanırsa gözünün yaşına bakmaz, kaça mal olursa olsun alırdı. Doğrusu böyle bir kitabın havası yeterdi para vermeye. Ben şimdi ne yapmalıydım? Acaba fiyatı pahalı mı idi? Eğer öyleyse, zannetmem ama belki almaz olabilir miydi? Yok yahu, Halil Hoca bunu kaçırmazdı!

Hemen kitabın son cildini aldım, fiyatına baktım. Altı ciltlik kitap fiyatı, enflasyonla iyice düşmüş, normalde iki veya üç cilt kitap fiyatına idi. Yani kitabın fiyatı normalin yarısından bile azdı. Bunu da görünce iyice başım döndü. Kitabı yerine koydum ve masaya oturdum.

Yan gözle dikizliyordum, Halil Hoca hala o kitabın bir cildine bakıyordu. İçimden “almasa da geçip gitse başka yere, ah bir gitse…” diyor ve bunun için dua ediyordum. Derken bana baktı ve:

-  Ne o, kitabı yerine koydun, beğenmedin mi?

Yüreğim gürp etti. Bu soruya öyle bir cevap vermeliydim ki, evvela yalan olmamalıydı, sonra da Hocayı almaktan caydırmalıydı. Dedim ki:

-  Beğendim de, lügat kitabı. Elimizde bir sürü lügat var arkadaş. Ben alırsam daha farklı kitaplar alırım.

-  Haklısın, diyerek kitabı rafa koydu.

Kalbim küt küt atıyordu. Biliyordum, onda da bir sürü Arapça lügat vardı. Hatta en son Ökkeş Karakoç Hocamın Mısır’dan getirdiği lügati de zorla denecek kadar bir ısrarla almıştı elinden ve onunla bize hava atardı. Ah bir bilse, hava atacak kitap işte elinde duruyordu. Fakat “lügat” deyince hocam da koydu kitabı raftaki yerine. Ben çaktırmamak için soğuk bir sesle dedim ki:

-  Ne o, sen de koydun rafa. Almıyor musun?

-  Yok yahu. Bende de bir sürü lügat var. Ne yapacağım bunu? Dedi.

-  İyi, dedim ben de.

Sevinçten uçuyordum ama belli etmeden!

Bir Hazineyi Kaybetti

Yan gözle onu takip ediyordum. Kitabın hizasından yürüdü gitti ve başka bir kitaba elini attı. İşte şimdi öncelik hakkını kaybetmişti. Ben rahatça talip olabilirdim. Ama yine de nizah çıkmasın diye tedbirli hareket ediyordum. İçimden “Allah’ım hamdolsun” diyerek yerimden fırladım ve kitabı tekrar aldım. Biraz daha bakarak oyalandım. Sonra da altı cildini birden masanın üstüne önüme indirdim. Biraz baktıktan sonra dedim ki:

-  Bu kitapta sözlükten başka bilgiler de var yahu! Tarih var, tefsir vesair var. Madem sen bıraktın almadın, ben alayım bari de kitap küsmesin. Çünkü fiyatı çok ucuz. Madem fiyatı da bu kadar az, aldım gitti.

-  Ne kadarmış?

-  Şu kadar.

- Yahu ben fiyatına hiç bakmadıydım. Öyle ucuz olduğunu bilseydim, ben de alırdım. Neyse, hadi hayrını gör.

-  Teşekkür ederim, sağ olasın.

Eh, işi cıngarsız cangamasız halletmiştik. Şimdi bombayı patlatabilirdim. Birden bağırdım:

-  Allah!

İki hoca birden döndü bana doğru ve merakla sordular:

-  Ne var, ne oldu?

-  Yahu şu kitaba baksanıza!

-  Nedir ki o?

- Yahu bu kitap Firuzâbâdî’nin “el- Besair”i taman! Allah Allah!

-  Neeee?!

- Vallahi öyle? Elmalılı’nın baş tacı, her kelimede başvurduğu şah eser bu yahu? Aman Allah’ım, ben kitap değil, bir hazine almışım taman. Yıllardır bunu arardım da bulamazdım, sana hamdolsun Allah’ım!

Halil Beyin suratını görmeliydiniz. Üzgün, şaşkın, kararsız, tedirgin… Kendim adına sevinirken, onun adına üzülüyordum. Bir bana, bir kitaplara bakıyordu. Onları üst üste koymuş, kucağıma çekmiş, seviyor, okşuyordum. Benim yârim olmuştu. “Aldım kabul ettim” diye nikâhını kıymış, akdini ilan etmiştim. Kucağımdan çekip alacak hali yoktu ya arkadaşımın! Birden geriye döndü ve raflara baktı. Ben daha önce yapmıştım bunu. Maalesef bir nüsha daha yoktu. Ama kendisi farkına varsın diye “Boşuna arama, başka nüsha yok” demedim.

Durdu durdu ve durgun bir sesle dedi ki:

- Yahu Cemal Hoca, kısmet seninmiş. Ben o eser olduğunu bilseydim, sana bırakır mıydım?

- Elinde uzun uzun bakıyordun arkadaş. Ciddi ciddi de inceliyordun. Nasıl oldu da farkına varmadın?

- Ne bileyim işte! Ben muhtevasına bakıyordum. Hiç ismine ve yazarına bakmadım ki…

-  Canın sağ olsun. Bendeki kitap senindir demektir. Malum, kitaplarımız birbirimize açıktır.

Yırtacağına Bana Verseydin

Bir gün okul kooperatifinde oturuyorduk. Halil Hocam hışımla içeri girdi, çantasından bir kitap çıkardı ve öfke ile yırtarak çöp sepetine attı. O kadar ani yapmıştı ki,

- Yırtacağına bana ver yahu, demeye bile fırsat bulamadım. Sordum:

- Neydi o kitap?

-  Necip Fazıl’ın “Doğru Yolun Sapık Kolları” idi.

- Yahu yırtacağına bana verseydin ya! Bize zarar vermezdi herhalde.

- Olabilirdi ama öfkemden düşünemedim. Müslümanlara bu kadar iftira ve hakaret beni çıldırttı yahu…

- Sen iyi ki Ahmet Davutoğlu’nun “Din Tahripçileri” kitabını okumamışsın.

-  Ne demek, onu da okudum.

-  Ne yaptın?

-  Onu da sobada yaktım!

İmanı polat gibi sağlam ve kuvvetli bir arkadaşımızdı. İslam’a zarar verilmesine tahammül edemez, Allah için öfkelenirdi. Ruhu şâd, mekanı cennet olsun!

Erken Ayrılan Dosta

                        Halil İslamoğlu Hocama

“Halvet der encümen” derdi eskiler
Yalnız kalmaya kalabalıklarda
Böyle derinden düşündüren nedir?
Sorulmaz ki sen orada ben burda!

Boşa kıskanmışsın sevdiklerini
Kimse senin kadar sevilememiş.
Duysaydın dostların dediklerini
Her meclis seninle başlar bitermiş.

Dün kapını çaldım bir heyecanla
“Mümkün mü acaba bir kitap lazım?”
“Buyur hocam” diyen bir ses duyunca
Kapının ardında sen varsın sandım.

Burun kemiklerim sızladı birden
Kalbimin acısı gözümde çaktı
Düşünmek bile sarsmıştı derinden
Dostum şimdi bana mı bakacaktı?

Ne acı çok ıssız odalar parklar
Kuşlar bile suskun ağaçlar ağlar
Gürül gürül akan sohbet kurudu
Dostların “Ah hocam ah” der dururlar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Hadis: "Mü'min mü'minin kardeşidir. O bakımdan hiçbir mü'mine, kardeşinin alım-satımına karşı onun satın almak istediği şeyi satın almaya kalkışması ve evlenmek için istediği kızı istemeye kalkışması -kardeşi satın almayı veya evlenmek üzere istediği kızı terk etmedikçe- helal olmaz". Müslim, 1412, 1414.