HÜSEYİN BAHAR HOCA EFENDİ

Hoca Efendi ilmini insanlara iletirken tatlı dili, güler yüzü, nükteli sözleri ile dinleyicileri kendine bağlar, gönüllere girerdi. Bugün Hüseyin Bahar dendi mi insanların akıllarına bir ilim ve güven, kalplerine de bir saygı ve neşe gelir. Bir muhabbet dalgalanır kendiliğinden gönüllerde.

Baharın geldiği şu günlerde etrafımız nasıl da ısınmakta, canlanmakta, yeşillenmekte. Kuşlar cıvıl cıvıl. Çocukların şen sesleri avluları, meydanları doldurmakta. İnsanlar yavaş yavaş evlerinden bağlara pikniklere doğru neşeyle yollanmakta. Çalışkan köylülerimiz bağlarına bahçelerine dolmakta. Kimi bağ budar, kimi boğazını açar, kimi birdaha kazar olmakta. Acıkınca yenen azıklar bal tadı verir damakta. Genç kızlar yeşil bayırlarda lale, nergiz ve sünbül toplamakta… Bahar bu. Adamı çarpar ve kendine bağlar. Börtü böcek uyanmış kış uykusundan, gezmekte, uçmakta, vızıldamakta…

Bizim Bahar’ımız da öyledir. Çarpar adamı konuştukça. Kuru dallardan tomurcukların fışkırması gibi nereden bir espiri patlatacak kestiremezsiniz. Sakın ha nükteyi anlamayıp da “bu sözde niye ki?” demeyin ve düşünün, bir yeri veya sebebi vardır mutlaka…

Kendi başına kaldığında belki hüznü de yaşıyordur. Eminim öyledir. Çünkü büyükler hep öyledir. Ama ihvan arasında tatlı dil ve güler yüz sadakadır. İnsanlara sürur vermek sadakadır bilirler onlar. Bir de bu bilgiye zeka ve mizahî fıtrat eklenince, coşar ve taşar insan. Zaptetmek zordur o zaman dilin ucuna kadar gelen nükteli kelamı. Karıncalandırır dili eğer konuşulmazsa, kaşır durur dili damağı sustukça.  Adam atmadan duramaz o zaman içten kaynayıp gelen kelimeleri ağzından. Hele bir de dostluk ve itimat varsa arada, seyret sen saçılan inciler gibi dökülen nükteleri. Bu arada az biraz birilerine batan sivrilikler de olsa, veya az açık saçıkça da olsa, hiç fren tutmaz, olur “geldi kafiye, gitti Safiye.”

*  *  *

Mesela öğrencilik var, gurbet var, uzun kış geceleri kalabalık koğuş gibi yatakhane var, burada zaman geçer mi şaka olmazsa, latife olmazsa? Hatta az buçuk gevezelik demeyelim de “hoş beş” diyelim, “lafazanlık” diyelik, “yarenlik” diyelim, her neyse işte o olmasa?

Geçmez canım, geçmez zaman. İşte öyle bir akşamdır. Arkadaşı namaza durmuştur. Kıyamdadır. Onun ne kadar kıyamda duracağını bilir tabi. Çocukluktan gençliğe doğru yürünen günlerdir. Dedik ya, yurt günleri, gurbet günleri, okul günleri yani. Şaka olmazsa geçer mi o günler?... olacak tabi. İşte aklına gelmiştir şaka, nasıl kovsun ki? Arkadaşının rukuya gidecek zamanı gelince der ki ona: “Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle …… vereceksen rukuya git, yoksa gitme.”

Ne yapacak şimdi arkadaşı? Bir zammı sure de koşsa, Kur’an’ın tamamını da hatmetse sonunda rukuya gidecektir. “Yapmam” da diyemez. Çünkü namazın içinde konuşmak yasak. Mecburen gider rukuya. O zaman bir şamatadır kopar haliyle…

Ama espiri hala devam ediyor aramızda: “Zalım gene de sözünde durmadı.”

Arkadaşı da oradadır ve kafasını sallamaktadır gülerek aradan geçen bunca seneden sonra…

O arkadaşını çok sever ve tabağın deriye yaptığını yapar bazen. Bazen de başlarından geçen maceraları anlatırlar zaman zaman…  Şu “yapacaksan” dediği de nedir? Diye sorduğunuzu duyar gibiyim. O da dostları arasında kalsın. Halkaya girerseniz size de anlatırlar.

*  *  *

İmam Hatip Okulu zamanında Bahar’ımız “her Türk genci” gibi “zekidir, çalışkandır”. Sevilen, beğenilen bir öğrencidir. Hem de fırsatları hiç fevtetmez. Bir yandan İmam Hatip okulunda okurken, bir yandan da özel dersler alır şehrin ülemasından. Bu arada imamlık da yapar aynı zamanda.

İmam Hatip Lisesinden sonra Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nü de bitirir ve öğretmen olarak atanır. Ben Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesinde okusaydım öğretmenim olacaktı ama biz Diyarbakır İmam Hatip Lisesine gidince o şansı kaçırırız. Ama hamdolsun uzun yıllar Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesinde beraber çalıştık ve sohbetlerinden istifade ettik.

Teneffüslerde onun oturduğu yer kalabalık olurdu. Etrafında öğretmenler halkalanırdı. Belki çoğu da öğrencisidir. Öyle bir neşeyle geçerdi ki zaman, ne zaman teneffüs biter de ders zili çalardı, adeta bilinmezdi.

Bu sohbetlerin benzerleri evinde de olurdu. Cemaat toplanır, dersler yapılır, çaylar içilir, bademli şekerler yenirdi. Cuma günleri de evine yakın bir camide mutlaka vaaz ederdi. Bir yandan okulda eğitimle uğraşırken, diğer yandan da halk eğitimiyle ilgilenir, tebliğ ve irşat dolu bir hayat yaşardı.

İlmini insanlar iletirken tatlı dili, güler yüzü, nükteli sözleri ile dinleyicilri kendine bağlar, gönüllere girerdi. Bu gün Hüseyin Bahar dendi mi insanların akıllarına bir güven, kalblerine de bir neşe gelir. Bir muhabbet dalgalanır kendiliğinden.

*  *  *

Her insan gibi onun da yaman imtihanları vardır. Allah (azze ve celle)  sabrını ve mükafat artırsın. Bazılarını dostları gibi ben de biliyorum ama diyemiyeceğim. Fakat birisini dile getirmek isterim.

Uzun bir hastalık ve tedavi çabalarından sonra kaybettiği eşini mezara koyduktan sonra başında telkin verirken titreyen sesiyle “Ya Habîbî”, yani “Ey sevgilim” deyişini hiç unutamayacağım…

Bu kadar  hüzün ve sevginin iç içe geçişi ve bunun ta ciğerden dile getirilişi, unutulacak bir manzara mıdır? Öyle inanıyorum ki, merhametliler merhametlisi ulu Allah (azze ve celle)  bu sesi yerin altındaki sahibine duyurmuş ve teselli etmiştir…

*  *  *

Hocamız mesleğine aşıktı. Gönlüyle ayrılmadı İmam Hatipten. Yaş haddi sebebiyle emekli oldu. Hem de iki kere. İlk emekliliğinde ben dersteydim. Kapıyı çaldı ve içeri girdi. Ben şaşırmıştım. Hürmetle ayağa kalkarak masaya buyur ettim. Nezaketle “izniniz olursa vedalaşmak istiyorum öğrencilerimle” dedi. “Estağfirullah, buyurun hocam” dedim ve iki adım geriye gittim. Bir iki kelimeden sonra sesi titredi ve kısa kesti. Gözyaşlarını bize göstermeden çıktı ama biz onu beceremedik…

Şimdi emekli hocam. Yine ev sohbetlerinde, yine vaazlarda ve yazın Tömek’de bağlarında. Güzel bir bağı var. Okuldan bana bağını göstermişti bir zaman,  ama o zaman içinde damı yoktu. Şimdi damı da var. Allah başka eksiklerini de tamamlasın.

Hocamıza haddim olmayarak iki teklifim oldu. Brincisi hayatını yazması. O hayatlar, yaşandığı zaman dilimi açısından da önemlidir. Öğrencilerin ve halkın ilim ve eğitimi kavramaları ve kıymet bilmeleri açısından da önemlidir, irşat ve tebliğ açısından da.

İkincisi de ilmini yazması. Kitap yazması yani. Özellikle “Risale-i Nur”da uzmandır. İstese Risaleler içindeki konuları Kur’an ve sünnetle ve selefin eserleriyle mukayese ederek yeniden ele alır, farkı nazara verir, çağdaş ihtiyaçları gündeme getirir, meselelere Risalelerden çözümler sunar vs…  Ama milletçe konuşmayı seviyor, yazı zahmetinden kaçıyoruz maalesef. Oysa hocam yazsa, sadaka-i cariyesi çok istifadelere vesile olur kanaatindeyim. Zannetmem ama inşallah bundan sonra yazarak beni sevindirir.

*  *  *

Burada yeri gelmişken ne kadar ince düşündüğüne bir tanıklık olsun diye şunu da yazayım: her kitabım çıktıkça hocama bir tane verirdim. Benim beklentim okuması ve kritik etmesi, müsbet ve menfi yönleriyle tenkit etmesi, yön göstermesidir. Ama bunu hiç yapmadı. Nedendir bilmiyorum. Acaba hiç okumadı mı, okudu da nezaketi gereği eleştirmedi mi, başka sebep ve düşüncelerden mi, bunu bilemedik gitti.  Belki de eleştiriye tahammül edemem de alınganlık yaparım diye mi korktu, onu da bilemem. Ama yapsaydı memnun olurdum.

Neyse konu o değil. Bir defa yine bir kitap uzattım. Bana:

-  “Bunun fiyatını söyle, hemen ödeyeceğim.” Dedi.

- “Aman hocam, benim için kabulünüz şereftir” dedim. Dedi ki:

- “Hocam hem bereket olur. Hem de sen de zengin değilsin. Biz vermezsek kimden alacaksın? Zarar etmemen lazım ki yenilerine cesaret kazanasın.”

Gerçekten biz o zaman belki üçyüz öğretmen idik okulda. Eğer her öğretmen bir kitap alsa, üçyüz kitap hemen satılır demektir. O zaman hiçbir öğretmen kitap yazmaktan ve bastırmaktan korkmaz. Bu ne büyük bir teşviktir?

*  *  *

Hocam iyi bir hafızaya sahiptir Allah Teâlâ’nın lütuf ve keremiyle. Maraş İmam hatip’in ilk öğrencilerindendir. Erken yaşlarda Risal-i Nur ile tanışmıştır. Onu çok okur. Hatta döner döner okur. İyi bir “Nurcu”dur. Keşke Risale-i Nur’ları çağımıza yorumlayacak eserler verse temennimi tekrar edeyim, önemine binaen. Arapçası iyidir. Bir öğretmene göre iyi bir kütüphanesi vardır. Temel eserler oradadır bizim alanımızda. Tefsirden Elmalı’yı, hadisten “et Tâc”ı çok okuduğunu zannederim. Hafızasında bir hayli ayet ve hadis metni vardır. Konuşmalarında çok uzun da olsa bazen hadisin metninin tamamını okur. İyi bir hatiptir. Belki vaazları bir ders gibi planlı programlı değildir. Tam bir sohbet havası içindedir. Kalbine geldiği gibi gider. Nüktedandır. Bazen tehlikeli alanlara girdiği de olur. O zamanlarda gaza basar, depara kalkar. O çok hızlı konuşmayı dikkatli dinleyenler anlar ve güler. Anlamayanlar öyle bakarlar. Belki de yanındaki gülene şaşırarak, “ne var gülecek?” derler.

Nükte, latife, mizah hayatında önemli bir yer tutar. Yukarıda yazmıştık, zekanın zekatı sayılan nükteler, latifeler, şakalar akla geldiğinde dili zaptetmek gerçekten de zordur. Niceleri bu uğurda kelle vermiş, huyundan vaz geçememişlerdir.

*  *  *

İşte size bir örnek: Devlet, o zamanlar “kaloriferler 15 Kasımda yanacak” diye yönetmelik yapmıştır. Ya hava erken soğursa? Nitekim havalar sğumuştur ama bizim kalorifer yanmamıştır. Okul buz gibi. Doğrusu üşüyoruz. Müdürümüz de vaziyeti bildiği için mazeret beyan edercesine öğretmenler odasına gelmiştir. Üzerinde bir ceket var. selamdan sonra:

- Üşümüyoruz değil mi arkadaşlar? Bakın ben iyi de giyinmememe rağmen, üşümüyorum, dedi.

Hüseyin Bahar Hocamızın aklına gelir de geri gider mi laf? Hemen atıldı:

- Malum, “it üşümez.” Biz çok üşüyoruz Müdür Bey.

Zaten hava soğuktu, biz de iyice donduk kaldık, mos mor kesilen Müdür Bey gibi…

*  *  *

Hocamız, genellikle nur şakirtlerinde görülmeyen bir yoğunlukta siyasi hayata önem verirdi. O siyasetin din ve dindarlara faydasına inanırdı. Çıkışından itibaren Merhum Necmettin Erbakn’ın siyasi çizgisini hep sürdürmüştür. Parti içinde de sevilir, sayılırdı. Çoğu seçim öncesi milletvekili aday yoklamalarda adı ya birinci, ya ikinci gelirdi. Ama halkın bu tercihi bir türlü listede tahakkuk etmezdi. Bu da siyasetin kendine mahsus durumlarından kaynaklanırdı. Cilve-i siyasiyye deyip geçelim. O da var olan vaziyeti bildiğinden o tür oyunlara asla tenezzül etmez, asla hak talebinde bulunmaz, ağırlığını harcamazdı.

*  *  *

Gençliğinde çok hareketli olan hocamızın son yılları nispeten sakin geçmektedir. Andırın’da baraj altında kalan babasından kalan arazilerin parasıyla Tömek’de bir bağ satın almıştır. Yazın orada yaşar. Kışın kaloriferli geniş ve güzel bir evde oturur, Cuma geceleri evinde gelenlere sohbet eder, Cuma günü de öğle vaktinde camide vaaz eder. Ziyaretine gittiğimizde masada badem şekeri eksik olmaz. “Tek olacak, bir olmayacak” der. Biz de avuçlar, ağzımıza atarız hamd olsun. Allah dayanana yardım etsin.

Hocamızın biraz sağlık sorunları vardır. Kendisine bakmaya çalışır. Şeker ve tansiyor zaten uzun zamandır misafiridir. Bunlar rızaya medar olup meşesini bozmazlar. Sıcak bir yuvada, sevilen bir baba olarak izzetle yaşar. Allah hayırlı ömürler versin ve varlığını ümmete faydalı kılsın.

Hocamızın dini hayatından ve ahlakından bahsetmeyi zait görür, haya ederiz. O, çağının Müslümanlarına hayırlı bir rehberdir. Mazbut bir hayatı vardır. Asla hocalığına leke sürecek düşük işlerde görülmemiştir. Tertemiz adı bu şehirde hep hürmetle anılır. Biz de bundan mutluluk duyar, iftihar ederiz çok şükür.

Allah (azze ve celle)  muhterem hocamıza sağlık ve sadetle huzur ve hizmet dolu bir hayat bahşetsin. O’na da, bize de sonunda husn-i hatimeler nasip etsin. Mahşerde sevdiklerimizle haşretsin.