İSMAİL AKBEN HOCA EFENDİ

İsmail Akben hocamız eğitimci olmakla beraber daha çok bir hareket ve dava adamıydı. Özü sözü birdi, bulunduğu her yerde davasını savunmuş ve davranışlarıyla da bunu göstermişti. Dik durmuştu. Bu yüzden çok acılar yaşadı; makamından, unvanından, hatta mesleğinden oldu. Sürüldü, gurbeti yaşadı. Ama mükafatını da gördü.

Yiğit Bir Hoca

Kahramanmaraş’ın yiğit evlatlarından birisidir İsmail Akben Hocamız. O iyi bir öğretmen, iyi bir dost, iyi bir akraba ve iyi bir dava adamıdır bizim gözümüzde. Davasının için mücadeleyi göze almış, çilesini çekmiş, asla taviz vermemiş, gerekirse çok sevdiği mesleğinden, memleketinden, makam ve unvanından geçebileceğini yaşayarak göstermiştir. Sadece söz ile değil, bilfiil cihadını yapmıştır. Buna rağmen cihadını dünyasına alet etmemiş, kimsenin gözüne sokmamış, göze girmek için vesile de kılmamıştır. Çok hoş sohbet birisidir. Meclisinde can kulağı ile dinlenirken, kimse onu, çilelerin insanı olarak düşünemez. Yiğit dememiz abartı değil, aynıyla bir hakikattir.

Yetişmesi

 1939 yılında dünyaya gelmiştir hocamız. Nahırönü evladıdır. Hoca yetiştirmiş dindar bir ailenin evladıdır. İlkokul ve liseyi Kahramanmaraş’ta, İlahiyat Fakültesini Ankara’da okumuştur. Lütfü Doğan ve Cemaleddin Kaplan Hocaların sınıf veya okul arkadaşıdır.

Fakülte bitiminde Milli Eğitimde görev alan hocamız önce Edirne’de çalıştı. Sonra Diyarbakır İmam Hatip Lisesine atandı. Bizim tanışmamız orada başlar. Zira ben de orada yatılı bir öğrenciydim o zaman. Dersimize girmedi ama ben hep hocam kabul ettim onu. Çünkü öyle bir insanın talebesi olmak da bir övünç kaynağıdır.

Utanmak İyidir Ama

Rahmetli babam ona selam yazardı mektuplarında. Ben de götürüp söylemeye utanırdım. Yahu ne utangaç yetişmişiz böyle? Evet, utanmak çok iyi ve çok gerekli bir güzel duygudur, ama hayra da mani olmamalıdır. Hayâyı öğretirken bu tembihi yapmak gerekir.

Neyse, merhum babam “Ne haber? Selamımı söyledin mi İsmail Hocaya? Mektubunda yazmadığına göre söylememişsin. Oğlum o bizim hısımımız. Muhakkak tanış. Selamımı muhakkak söyle” diye yazardı.

Arkadaşlara bu konuyu açınca bana cesaret verdiler. Bir gün o idare kapısının önünde birkaç öğrenci ile sohbet ediyordu. Yanlarına vardım, selam verdim. Severek aldı.

-  Babamın size selamı var, dedim.

-  Baban kim?

-  Demir Efendi.

-  Vay yaramaz çocuk. Sen miydin o bize anamızdan bir sürü fırça yediren? Gel bakalım şöyle.

Bir tenhaya oturduk. Meğer annesi de yanında kalıyormuş Diyarbakır’da. Ona durmadan:

- Oğlum burada bir akrabamızın çocuğu varmış. Zavallı gurbette kimsesiz. Sana kaç oldu söylüyorum “şu çocuğu bul” diye. Sen niye kulak asmıyorsun?

- Ana öyle biri olsa beni bulmaz mı? Kulak asmadığımdan değil. Sen yanlış bilmeyesin?

- Yok oğlum yok. Ben kaç kere sordum. Sen ihmallik ediyorsun.

Anası haklı. Onun ihmalkarlığı olmuş vaziyetten anlaşılan. Yoksa öğrencilere “Bana bir Maraşlı bulun” dese, gerisi çorap söküğü gibi gelmez mi?

Neyse, aldı beni evine götürdü. Bir ev yemeği yedim. Ev havası teneffüs ettim. Bunlar gurbette ilaç gibidir adama, bilen bilir.

Her Zaman “Abi”

İsmail Hocam kişiliği ile her zaman “abi” pozisyonundaydı diğer öğretmenlerin yanında. Bunun en büyük sebebi cesaretiydi. O zamanlar Türkçülük Kürtçülük hareketleri aleni cereyan ederdi. Yetmişli yıllara girerken anarşi yine azıtmıştı. Sol terör faaliyetteydi. Kürtçülerle solcular işbirliği halinde çalışıyorlardı. Bu arada Molla Mustafa Barzanî’ye müthiş bağlılık vardı. Sınıfımızın yarısı bu hareketlerin içindeydi. Hatta şehirdeki kavgalar bizim okula da sıçramıştı. Bu harekete muhalif olan bazı arkadaşlar dayak bile yediler.

Hocalarımız da ikiye bölünmüştü. Kürtçüler açıktan tahrik ediyorlardı. Sağcı muhafazakâr öğretmenlerin başında İsmail Akben Hocamız vardı. Cesaretiyle onları birleştirmişti. Beraber hareket ediyorlardı.

Garip Bir Ziyaretçi

Bir Pazar günüydü. Nöbetçi öğrenci arkadaşlarımla top oynarken beni buldu:

-  Seni nöbetçi öğretmen istiyor.

Oyun çok tatlı. Nöbetçi öğretmen beni niye çağırır ki? Bir hizmet varsa, işte nöbetçi öğrenci var ya! Çok garip bir durum.

-  Ne yapacakmış?

-  Git kendin sor.

-  Allah Allah! Sırası mı şimdi? Ne güzel oynuyorduk yahu!

Neyse, çağrılmışız, gitmemek olmaz. Terimi sildim, kıyafetimi düzelttim ve kapıyı çaldım ve selam verdim.

-  Gel bakalım Cemal!

-  Buyur Hocam!

-  Sen İsmail Akben Hocanın evini biliyor musun?

-  Evet.

-  Güzel. Bak onun bir misafiri gelmiş. Hadi onu götür de gel.

-  Peki hocam.

Orada oturan misafire baktım; biraz sarışın gibi, orta boylu, hafif tombul, iri mercekli gözlükleri olan yuvarlak ve dazlak kafalı birisi. Düştük yola. Yenişehire doğru gidiyoruz. Epey gittikten sonra sordu:

-  Sen Maraşlı mısın?

-  Evet.

-  Yaa. Neresindensin?

-  Hartlap’tan.

-  Yaa. Kimin oğlusun?

-  Ormancı Demir Efendinin.

-  Yaaaa!

Hım, vurgudan anlaşılan babamı tanıyordu. Ben de merak ettim şimdi, ama bekledim ki kendisi tanıtsın kendisini. Ama ses seda yok. Nihayet cesaretimi toplayarak ben sordum:

-  Abi sen kimsin?

-  Sonra öğrenirsin.

Ben bundan sonra içimden konuşmaya başladım:

-  Yaaaaaa! Sen ubbunu gubbunu sor öğren, bana gelince sonra emi? Ne garip adamsın sen yahu?

Derken vardık hocamın evine. Saat sabahın dokuzu veya onu. İsmail Hocam hanımının yardımıyla pencereyi tamir ediyormuş. Bizi görünce işi bıraktı. Yanımıza geldi ve misafirle kucaklaştı. Bana da hoş geldin dedi ve ekledi:

-  Size zahmet şöyle kısa bir tur atın. On beş dakikada işim biter. Sizi bekliyorum.

Adam sanki dilini yutmuş gibi, hiç konuşmuyordu. Sessizce bir tur attık ve yeniden eve vardık. Benim işim bitmişti, izin istedim ama alamadım. Yemek yiyip öyle gidecekmişim. Utanarak yemeğimi yediğimi söylesem de hocam bırakmadı. Laf aramızda sevindim tabi. Bu arada şu garip ve meçhul adamı da belki tanırım dedim içimden.

Oturduk. Çok geçmedi, kahvaltı geldi, yedik. Sohbet koyulaştı. Bir ara hocam sordu:

-  Sen bekârdın değil mi?

-  Hayır. Evlendim.

-  Ne zaman? Hiç duymadık!

-  Çok ani oldu zaten. Daha doğrusu bir gün okuldan eve geldim. Baktım ki babam gelmiş. Köşede bir de bayan var. Babam:

-  Bu senin hanımındır. Hayırlı olsun, dedi. Böylece evlenmiş olduk.

-  Deme yahu?

-  He öyle!

İçimden gülmeye başladım. Ne garip bir adam yahu! Babası da bir âlem! Derken bu arada bu acayip adamı öğrenmiş olduk. Urfa İmam Hatip Lisesinde meslek dersleri öğretmeniymiş.

Bu yaşadığım garip olayı tatilde anama anlatınca güldü.

- Oğlum, o sıralar biz onun babasının evinde kirada oturuyorduk. Bize “hemen çıkın” deyince, babanla biraz tartıştılar. Münasip zamanda çıktık tabi. O yüzden babanı tanımış ama kendisini tanıtmamış.

Bu mu Mücahit?

Daha büyük şaşkınlığımı ileride yaşayacakmışım da haberim yokmuş. Kayseri’de Yüksek İslam Enstitüsüne girdiğimde Urfalı arkadaşlara sohbet ederken laf lafı açtı, onu sordum. Aldığım cevap karşısında bir daha şaşırdım:

- Ooo, Süleyman Bardakçı Hocamız çok bilgili, çok kültürlü birisidir. Aynı zamanda talebelerle yakından ilgilenen ve onları ders dışında kitap okutan, şuur veren bir mücahittir. Yeniden Milli Mücadelecilerin önderlerindendir. Bizim dava bilinci kazanmamızda çok büyük hizmeti var!

Aman Allah’ım, inanılacak gibi değil! Ama bu şehadeti yapan Adil Öksüz ve Edip Gönenç gibi değerli arkadaşlarım. Gerçekten de şuurlu ve okuyan kardeşlerimiz. Fakat benim şaşkınlığım geçmiyordu bir türlü. Kendi kendime soruyordum: Aman Allah’ım, babasının getirdiği kızla evlenen şu sessiz adam mı mücahit?

Merak ettim tabi. O hocayı kime sordumsa aynen öyle dediler. Boşa dememişler, “aba altında er yatar” diye!

Sonra Maraş Lisesine geldi. Yine aynı o adam. Bu sefer daha yakından tanıştık ve sevdik birbirimizi. Bir gün kendisine Diyarbakır macerasını ve arkadaşlarımın hakkında söylediklerini ve benim kanaatimi anlattım ve sordum:

- Hocam şimdi siz, benim Diyarbakır’da tanıdığım gibisiniz. Nerede Urfa’daki Süleyman Hoca?

Gülerek dedi ki:

-  Burası Maraş’tır hocam. Ben bilerek İmam Hatibe tayin istemedim. Orada Ali Haydar’lar, Necmettin Gevri’ler, Yaşar Alpaslan’lar, sizler var. O büyük hocalar varken bizim sesimiz çıkmaz. Ben de liseyi tercih ettim. İşimi yapıp evime gidiyorum.

Yıllar içinde aynı yörenin evlatları olarak karşılaşıyorduk. Hoş sohbet bir insandı. Kaderi ilahi, rahmetlinin çok sevdiği bir oğlu ölünce çok üzülmüştü. O üzüntü yıpratmış kendisini duyduğuma göre. Emekli olunca aldığı ikramiye parasıyla oğlu adına köyün camisini yıkıp yeniden yaptırdı. Cami bitmiş, kendisi de gitmişti. Süyman Bardakçı Hocayı da bu vesile ile tanımış olduk. İnna lillah ve inna ileyhi raciûn”.

Netameli Bir Müdürlük

İsmail Hocam, birçok kavgaların içinden geçerek günü gelince Maraş İmam Hatip Lisesine tayin olundu. Giderken de “Diyarbakır’ın tamamını verseler bir daha dönüp bakmam” demişti. Maraş’ta bir müddet öğretmenlikten sonra muavinlik ve derken müdürlük yaptı. Müdürlüğü çok netameli oldu. Orada bazılarının müdürlük beklentisi vardı. İsmail Akben Hocam müdür olunca haliyle bazıları hayal kırıklığı yaşadı, ihanete uğrama hissine kapıldı ve yeni müdüre tavır alarak istenmeyen bir mücadele başlatmış oldu.

Ben bu macera sırasında talebeydim. Fakat onunla yakınlığımız vesilesiyle bu işin macerasını kendisinden dinledim. Başkalarından da dinledim. O zaman Allah Teâlâ’nın “haberlerin araştırılması gereği” hakkındaki ayetin ne kadar hikmetli olduğunu anladım. İşin içine kuru akıl ve mantık, taraflı hisler ve zanlar karışınca nasıl dostlar muğber olur, birlik bozulur gördüm. Bu da bana bir tecrübe oldu.

İşin aslı kısaca şöyle: Ali Aslan Hoca emekliye ayrılınca boşalan yere elbette bir müdür lazım. Öğretmen arkadaşları da haliyle “Kim olsa daha iyi olur?” diye düşünüyor, kendince fikrini beyan ediyor. Bu dağınıklığı bir fikirde toplamak üzere Hüseyin Bahar hocamızın evinde toplanırlar. Aralarından bir müdür seçecekler. Kulislerde İsmail Akben hocamın adı öne çıkar. Fakat konuşma esnasında Necmeddin Gevri hocamız hızlı davranarak umulmadık bir atak yapar: “Ben müdürlüğe talibim. İsmail Hocamı da baş muavin alırım” der. Çoğunluk şaşkındır. İş naziktir.

Bunun üzerine arkadaşlık ve feragat ahlakını bir karakter olarak her zaman taşıyan İsmail hocam hep “tamam” der. Onun dostluk anlayışı böyledir. Arkadaşı talip olduktan sonra kendisi asla talip olmaz zaten. Meclis de bunu karara bağlar ve ayrılırlar. Necmettin Bey dilekçesini verir. Müdürlüğüne kesin gözüyle bakılır.

Ne var ki, herkes Necmettin Beyin müdürlüğünü beklerken İsmail beye bir sarı zarf gelir. Açar okur ve şaşırır. Bakanlık tarafından kendisine Müdürlüğü tebliğ edilmektedir. Çağırır Necmettin Beyi ve vaziyeti söyler. O da der ki:

-  Hayırlı olsun hocam. Ne fark eder?

İsmail Hocam ısrar eder:

- Asla olamaz, benim bir talebim yoktu ki. Ben bunu kabul etmiyorum. Araştıracağım.

İsmail hocam açar milli eğitime telefonu. Onlar da emri tekrar ederler. Hocam hala “asla olmaz” demektedir. Necmettin Bey anlayışla karşılayınca, diğer arkadaşları onu ikna ederler. O da gider, emri tebellüğ eder. Olur İmam Hatip Lisesinin yeni müdürü.

“Hay olmaz olaydı” der daha sonra. Çünkü çile başlar ondan sonra. Bir hafta geçmez, her gün yanında gülerek sohbet ettikleri Necmettin Bey selamı sabahı keser. Aldatıldığına kanaat getirir. Dedikodu yayılır. Güya İsmail hocanın haberi var yok, iktidara ortak olan Milli Selamet Partisinin adamları Ankara’ya gitmiş ve Necmettin Beyin üstünü çizdirerek yerine İsmail Beyin adını yazdırmışlardır.

Bu doğru mu?

Değil!

Peki, bu değişiklik nasıl olmuştur?

Uzun bir müddet bunun izahı yapılamamış, dedi kodular da gittikçe yayılmıştır. İsmail Bey ısrarla kendisinin bir dahli olmadığını anlatsa bile, muhalif arkadaşlarını ikna edemez. Zaten ikna olmak istemeyeni ikna etmek hayli zordur. Bu yüzden ortam tatsızdır.

Gerçek Bambaşka

Epey sonra İsmail Bey kalkar gider Ankara’ya. En yetkiliye çıkar ve bu soruyu sorar. Adam da anlatır:

“Teamüldür, biz ayrılan müdür Ali Aslan Beye açtık telefonu ve sorduk:

-  Kardeşim yerine kimi tavsiye edersin? O da dedi ki:

-  İsmail Akben Beyi.

-  Tamam, teşekkürler.

Tam sende karar kılmışken Necmettin Beyin dilekçesi geldi. Biz de ikinizden birisini seçmek için dosyalarınızı masaya yan yana koyduk. Baktık ki sen İlahiyat mezunusun, o Yüksek İslam. Bakanlık İlahiyatı tercih eder. Bu senin lehine bir tercih sebebidir. İkincisi, selefin de seni tavsiye ediyor, bu da artı bir değer. Üçüncüsü, Necmettin Beyin dosyasına baktığımızda gördük ki, çok geçmemiş, yakın sayılan bir zamanda “sağlık sebeplerinden ötürü müdür yardımcılığından istifa etmiş”. Bu eksi bir değer. “Aradan ne geçti ki sağlıksız halinle müdür olacaksın?” dedik ve sende karar kıldık. Bizden başka kimsenin dahli yoktur. Bizim de gerekçelerimiz açıktır.”

Gerçekten de Necmettin Bey bir sebepten dolayı sağlık sorunlarını göstererek istifa etmiş. Bunun sebebini biliyorum ama yazmak istemiyorum. Yani sonuçta İsmail Akben Hocanın denildiği gibi bir kalleşliği yok. Partinin de müdahalesi yok. İş tamamen bakanlık bürokrasisinin tasarrufudur.

Özür Dileyen Hoca

Yıllar sonra bu hikâyeyi benden duyan Yaşar Alpaslan hocam şaştı kaldı. Sonra da bana:

- O zaman benim İsmail Beyden özür dilemem gerekir. Sen onun evini biliyor musun?

- Evet, biliyorum.

- Hadi beni oraya götür.

- Memnuniyetle!

 Beraberce evine gittik Nahırönü mahallesine. Hikâyenin gerisi onunla ilgili yazımızdadır. Şimdi bu hikayeyi kitaptan okuyanların şöyle dediğini duyar gibiyim:

- Kardeşim ne zaman o kitap çıkacak da biz bu hikayenin gerisini oradan okuyacağız? Sen şunu “kes yapıştır” yöntemiyle buraya taşısan olmaz mı?

- Olur, neden olmasın. Dinleyin öyleyse:

“İmam Hatip Lisesi yıllarında bir ara oraya müdür olarak atanan İsmail Abken Hocamla takışmışlar. Güya o, boşalan okul müdürlüğüne rahmetli Necmeddin Gevri için anlaşmış olmasına rağmen o gün iktidarda olan siyasi partisi sebebiyle kendisini tayin ettirmiş. “Bu olmaz. Bu okula ve arkadaşlığa ihanettir.” Diyordu.

İsmail Abken Hocam, davası için çalışan, gayret eden, gerekirse bu uğurda bedeller ödemeye razı olan ve de ödeyen, davası adına kurulu düzenini kaç kere bozarak diyar-ı gurbete sürgün giden, benim de çok sevdiğim bir hocam olmaktan öte, aynı zamanda muhterem bir akrabamdır da. Bu olayları onun ağzından da kaç kere dinlemişimdir. Olay, hiç de Yaşar beyin anlattığı gibi değildir.

Bir gün bu konu açılınca ona İsmail Abken Hocamdan duyduklarımı anlattım. Şaşırdı kaldı. Yaşar Alpaslan Hocam da iyi niyetli her Müslüman gibi güvendiği insanların yalan söylemeyeceğine, bilerek kimseyi aldatmayacağına inanmış ve bazen haberleri araştırmaya gerek görmemiş. Benzer bir sükût-u hayali Kamil Abama Efendinin evinde de yaşamış.

Yaşar Alpaslan Hocam şaşırmakla yetinmedi ve bana:

- Sen herhalde İsmail Abken Hocanın evini bilirsin? Dedi.

- Evet, bilirim.

- Yahu sana zahmet kalk beni ona götür. Ben ondan özür dileyeceğim.

Çok sevinmiştim. İnsan böyle insaflı olmalıydı. Gittik ve Hocanın kapısını çaldık. İsmail Abken Hocam bizi görünce gayet şen ve gülen bir sesle:

- Ooo, hocalarım, hoş geldiniz. Buyurun, içeriye buyurun, dedi.

Yaşar Bey Hocam:

-Hocam sağolasın. İstersen evde oturma yerine şöyle biraz adımlayalım, dedi.

- Nasıl isterseniz. Hemen geliyorum.

Beraberce yol boyu sohbet ederek Orman Dairesine doğru yürüdük. O zamanlar Nahırönü’nde otururdu İsmail hocam.

Söze Yaşar Bey girdi. Özür diledi. Olayı baştan sona bir daha dinledi. Onun Yol ortasında “Hakkını helal et” diye kucaklaması, öbürünün de asla sitem etmeden “Estağfirullah, varsa helal-i hoş olsun” diyerek tevazu göstermesi beni bir hayli duygulandırmıştı…”

Fakat bu olay maalesef çok acıların yaşanmasına bir bahane olarak hep söylendi durdu. Nihayet şikâyetler, soruşturmalar, devreye giren siyasiler ve müdürlükten alınmalar… İsmail Akben hocam hem müdürlükten, hem de hocalıktan oldu. Sonra Orman Bakanlığından Orman Okullarında öğretmen olarak atandı. Sonrası ver elini gurbet…

Ya O Kız Ya Hiç

Hocamız evlenme çağına gelince ailesi durumu açar ve ona sorar. O da maşallah hazırlıklıdır: “Filan olursa tamam. Yoksa hiç evlenmem” der. Vay be! Adam işte böyle evlenmeli!

Eh, ailesi de sevinir. Çünkü yabancı değildir. İsterler, olur. Böylece bir tarafı çerkez olur. Derken kızlı erkekli yavruları olur. Evlendirir, mürüvvetlerini görür. Yazın Çardak’a yaylaya giderler. Orada küçük bir bahçesi olan bir ev vardı. Aman ne güzel elması olurdu o bahçenin!

Rahmetli Gedemenli Hocayı yazarken az değinmiştim, bakılabilir. Oraya bazen onun, bazen de benim arabayla seferlerimiz ve yol boyu sohbetlerimiz olmuştur. Sohbetine, laf veriş tarzına bayılırdık mübareğin. Sıradan bir olayı bile anlatsa, o bambaşka bir hale dönüşür ve zevkle dinlenirdi onun dilinde.

Tutkun bir ailesi vardır. Abisi Mehmet Efendi merhum bir zamanlar çok zengin olur. Fakat hesapsız kitapsız hareketleriyle bir gün batarken yanında bunları da çeker. Sonra yağıyla kavrulan sade ama huzurlu bir hayatları vardır.

İsmail hocam emekli olunca nasıl bir akılla yaptı bilemem, bir market açtı. İki senede birikimini bitirdi ve kapattı. Hâlbuki esnaflık onun gibi memurların yapacağı bir iş değildi. Bize bir ders daha verdi. Zaten aklımızda yoktu, ebediyen defterimizden silindi. Şimdilerde ekonomik hayatı babalarından kalma bazı arsa veya tarlalarla kısmen iyidir.[1]

Siyasi Çizgisi

Her zaman siyasetin içinde oldu. Hem de hep Necmettin Erbakan ile beraber oldu. Fakat okulda bunu, bilinenin aksine, aleniyete dökmedi. Dökenleri de uyardı. Belki de ilk uyardığı, dava arkadaşı merhum Ali Toy Hocaydı. Sonra da Halil Kayabaşı Bey. O da Türkeş hayranı imiş. Bu kadarlığını yazalım. Oysa Halil Bey Ankara İlahiyattan arkadaşıdır. “Ben davamdan vaz geçmem, öğrencilerime de anlatırım” deyince “Kusura bakma. O zaman sana güle güle, git kendine bir yer beğen” der.

Fakat onun muhalifleri hoca hakkında “okulu partinin yuvası yaptı” derler. Oysa İmam Hatip Liselerinin çoğunluğu daime Milli Görüşçü, azınlığı da ülkücü olmuştur. Bu ikisinin dışında bir parti orda etkin değildir. Bu da işin tabiatında var olan bir vaziyettir. Ama neylersin, adın çıkmış dokuza, inmez asla sekize!

Bir de şu gerçeğe dokunalım; acaba bugünün nesli o günün bu parti ve dava anlayışını anlayabilir mi? Şimdi bu işler hayli gevşedi ve sorun olmaktan çıktı. İyi mi oldu, kötü mü, benimki bana kalsın, siz kendiniz verin bu sorunun cevabını. “Sen versen ne olur?” dediğinizi duyar gibiyim. Bir şey olmaz. Sadece diyorum ki “Uzun hikaye…”

Büyük Söyleme Derler

Netameli geçen bir müdürlükten sonra davası gereği çok sevdiği mesleğinden ayrılmak zorunda kaldı. Bir ara Orman Bakanlığında Ormancı Okulunda Din Dersi Hocası olarak çalıştı. Sonra, hani derler ya, “büyük lokma ye, büyük söz söyleme” diye, kader onu yeniden, “kökünü verseler yönümü dönmem” dediği Diyarbakır’a götürdü. Üniversitede Öğrenci işleri ile ilgili birim başkanlığına getirdi. Genel sekreterliği teklif ettiklerinde, “görevlerinin içinde resepsiyon, gece düzenleme, içki, dans vs. münkerat var” diyerek istemedi. Daha sonra Kahramanmaraş’ta İl Sosyal Hizmetler Müdürü olarak görev yaptı. Refah partisinde parti il başkanlığında bulundu. Belediye başkanlığına uzun süre vekâlet etti. Emekli olsa da görev onu bırakmıyordu.

Ahlak Ve Karakteri

Hocamızın buraya kadar yazdıklarımızdan ahlak ve karakterini tanımış olmamız lazım.  Yine de kısaca konuyu şöyle özetleyebiliriz: O, edep, terbiye, hizmet, ihlas, vefa, dostluk, samimiyet, fedakarlık, tevazu, hayâ bakımından çağımızda az bulunan kişilerdendir. Dava adamıdır. Davası adına risk alır, fedakârlıktan kaçınmaz. Taviz vermez bir yapısı vardır. Doğru bildiğini imkân dâhilinde yapar, yapamazsa en azından sözlü uyarmaya çalışır.

İsmail Akben Hocamız ilahiyatçı ve eğitimci olmakla beraber dediğimiz gibi daha çok bir hareket ve dava adamıydı. Özü sözü birdi, bulunduğu her yerde davasını savunmuş ve davranışlarıyla da bunu göstermişti. Dik durmuştu. Bu yüzden çok acılar yaşadı; makamından oldu, mesleğinden oldu, sürüldü, gurbeti yaşadı. Ama mükâfatını da gördü. Kahır ve lütfu hep beraber yaşadı. O da “kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyerek asla şikâyet etmedi, sızlanmadı.

İsmail Akben hocamız ilimden ziyade daha çok hareket adamıydı. Onu bir yerde uzun müddet oturur bulamazdınız. Boş vakitlerinde bile gezmeyi ve avcılığı severdi.

İşte Bir Örnek Hikâye

Şimdi şu dar vakitte onun dava aşkı ve heyecanını yansıtan bir hatıra nakledeyim. Bu hatırayı “İlim ve Özgürlük” kitabımızda yazmıştık. Oradan aynen alıyorum:

“Evet, bir zamanlar İmam hatiplerde o kadar teveccüh vardı ki, okulda yer kalmadığından öğrenciler sınavla alınır, kazanamayanlar ağlayarak dönerdi. Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesi eski müdürü İsmail Abken Hocamızın gözyaşları içinde şunu anlattıklarını bizzat dinledim.

“Adam, kaydedemediğimiz öğrencisi elinde aşağıda bekliyor ve gitmiyordu. Nihayet adam daha fazla eziyet çekmesin diye indim aşağıya ve:

- Amca, elimizden hiçbir şey gelmez. Maalesef yerimiz yok. Alamayız bu çocuğu. Boşuna burada bekleme. Bizim de içimiz parçalanıyor ama elden ne gelir?

Adam yaşlı gözlerle baktı bana ve:

- Hocam, bu çocuğu sen almazsan, ben de bunu liseye verirsem, o da orada beynamaz biri olursa, bir din düşmanı olursa, bunun hesabını sen nasıl vereceksin, ben nasıl vereceğim?

Adamın sözlerinden ben de etkilendim. Şimdi ikimiz de ağlıyorduk.

 Sonra ben kalktım ve adama:

- Sen haklısın amca. Bunun hesabı verilemez. Git kaydettir çocuğunu, dedim.

Odama geçince ilgili muavini çağırdım. ‘Gelen herkesi alın, hiç kimseyi geri çevirmeyin’ dedim.

Sonra gittik, bir başka okulun bir katını kiraladık ve orada okuttuk.”

Bilenler bilir, yetiştirme yurdundan kiralamışlardı o katı. Ben Yüksek İslam’da talebeydim o zamanlar.

Sağlık Sorunları

Az önce hocamızın hareket adamı olduğunu, bir yerde uzun müddet oturup kalamadığını, gezmeyi ve avcılığı sevdiğini söylemiştik. Böyle hareketli bir adamın bünyesinin de sağlam olması gerekir. Hele de yürümek, ömrün son çağında çok faydalıdır denir. Buna rağmen hocamız kalpten hastalandı, ameliyat oldu, iyileşti. Bu sefer dizinden ameliyat oldu. Son hastalığına gelince, burada teşhis koyamadılar. Bilgisiz bir doktor deneme yanılma metoduna giderek zamanını zayi etti. Farkına varan doktor dostları olaya müdahale ile onu İstanbul’a sevk ettiler.

Son bayramının ikinci günü İstanbul’a giderken, ziyaretine gittiğimizde vedalaşırken gözlerime uzun uzun baktı. Sonra başka bir havayla helallik istedi. Korkmuştum bu ciddiyetinden. Durumu biraz kritik görünüyordu. Aklıma sevgili kardeşim Haydar Erşahin geldi. Aynı olay tekrar mı tecelli edecekti? O da İstanbul’a giderken elimi tutmuş, öyle baka kalmıştı gözlerime mahzun ve özel helallik ve dua istemişti. Çok geçmeden vefat haberi gelmişti.

Vefatı

Evet, korktuğumuz başımıza geldi. Dün aldığımız bir telefon yıktı bizi. Vakit dolmuş, ecel gelmişti, takdir hükmünü icra etmişti. 03 Ekim 2009 da İstanbul’da, tedavi gördüğü hastanede vefat etmişti.

İşte davası adına tavizsiz ve gözü kara bu hocamız, bir müddet de berzah âleminde kalmak üzere ahirete hayatına doğru yola çıkmıştı. Allah Teâlâ’nın af, rahmet ve mağfiretine mahzar olsun inşallah. Kabri nur ve huzur dolu olsun, oradan cennetteki makamını seyretsin.

Başta değerli eşi olmak üzere, bütün evlat ve akrabalarına, gönüldaşlarına da sabr- ı cemil diliyorum.

Böyle durumlarda “sabır” der Allah Teâlâ’ya sığınırız. Sabır, acılara, üzüntülere, sıkıntılara katlanma, bela ve musibetlere dayanma, haksızlık karşısında bile haksız ve hadsiz tepkilerden kaçınma, elde edilemeyen nimetler, lezzetler ve şehvetler karşısında nefsi dizginleme, sızlanıp şikâyetlenmeyi terk etmedir.

Sabır, hayat yolunda yürürken içten ve dıştan karşımıza çıkan tüm engellere karşı dayanma, direnme ve devam etmedir.

Sabrın, bir başka açıdan bakarsak üç yüzü vardır: Görevleri yapmada sabır. Yasaklardan kaçmada sabır. Bela ve musibetlere dayanmada sabır. Bunlara hakkıyla sabreden, zafere ermiştir. Dünya da onların, Cennet de.

Allah(cc.) hep sabrı emreder ve sabırlıları sever:

“Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir. Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz sezemezsiniz. Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri! Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman: "Biz Allah'a aitiz ve sonunda O'na döneceğiz." derler. İşte onlar var ya, Rablerinden, mağfiretler ve rahmet onlaradır. İşte hidayete erenler de onlardır.”[2]

“Gerçekten de kim Allah’tan korkar ve sabrederse, hiç şüphesiz Allah  güzel işler yapanların mükafatını zayi etmez."[3]

Sevgili Peygamberimiz(sav.) bize sabır gerçeğini ne güzel anlatıyor:

"İşittiği şeyin verdiği ezaya aziz ve celil olan Allah'tan daha sabırlı kimse yoktur. Çünkü insanlar O'na şirk koşarlar, evlatlar nispet ederler. Ama Allah yine de onlara afiyet ve rızık vermeye devam eder."[4]

Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanan Resulullah (sav) Efendimiz insanların en sabırlısı idi. İslam’ı tebliğ için neler çektiğini, nasıl alaya alınıp hakarete uğradığını, yakasının yırtılıp yüzüne tükürüldüğünü, vurulup yere düşürüldüğünü, boğularak öldürülmeğe teşebbüs edildiğini, secdede iken üstüne deve işkembesi konulduğunu, yollarda taşlandığını, gözü önünde arkadaşlarının dövülüp öldürüldüğünü gördüğünü halde, hatta vatanından ayrılmasa kendisinin de öldürüleceğini bildiği halde, nasıl sabrettiğini ve arkadaşlarını sabretmeye davet ettiğini iyi biliriz.

Bundan ayrı olarak ana babadan mahrumiyet, bütün erkek çocuklarının küçükken ölüşü, hatta büyüyen kızlarının biri hariç hepsini elleriyle toprağa verişi, özel hayatında açlığı, susuzluğu, elbisesizliği, yaptığı yorucu seferler ve savaşları, evet bütün bunları ve daha yazamadıklarımızı düşünürsek, o bir sabır kahramanıdır. Çünkü onun çektiklerini sabır taşı denemeye kalksa muhakkak çatlardı.   

Biz de aramızdan böylesi değerli insanların birer birer hakka yürümesinin bıraktığı acılara ve yalnız kalma duygularına karşı sabretmeliyiz. Allah Teâlâ ona da, bize de rahmetiyle muamele buyursun.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Sözün gelişinden de anlaşılıyor ki bu yazılar yazılırken o sağ idi.

[2] Bakar, 153- 157.

[3] Yusuf, 90.

[4] Buhari, Edeb 71, Tevhid 3; Müslim, Sıfatu'l- Münafıkin 49, (2803)