LÜTFİ GEDEMENLİ HOCA

Öne çıkan iki özelliğini özellikle vurgulamamız lazım: Çok cömert ve ehli hizmet bir insandı. Hem cömert, hem de hizmet insanı olmak, her zaman yan yana nadir gözükür. Çırpınır dururdu bizden bir hizmet duymak ve yapmak için. Mütevazi idi. Gururlu ve kibirli değildi. Temiz giyinirdi. Çocuklarına karşı çok şefkatliydi. Onlara sevgisi dudaklarından dökülürdü.

Hizmet İnsanı

Bu yazıyı yazmadan yaklaşık iki ay önceydi. Sevgili dostum Ahmet Çelik Hocanın annesinin cenazesindeydik Hartlap’ta. Sevgili Lütfi Gedemenli Hocamla da kucaklaştık karşılaşınca. Benim kucaklaşmada rahat ettiğim birisiydi. Boyu boyuma, eni enime uyardı. Eğilmek, bükülmek zorunda kalmazdım muanakada, yani kucaklaşmada.

-  Hocam dönerken seni götürebilirim!

- Teşekkür ederim. Aslında iyi olur. Zira benim arabasında geldiğim Yusuf Amcam birkaç saat köyde kalacak. Sen götürürsen zaman kaybı yaşamam. Gerçekten müsait misin?

-  Hocam yeni bir araba aldım. Bayağı büyük. Önde Hüseyin Bahar hocam tek başına oturuyor. Sizi yanına alır, sohbet ederek gideriz.

-  Hoca Efendiyi rahatsız etmeyelim?

-  Yok hocam yok, rahatsız etmezsiniz. Bilakis neşe katarsınız.

-  Eyvallah öyleyse. Onunla yolculuk mutluluk demektir.

Hocaların Bereketi

Yolda iki hoca yan yana gelince sözün biri bitiyor diğeri başlıyordu. Araya latifeler, şakalar, nükteler giriyordu. Vakit su gibi akıyor, mesafeler altımızda dürülürcesine aşılıyor, yollar kısalıyordu. Gedemenli Hocam da çok neşelenmişti. Döndü arkaya,

- Bakın arkadaşlar, hocalarımız yan yana gelince neler neler duyuyor, öğreniyoruz değil mi? dedi.

Onlar da tanıdık insanlardı. Gedemenli Hocanın Salı gecesi bağında hizmet ederek bir araya getirip sohbete vesile olduğu guruptandılar yani. Memnuniyetlerini, takdirlerini ifade ettiler saygıyla. Büyük bir neşe ve muhabbet içinde şehre yaklaştık. Sanırım yakıt alırken miydi neydi, Gedemenli Hoca yaklaştı ve kulağıma,

- Hocam, arkadaşlar hocalarını ve birbirlerini yemeğe davet ediyorlar. Vaktiniz müsaitse siz de katılın. Çok sevinirler. Bu arkadaşları bilirsin, samimi insanlardır.

- Benim yemek saatim değil, ama vaktim var. Bu cemaatle beraber olmak saadettir. Olabilir.

-  Çok sağolun Hocam.

-  Rica ederim, asıl ben teşekkür ederim.

Müftülükten sanayiye doğru giderken orada güzel bir et lokantası varmış. Biz evimizden veya evlerden başka yerlerde mümkün mertebe yemiyoruz.  Daha önce burasının adını duymuştum.

Kambır Emminin Helvası

Böyle deyince Kambır emmi aklıma düştü. Bizim köyün en fakiri sayılır Kambır emmi.  Bir gün dükkan duluğunda otururlarken, genellikle sessizce dinleyen bu emmi birden lafa karışmış:

- Helva da baya tatlıymış ho…

- Nerde yedin Kambır emmi?

- Ken yemedim. Kuzu Başlı emmi yedi de, ben kağıdını yaladım…

Boşa değilmiş övgüler, yemekleri de gerçekten güzelmiş. Güle eğlene yedik, içtik, sohbet ettik ve evlere gitmek üzere kalktık. Onlar taziye için yarını ayarladılar aralarında. Yol güzergâhını Abdülhamit Han Camii önünden geçecek şekilde çizdiler. O zaman ben dedim ki:

-  Ben cami önünde insem de taziye evine varsam. Malum Ahmet Hocamla hukukumuz özel. Ben bugün orda olmalıyım.

-  Peki hocam, dediler.

Cami önüne gelince ben indim. Lütfü Gedemenli Hocama teşekkür ettim. O da gülerek:

-  Hadi hoşça kal Cemal Hocam, dualarını beklerim, dedi.

- Güle güle Gedemenli Hoca,Allah razı olsun, dedim ben de arabasının arkasından bakarak.

Nerden bilecektim aramızda geçen bu konuşmanın bir nevi dünyadan son bir vedalaşma olarak son sözler olacağını!

Maraş’taki İlk Öğrencilerimdendi

Birden maziye giderek hatıralara boğuldum. Nihayet istediğim okula, Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesi’ne tayinim yapılmıştı. Bir süre lisede çalıştıktan sonra esas okuluma gelmiştim. Bu okulların bizim için ne ifade ettiğini “İlim ve Özgürlük” kitabımda uzun uzun yazdığım için tekrar etmeyeceğim.

Ben göreve başladığımda 1980/81 eğitim öğretim yılı yeni başlamıştı. Tam da bu sırada sakallarını kesmemek için okuldan dört öğretmen ayrılmış. Bunlardan üçü meslekci olup herkesin bildiği, sevdiği öğretmenlerdi: Necmettin Gevri, Cafer Söyler, Ali Maraşlıgil hocalarımız. Birisi de Murat Bayazıt Bey.

Rahmetli müdürümüz Sait Kırmacı Bey beni tanıyan bir arkadaşa, yanlış hatırlamıyorsam o gün okulu ziyarete gelen İsmail Akben Hocama:

- Ben tanımıyorum. Nasıl birisi bu? Ali Maraşlıgil’in dersleri hep lise kısmında ve ciddi dersler. Programını bozmadan olduğu gibi buna versek, yapabilir mi? diye sormuş, o da:

- Yapar yapar, hem de çok iyi yapar, demiş.

Bunun üzerine program hiç bozulmadan bize verilmiş. Biz böylece sanki Ali Maraşlıgil olduk ve onun derslerine girmeye başladık.

Neden böyle söyledim?

Çoktandır Gözükmüyordun

Çünkü beni bazen o hocamıza benzetirler. Bir de Vehbi Vakkasoğlu Hocama. Hadi onu anladık, kaşımızın gürlüğü, alnımızın çizgisi falan benziyor. Ya Ali Hocama?

İlk defa Çağlayancerit’te başıma geldi bu benzetme olayı. Oraya İmam Hatibimizin faaliyetlerinden olarak bir ekiple gitmiştik. Ben o zaman emekliydim, ama okula hizmetlerimiz baki idi. Şu anda bile “imam hatibe şöyle bir hizmet var” deseler, koşar gideriz bunu bir lütuf ve ikram bilerek. Bizim, dinimiz adına bu ve benzeri kurumlara hizmet etmemizi, Rabbimizin bir nimeti sayar, şükrederiz.

Her ne ise, o zamanlar Çağlayancerit müftülüğünün üstündeki camide vaaz etmiştim bir Cuma günü. Vaazdan sonra cemaatten çoğu cami içinde musafaha yapar veya kucaklarken kırk yıllık ahbap gibi davranıyor ve “hoş geldin hocam, çoktandır gözükmüyordun, nerelerdeydin?” diyordu.

Bu “hoş geldin hocam”ı anlıyordum da, acaba bu adamlar bana niçin “çoktandır gözükmüyordun, nerelerdeydin?” diyorlardı?

Birden bir şimşek çaktı beynimde. Ben emekli olduğum için sakal bırakmıştım. Burada müftülük yapan Ali Hocam da sakallıydı. Boy pos da maşallah tutuyordu. Eh, ben biraz şişmandım, ama cemaat da “yahu biz müftü efendiye iyi bakamadık, buradan zayıf gitmişti, ama gittiği yerlerde iyi bakmışlar maşallah” diyebilirlerdi. Öyle olunca ben de bozuntuya vermedim. Münasip cevaplarla geçiştirdim. Vaziyeti ve tahminimizi, bizi ağırlayan Ceridin Ağası Hasan Kekil Hocamıza sorunca, “aynen öyle” dedi. Gülüştük.

Bazen bu tür benzetmeler şehirde de başıma geliyor. Dünya böyle, şimdi o Kayseri müftüsü olarak pastırmaları yalnız yiyor, bize de, aslında ona yapılan iltifatlara kuru kuru cevap vermek düşüyor. Allah kerîm!

Ne Güzel Öğrencilerdi

Her ne ise, biz başladık yeni okulumuzda derslere iştahla. Son sınıflarda çok güzel öğrenciler vardı o zaman. Çalışkan, zeki, terbiyeli, cevval, şen şakrak öğrenciler.

Bunlardan birisi de Lütfi Gedemenli idi. Tabi “Gedemenli” kelimesi bize çok yönden tanıdık idi. Bir kere onların yoğun olarak oturduğu Nahırönü mahallesi, bizim de mahallemiz sayılırdı. Ben ilkokul son sınıfı Dumlupınar’da okumuştum. Köyümüze gider gelirken o zamanlar içinden geçtiğimiz mahalledir aynı zamanda. Ayrıca orada birçok akrabalarımız, köylümüz ve dostlarımız da vardır. Bu yüzden onu daha rahat tanıdım, daha sıcak karşıladım mektepte.

Ama bu olmasa da mübareğin tanınmayacak hali yoktu ki. Bir kere maşallah benim kadar iriydi. Hep gülerdi sonra. Çok tatlıydı. Bir de iriliğine ters orantıda çok hareketli idi. Okulun her işinde sanki o vardı. Özellikle de güreşte ve mehterde. Eee, eski bir “mehterbaşı” olarak bunlar hep dikkatimi çekiyordu. Nasıl çekmesin ki, mehter gümleyince ben eski gençlik günlerime dönüyor, Diyarbakır’ın acı tatlı hatıralarında kayboluyordum. Bir yanımı heyecan ürpertip titretirken, bir yanımda efkâr Maraş’ın deli poyrazı gibi hafızamı saçıp savuruyordu. “Hey gidi günler hey!” diyordum içimden. Bir yanımdan özlem ve hasret, bir yanımdan gurbet bastırıyor, zıt duygular yaka paça sarsıyordu. İçimde mehterle kopan fırtınalardan, “Has duuur!” diye haykıran sesten oluşan depremlerden habersiz, Gedemenli bana bakarken gülüyordu! Mehterbaşı Gedemenli bana ne yaptığını nereden bilecek!

Evet, bir de gülerken öyle şirin, öyle içten, öyle saygılıydı ki, onu tanımamak ve sevmemek mümkün değildi.  Elde değildi sevmemek yani. Bütün bu faaliyetler onu biraz dersten alıkoyuyordu belki, bu çok da hoş değildi, ama güzel sesi ve o sevimliliği ile bu sorunu da atlatıyordu.

Öğretmenliğimin ilk yıllarında mesleğimde özel dersler aldığım için öğrencilerle ders dışında çok yakından ilgilenemedim. Sonraları bu alışkanlık oldu sanki. Hiçbir özel dernek ve vakıf içinde olmadım, ama çağrıldığım her yere Allah için gittim, elimden gelen ilim ve eğitim için çaba sarf ettim. Bana göre din için, millet için çalışan her dernek, vakıf, ocak, dergâh benim sayılırdı. Onlar hazırlasın sevap kazansınlar, ben ilimle doldurayım sevap kazanayım.

Lafı şuraya getireceğim, bu yüzden o yıllarda okul dışında başka yerlerde pek karşılaşmadık onunla. O tür hatıraları pek gözümün önüne gelmiyor rahmetlinin. Ama mezuniyet sonrasında o bizi bırakmadı. Her fırsatta ziyaret etti. Aynı meclislerde düştük kalktık. Hep hürmetli, hep hizmetli, hep mütebessim idi. İçi dışı bir olduğundan çok samimi davranır, içtenlikle hürmet eder, hizmete can atardı. Siz istemeseniz, ya da özel bir gayret sarf etmeseniz bile, sırf bu meziyetlerinden ötürü sevmek zorunda kalırdınız onu. Ne eder eder, kendisini size sevdirirdi!

Görünenin Arkası Derin

Sonra özel sohbetlerimizde öğrendik ki, o gülen yüzün arkasında derin bir hüzün vardı. Sevgili Gedemenli birkaç kere babasının maceralarını anlatmıştı çıktığımız seyahatlerde. Hele de merhum İsmail Akben Hocamız gibi sohbet ustası bir hocamızla yan yana olduklarında, keklik kekliğe karşı öter misali laf lafı açar, o mahallenin maceraları uzun yolları kısaltır, zahmetleri rahmetlere çevirir, neşe ve sevinç içinde kalırdık. Arabanın direksiyonunda Gedemenli hocam İsmail Akben hocama helik veriyor, o da bir usta olarak duvar örüyor, Belkıran Hocam arada kaybolabilecek nükteleri mizahi bir üslupla ortaya koyuyor, benim talihli boynum ise bir Mevlevi dervişi gibi laf kimde ise ona dönmekten yorulmuyordu. Hele bir de dağlar arasında muhteşem çam ve Kamalakları geçiyorsak, engin vadilere bakıyorsak, aşka gelen şoförümüzün bir ilahisi ile coşuyorduk.

Vay be, bu keyifleri biz mi yaşamıştık! Birisi bu maceraları yazsa, inanın roman olur. Şimdi hepsi hayal oldu…

Hasta Üç Batman Bal Yer mi?

Babasının maceraları deyince aklımda kalan birisini anlatayım. Babası askerlikte hasta olur. Hayatından umut kesilir. Tebdili havaya gönderirler. “Ölürse memleketinde ölsün” derler. Yolu Diyarbakır’dan geçiyor. O zayıf, incecik ölecek adam, bir dükkânda bal görüyor. Oturuyor ve üç batman bal yiyor. Günlerin iştahsız hastası, sanki kıtlıktan çıkmış gibidir. Dükkân sahibi hayretler içindedir. Orada gövdesine biraz can geliyor.

Nihayet Maraş’a, evine gelir. Kapıyı çalar. Kapıyı açan hanımı kendisini tanıyamaz. Sessizce yüzünü örterek içeri kaçar. Anasına kapıda bir asker olduğunu, galiba yardım istediğini söyler. O da bir şeyler alarak kapıya varınca feryadı basar. Herkes telaşla koşarken anası tanıdığı evladını ağlayarak bağrına basıyordur. Umulmadık bir zamanda bu geliş, bedenindeki zayıflığın simaya vuruşu, hanımının tanımamasına sebep olmuştur. Fakat yine de bir hakikat var, “ana gibi yar” olmuyor. Bir yastığa baş koyduğun tanımıyor da ana tanıyor. Evet, ağlarsa ana ağlıyor.

Zavallı babasının bit dolu elbiselerini avluda yakarlar ve yeni elbiselerle yukarı alırlar.

Bir macerası daha var, dinlerken bizi mest eden. Çalışmaya gittiği ege bölgesinde yorgunluk giderirken bir türkü veya uzun hava söyler. Bunu duyan çiftlik sahibinin kızı babasına vurulur. Şöyle böyle derken orada evlenirler. Sonra Maraş’a gelip burada yaşamaları, bir kızlarının olması, derken hangi sebeple aklıma gelmiyor, gelinin memleketine gitmek istemesi, babasının izin vermesi, ayrılıklar vs. vs… Çok ilginç.

 Rahmetli Gedemenli Hoca senede bir kere sanırım Aydın taraflarına ablasını ve yeğenlerini görmeye gidermiş. Bunları anlatırken hem onun hem bizim gözyaşlarımız sessizce akardı. Aman ne maceralar, ne olaylar. “Hayatım roman” derler ya, demek ki aslı varmış. Kerem boşa yanmamış. Keşke bir evladı yazsa bunları, inanın okumaya doyulmaz bir kitap olur.

Gariban ve fakir bir aile çocuğu olarak bilirim Lütfi Hocayı. Babası işte yukarıda az çok haber verdiğimiz insandır ve Gedemenli Rahmetli onu çok sever. Sesinin güzelliğini ondan aldığını söylerdi. Bazen babasıyla birlikte söylerlermiş. Kendisi de ilahi ve kaside gibi isteklerde hiç ikiletmezdi. Bu bakımdan da cömertti. Gerçi halk tipi söylerdi. Makam için çalışmamıştı sanırım. Ama iyi bir sese kattığı duygu ile işi götürürdü.

Gelin size babasına olan sevgi ve saygısıyla ilgili bir hatıramı anlatayım.

Kâbe’de İmamlık Yaptım

Sene 1987. Kasap olarak hacca gittik beraberce. Bir gün yine beraber ihrama girdik, umre yaptık. Akşam namazına Mescid-i Haram’da cemaate yetişemedik. Mescidin arka taraflarında namazı kılmak istedik. “İmam Efendi buyur” dedim. Kabul etmedi. Israr ettim, ilk defa o da beni ısrar ile reddetti.  Çaresiz ben imam oldum, Mescid- i Haremde akşam namazımızı kıldık. Ha, yeri gelmişken söyleyeyim; bugüne bugün Kâbe’de imamlık yapmış biriyim(!) Her neyse, yan yana, kol kola tavafa girdik. Sessizce rahmet seline karıştık, manevî bir âlemde dolaşıp duruyoruz. Tavafın sonuna doğru:  

-   Hocam yavaş yavaş Beytullah’a yaklaşalım, dedi.

-  Hayırdır?

-  Hacer- i Esved’i öpeceğiz.

-  Etme Gedemenli, bu kalabalıkta mümkün değil!

- Vallahi hocam, babam gelirken bana tembih etti. Onun için Hacer-i Esvet’i öpmeden gidersem bana hem çok kızar, hem de haccımı saymaz. O yüzden çaresiz öpeceğiz.

- Bana kalsa asla yanaşmam. Bu iş hakikaten zahmet ve Müslümanlara eziyet. Ama madem sen baban adına istiyorsun, pekala! Arkadaş ağzı düz gerekmiş!

- Hocam, buraya kim girerse bunu göze alıyordur. Öyleyse birbirlerine eziyet etseler bile peşinen haklarını da helal ederler. Bizden yana helal olsun.

- Hadi helal olsun, Allah kolay kılsın!

Son tavafta iyice Beytullah’ın duvarına vardık. Milim milim hareket ederek Hacer’e yaklaştık. Ama ortam müthiş kalabalık. Bazen öyle bir girdap oluyor ki, en yakındaki adam birden çok uzaklara savruluyor. Arada ezilenler var. Biz kimseyi itmeden, bizi itenlere uyarak mübarek taşa yarım metre kalasıya yaklaştık. Gözümüzün önünde ağlayarak, ürpererek, zikir çekerek, dua ederek heyecanla onu öpüyorlar. Bu arada dikkatimi çekti:

Mübarek başını uzatanlar bir öpüp çıkarsalar ya! İçeride artık kaç kere öpüyorlarsa, arkadaşları sırtına vuruyor, öyle çıkarmasını sağlıyorlar başlarını. Demek kendilerini o manevî havaya kaptırıyor ve kaybediyorlar şuurlarını. Hatta bazen itiş kakış yüzünden başını Haceri Esvet’in içinde olduğu gümüş kaplamanın çeperine çarptığından yüzleri kızarmış olarak çıkanlar da var. Ben önde güya yol açıyorum, Gedemenli arkada kolları bazen omuzumda, bazen belimde beni koruyor. Derken bir dalga daha geldi, bir çevlek daha oluştu, bir anafor insanları savurdu ve birden Hacer’in önü açıldı. O zaman bunu fırsat bilen Gedemenli bağırdı:

-  Davran hocam, önün açıldı!

Başkasında hoşuma gitmeyeni kendim yapamazdım. Ben atıldım ve başımı sokarak bir kere öptüm ve hemen geri çekildim ve:

-  Haydi Gedemenli! dedim.

Dedim ama bir girdap da bizi yuttu. Gayri iradî birden savrulduk ve Hacer’in uzağına düştük. Ben Gedemenli adına çok üzülmüştüm. Sırasını bana vermeseydi, öpen kendisi olacaktı belki. Babasına da “öptüm” diye iftihar edecekti. Olmadı işte. Ne yapabiliriz ki? Ben ısrar etsem de elbette o hocasının önüne geçerek Haceri ilk öpen olmayacaktı. Ben de bu zaten olmayacak edebe aykırı işi ona teklif edemezdim ki. Ben öpmesem de olurdu. Hatta ben zaten o kalabalığa girmezdim ki. Bütün çaba onun içindi, ama olmadı işte!

Nihayet metaf’ın kenarına gelip de o arada bir kabaran denizden sahile erip biraz dinlenirken o beni teselli ediyordu:

-  Üzülme hocam, ben oraya yalnız girer ve çok öperim. Daha bol zamanımız var hamdolsun!

İşi

Rahmetli Lütfi Gedemenli Hoca okul bitince Göksün’ün Maraş tarafından girişinde sanırım “Kireççi” denilen bir köyde imamlık yapmaya başlamış. Gidip gelirken “işte şurada” derdi bize. Emekli Başkomiser Durmuş Doğan Beyin mezarının hemen arkasında bir yeri gösterirdi. Biz Durmuş Bey komşumuza Fatiha okurken onun köyünü de hatırlardık.

Sonra nerelerde nasıl görev yaptı bilemiyorum. Ama şehre gelince hep ikinci bir iş de yapmaya çalışmıştır imamlık yanında. Bir iş yetmiyordu o yiğide. Hatta şimdi, evimizin önünde bir zamanlar “taze patetes vaaar” diye bağıran ve çok sevdiği Başaran Bostancı hocasına da duyurmak isteyen sesi çınlar kulağımda.

Ailesine ve evladına helal yedirmek ve iyi geçindirmek, dostlara ikram etmek için çok çalıştı. Bazen işini aksattığı için haklı olarak şikâyet de edildi. Elbette kendisi de hoşlanmıyordu bundan. O yüzden emekliliği gelir gelmez mesleğinden ayrıldı. En son tarhana işine girmiş, başarılı olmuş, epeyce de ilerletmişti işini. Bir de satış dükkânı açmıştı. Bir de işini rahat yaptığı bir arsa almıştı, ahır dağı eteklerinde. Bizi oraya davet eder, hatta firik yemeye gelmemekten dolayı gördükçe sitem ederdi. Davetini kıramaz gittiğimizde de her zaman cömertliğini sergilerdi. Sadece tarhana firik değil, fırında pişmiş balık dâhil ikramı çok çeşitli idi. Orası daha sonra haftalık sohbet mekânı oldu. Hüseyin Bahar Hocam da katılır, gelenlere ikram arasında sohbet ederdi. Arada bir biz de nasiplenirdik.

Büyük oğlu Muhammed, ki evladımız Abdullah Ensar’ın İmam Hatip Lisesi’nden dönem arkadaşıdır, babasının işini kapmış ve ilerletmeye başlamıştı. Beraberce çalışıyorlardı. İşleri iyiydi maşallah. Güzel bir ev almıştı. Arabayı da yenilemiş, büyütmüştü. Bizi kaç kere Salı akşamları ziyafete davet etti tarhana fabrikasında. Çok güzel vakitler geçirdik ortak dostlarımızla.

Kimsenin İyiliğine Mani Olmayın

Muşlu Ahmet Hocam “kimsenin iyiliğine mani olmayın” derdi. Keşke mani olmasaydık, bizi Antalya’ya, orada büyük şehir müftüsü olan Ahmet Çelik Hocamın ziyaretine götürecekti.

Bu arada her zaman teklif eder, masrafını yüklenerek hem gezi, hem tebliğ amaçlı seyahatler yapmamızı isterdi. “Sağol” derdik ona külfet olmasın diye. Keşke demeseymişiz. Keşke gitseymişiz, sohbet etsek, vaaz etsek, anlatsaymışız dinimizi! Esas karlı olan buymuş. Güya biz diyorduk ki, her hafta sana yük olur, bunu her mevsimde yapalım. Keşke ortasını bulabilseymişiz!

Davet ve tebliğin önemini bilmiyor değildik, ama terbiyemizde “kimseye yük olmama” ilkesi de var. Eskiler “Bâr olma yâr ol” derlerdi. İşte bu ilkeyi de demek ki bazen tam yerinde kullanamıyoruz. Demek ki hala ihlasımız zayıf. Yaptıklarımızı tam Allah için yapsaydık, külfet mülfet aklımıza gelmezdi. Ne olacak, ben maneviyat kazanıyor ve ondan harcıyordum. O da maddiyat kazanıyor, ondan harcıyordu. Birbirimizi tamamlamış oluyorduk. Bunda külfet veya hayâ niye olsundu ki?

Ah Hatıralar

Ah, geriye hatıralar kalıyor işte. Acı tatlı hatıralar. Çoğunu unuttuğumuz hatıralar. Şair Ahmet Haşim ne güzel demiş:

Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Şu sönen gölgelenen dünyadan.

Bir gün kendisi aldı bizi arabasına, çıktık yola. Yanımızda İsmail Akben ve Mustafa Belkıran Hocalarımız da vardı. Sabah kahvaltısı ve sohbet için Tekir / Kısık’tan Kürtüllü Hacı Mehmet Demir Efendiye telefon etmiştik. O her zaman yalvarırdı. “Ne olur buradan geçerken bize bir alo deseniz, bir sofra ve bir sohbet kursak, biz de sevinip bayram etsek” diye. Hadi gönlü hoş olsun dedik.

Maşallah bir oda dolusu cemaat bizi bekliyordu. Yemeklerimizi yedik. Belkıran Hocam her zamanki gibi güzel bir aşr- i şerif okudu. Fakir de bir Tefsir Dersi yaptım. Azıcık serbest sohbet ettik. Hatıraları yâd ettik. Neşelendik. Derken izin alıp Göksün’e hareket ettik. Bu arada Gedemenli Hocam bir iki telefon etti. Kime etti bilemiyorum tabi. Uzakta yaptığı için sormadım. Çünkü bu “sır” alametiydi ve sırlar deşilmezdi.

Göksün’de eğlenmeden öğle namazına Çardak’a vardık. Aşağı camide sanırım adı Süleyman olan hocamızın camisine indik, ama o yoktu. Namazları kıldırdık. Namaz sonrası İslam’ın özeti sayılacak kısa bir ders yaptım. Cemaatle kucaklaştık. Bin bir dua, alkış ve muhabbetle kalktık oradan. Recai Özdil adında bir dostlarını hatırladılar. Onu bulduk. Çok sevindi. Bizi hemen bırakmadı. O yıl hacca gidecekmiş. Bir sandık elma hediyesini unutmam, Allah razı olsun. Geri Göksün’e geldik. Bazı dostlarla buluştuk. İşte orada Gedemenli’nin telefon sırrı açığa çıktı.

Meğer Göksün Ulu Camiinde vaaz etmemiz, böylece dinimize faydalı olacak bir iş yapmamız için izin istemiş, ama müftü vermemiş. O zamanın müftüsü hala 28 Şubatın etkisinde kalmış, davasını korkaklığına kurban etmiş birisiydi. Hâlbuki kaç kere karşılaşmıştık, birbirimizi tanırdık. Mesafeli bir saygı ile oturup konuşmuş, dairesinde bile çayını içmiştik. Hatta beraber hizmet ettik bazen, resmen vilayetten vaaz için izinli olarak Göksün’de konuşmuş, Göksün İmam Hatip Lisesi’nin kız pansiyonu için yine Göksünlülerden yardım istemiştim. Hatta aynı maksatla dernek başkanı Mehmet Alkış Efendi riyasetinde okul müdürünün de tertibiyle Urfa’ya kadar gitmiş, yemiş içmiş, uzun uzun sohbet etmiştik.

Kifayetsiz Korkaklar

Bu müftü ile her karşılaştığımızda hep mesafeli, hep soğuk, hep ürkek davranmıştır bize. Benim haberim olsaydı hiç telefon ettirmezdim. Çünkü müftülerin bir kısmı camileri “kamusal alan” olarak kendi malları zannediyor, orada vaaz etme yetkisini kendilerinin vereceğini vehmediyorlar. Oysa bu laik devlete göre bile camilerde vaaz etmek, yüksek din tahsili gören herkesin bir müftü kadar hakkıdır. Ancak kim nerde ne yapıyor bilinsin ve organize edilsin diye müftülükten izin alınacaktır. Tabi müftünün “izin vermiyorum” deme hakkı yoktur normalde. Anormallik varsa, onu da ispat etmek durumundadır.

Ama gel bunu keyfi yönetime alışmışlara anlat anlatabilirsen! Bu izni verirken sanki sadaka, sanki lütuf veriyorlarmış gibi bir kibirli havaları var ki sormayın gitsin. Böyle mi olmalı bir müftü?

Yahu bu bizim dinimiz!

Siz yalvaracaksınız, “ne olur gelin yardım edin bize” diye!

Siz rica edeceksiniz aslında “ne olur gelin, dinimizi anlatalım. Bu büyük davanın altından bizim yalnız başımıza kalkmamız mümkün değildir. Gelin yardım edin” demeleri lazım.

Bize – istemiyoruz ama-  hatta ödül vermeleri lazım, ücret almadan bedava çalışıyoruz diye. En azından minnet duyup teşekkür etmeleri lazım kendi cihetlerinden. Bizim açımızdan ise asla bir teşekkür beklemeden, vazifemizdir diye, bir müftülük personeli gibi gece gündüz meccanen çalışmamız lazım.

Nereye gitti bu karşılıklı güzellikler?

Sorarsan, “Efendim, Diyanetin dışındakiler, neyi, nerede, nasıl konuşacaklarını bilmiyorlar. Sorumsuz konuşmaları başımıza sorun açıyor” diyorlar.

Ayıp ayıp. Sizi biz yetiştirdik hitabet derslerimizle. Kırk yıldır fahri vaizlik yaparız. Sizin bize neyi nasıl konuşacağını öğretmeye kalkışmanız ne kadar ayıp! Nedir bu? Kibir mi? Kendini beğenmişlik mi? Makam hatırlatması mı? Yaslandığın güç seni aşağılayarak eziyor, acısını gönüllü hizmet etmek isteyenlerden mi çıkarıyorsun, ey celladına âşık şaşkın? Nerede sizin hizmet aşkınız, dava bilinciniz?

 Üzülmemek elde değil! Benim ömrüm İmam Hatipte hitabet dersleri vermekle geçmiş, kırk yıldır bunun pratiğini yaparım, yaşına başına bakmadan genç bir müftü veya yardımcısı bana nasıl konuşulacağını anlatıyor! Ya da “bunlar konuşmasını bilmez, en iyisi izin vermeyelim” diyor!

Fesüphanellah!

La havle vela kuvvete illa billah…

Başka kurumlardan birisini gördüğünde neşelenen, ama kendi meslektaşlarını gördüğünde yüzleri gülemeyerek soğuk davranan bu gibi kifayetsiz insanlardan hangi din hizmetini bekleyeceksin? Bırak davası adına fedakârlığı, yük yüklenmeyi, risk almayı, çile çekmeyi, normal kanunun verdiği hakkı bile cebinden sadaka verir gibi kibirle veren bu minval adamlardan ne hayır gelir?   

Bunu bilmesi gereken Gedemenli o gün çok üzülmüştü. Ben de kendisine içimden kızmıştım, “neden benden habersiz müftüden izin istedin?” diye, ama içimde kaldı öfkem, vurmadım dışarıya. Neyse ki gün boyu yaşadıklarımız o hüznü ve öfkeyi hepimizden aldı götürdü. Ama bugün hem acım, hem de o hüzünlerim bir araya gelince, taştım biraz. Bu yazdıklarımı önce silmek istedim, sonra “Bırak kalsın. Birileri de dersini alsın” dedim, silmekten vaz geçtim.

Erteleyenler Mahvoldu

 “Bu tür dini tebliğ ve sohbet seyahatlerini sık sık yapalım Hocam” derdi rahmetli. Biz de “neden olmasın?” derdik.

Dünya işte, işler o kadar yoğun ki, bu işi bir plan ve programa bağlayamadık. Elimiz değdikçe arada bir yaptık. Şimdi diyorum ki “Yahu Gedemenli, keşke her hafta bir istikamete gitseydik öyle dinimizi anlatmak için.” 

Diyorum ama neye yarar, cevap verenim yok!

Kardeşim, dünya bu işte. Aklına düşeni hemen yap. Paran varsa hemen ye, yedir, infak et, harca! Davan varsa hemen yaşa, yaşat, anlat yay. Yarın deme! Hayırlı işlerini erteleme! Erteleyenler encamında pişmanlık yaşayanlar olacaktır.

Evet, elde fırsat varken ne yapılacaksa hemen yapılmalı insan ve asla ertelememeli. Yoksa fırsat kaçar ve insan elleri böğründe şaşkın kala kalır öyle!

Hizmet Adamı

Gedemenli Hocada ilimden ziyade hizmet ve fedakârlık öndeydi. Düşünün, Maraş müftülüğü onun yüzünden çok müftülüklerden teşekkür almıştır. Mekke ve Medine’de erkâna ve hüccaca çiğ köfte yediren kaç müftülük vardır?

Arkadaşlarına hizmet etmekten zevk alırdı. Bağında her hafta toplanılırdı. Masrafı sırayla birisi karşılasa bile ev sahibi olarak mekânın bütün zahmeti önce onun üstüneydi. Ama bunu zevk haline getirdiği için o meclis devam ederdi. Zaten nerede hayırlı bir hareket varsa, altında bir iki böyle fedakâr insanlar var olduğu için devam ederdi, öyle değil mi?

Hoşuma gitmeyen bir yanı varsa kanaatimce az okumasıydı. Aslında kazan gibi kafası vardı. Ama hayat ona başka tecelli etmişti ve o hep bedenle çalışmak zorunda idi. Seçtiği istikamet o idi. O yüzden çok okuyamazdı. Camisine vaiz arardı. Keşke kendisi hazırlanarak kürsüleri inletseydi. O yüzden ciddi bir kütüphanesi de yoktu. Bizim kitaplardan bazısını almıştı. Ama ne kadarını okudu, onu da bilemiyorum.

Ahlak ve Karakteri

Gedemenli Hoca daima akaidi düzgün, şeriata bağlı, hak dava peşinde olanlarla beraber oldu. Asla batıl davalar gütmedi. Siyaseten de hep İslamcılarla, dine diyanete saygılı ve hizmetli olanlarla beraber olmuştur. Bir başka ifadeyle oyunu verirken hep İslamî kaygılarla vermiştir. Bu sistemden nefret ederdi. Bu şirk düzenini İslamileştirmek isteyenlerle atardı gönlü. Bütün Müslümanları, ümmeti muhammedi severdi.

Öne çıkan iki özelliğini özellikle vurgulamamız lazım: Çok cömert ve ehli hizmet bir insandı. Hem cömert, hem de hizmet insanı olmak, her zaman yan yana nadir gözükür. Çırpınır dururdu bizden bir hizmet duymak ve yapmak için. Mütevazı idi. Gururlu ve kibirli değildi. Temiz giyinirdi. Çocuklarına karşı çok şefkatliydi. Onlara sevgisi durmadan dudaklarından dökülürdü. Oğlu Muhammed tarhanayı ince serecek bir alet yapmıştı. Bunu bize kaç kere anlatmıştı büyük bir mutluluk içinde.

Bir imam olduğunu söylemek, ibadetlerini anlatmaya yeterdir sanırım. İmam demek, vakit namazlarını cemaatle kılan demektir. Cami kuşu demektir. Kur’an- ı Kerîmle sık muhatap demektir.

Hac ibadetini de çok severdi. Görevli de olsa sanırım çok haccı vardır. Velhasıl dindar, gayretli, hizmetli, mütevazı, güler yüzlü, yumuşak sözlü bir evladımızdı. Bir hocası olarak haline hüsnü şehadette bulunurum. Allah rahmet eylesin, Arş gölgesinde ve Cennetinde buluştursun.

Amin!

Yavruları

Rahmetli Gedemenli Hocanın üç yavrusu vardı. Birisinden, en büyüğünden söz etmiştik. Oğlumuzla Abdullah Ensar Nar Hocayla İmam Hatibi beraber okudu. İmamlık için ehliyet sınavına Gaziantep’te beraber girdiler. Sonra babasının işinde eli ayağı olmuş, işi yürütür hale gelmişti. Söz etmiştik daha önce. Birisi de Antalya’da Fakültede okuyan bir genç.

Biricik kızı ise evli ve iki çocuk anası imiş. Hatta ikinci çocukları yeni olmuş ve hocam evden onun kulağına ezan okuyarak adını koymak için çıkmış. Yolda demek rahatsızlanmış ki arabayı sağa çekmiş ve durdurmuş. Direksiyona başını koymuş ve oracıkta öylece ruhunu teslim etmiş. Tereyağından kıl çeker gibi alınan ruhu inşallah doğruca önce Ulu Makama, sonra cennete götürülmüş, sonra da cenazesine geri yetiştirilmiştir. “Beni mezarıma çabuk götürün, nurlar içinde yatıp yuvarlanacağım” dediğini duyar gibi oldum cenazesinde.

Neşeyle torun sevmeye giderken hoş geldin ölüm!

Maşallah!

Acı Haber

Kur’an ile ilgili bir sempozyumdaydık. Ara verilmişti. Otururken oğlum Abdullah Ensar aradı.

-  Duydun mu baba?

-  Neyi oğlum?

-  Lütfi Gedemenli Hocayı…

“Eyvah” dedim içimden. Oğlum durup dururken bunun için aramaz. Demek ortada çok ciddi bir durum var.

-  Ne olmuş Hocaya?

-  Vefat etmiş!

- İnna lillah ve inna ileyhi râciûn.

Gerisi hikâye işte. Nerede, ne zaman, nasıl diye sormaya gerek var mı? Çıplak gerçek odur ki Hoca ölmüş!

-  Cenaze işlemlerinden ne haber?

-  Daha sonra bildirilecekmiş…

-  Tamam oğlum, sağ olasın.

Tamam diyoruz ama akıl durmuyor ki orada. Çocukları getiriyor gözünün önüne. Eşi, dostu, akrabaları getiriyor. Tanıdığım abisini getiriyor. Sonra meslektaşları geliyor, yakın arkadaşları olan diğer öğrencilerim geliyor aklıma. Dalıp gidiyorum!

İşte ölüm böyle bir şey!

Her şeyi bitiren bir şey!

Cenazesi 19 Mayıs Pazar günü Ulu Camiden kalktı. Tevhidi yapıldı. Namaza kadar Hüseyin Bahar Hoca Efendi vaaz etti. Namazını kimin kıldırdığını arka saflardaydım, göremedim. Kalabalık bir cemaat hüsnü şehadette bulunup helallik verdi. Mezarı başında da hayli kalabalık vardı. Mektep ve meslek arkadaşları hüzünlü kıraatlerle onu toprağa verdiler. Kalpler mahzun, gözler yaşlı idi. Son duasını, yine çok sevdiği Hüseyin Bahar Hoca Efendi yaptı. Mezarlığı terk ederken içimden hep şöyle dedim:

“Rabbimiz, yavrumuz merhametinize emanet!”