MEHMET ÇINAR HOCA EFENDİ (DOMUR HOCA)

Hocam sadece imamlık yapmaz o köyde. Ayrıca köyünün kalkınması için başka şeyler de yapar. O sosyal bir insandır. Tam cemiyet adamıdır. Öğretmenler ile işbirliği halindedir. Köyün eğitiminin kemiyet ve keyfiyette büyüyüp gelişmesi için çalışır. Köy Kalkındırma Kooperatifi kurar. Aşağıdan akıp giden Ceyhan nehrinden, sonra da kurulan barajdan köye su pompalatır. Sümerbank ile ilişki kurar. Köyüne halıcılık kursu açtırır.

 

Benim hayatta tanıyıp da çok sevdiğim, ahlak, maneviyat, şahsiyet, hizmet ve dava adamlığına hayran kaldığım dostlarımdan birisi de çok sevgili Domur Hocamdır. Ona muhitinde “Dombur Hocam” da denilir.

- “Hangisi doğru? dedim bir gün.

- İkisi de doğru. Çünkü ikisini de diyorlar. Ama aslı “Domur” olmalı Allahu alem, demişti.

*  *  *

Evet, Kahramanmaraş’ın Kızılseki köyünde “Domur Hoca” namında bir yiğit yaşar. Asıl adı Mehmet Çınar olan bu muhterem zatı adıyla çok kimse bilmez. Fakat “Dombur” veya Domur Hoca” derseniz çok meşhurdur, kendisini görmese de memleketin çoğu lakabını duymuştur.

Çocukluk ve gençliğinde ilimden habersiz yetişen bu orta boylu, buğday benizli, çok yakışıklı, eli erdemli, vücudu çelik gibi güçlü kuvvetli delikanlı, evlendikten ve çor çocuğa karıştıktan sonra ilim aşkına düşer. Bir gün birisi hayatını yazarsa, bu nasıl olmuştur iyice öğreniriz. Bana anlatmıştı bazı şeyler, ama ah hafızam, ah ihtiyarlık…

 Dereboğazı köyünde rahmetli Dussuz Hoca vardır, bilirsiniz. Yukarıda Darendeli Abdullah Efendi anlatılırken tanıdınız. İşte o uzaktan akrabadır bir şekilde. Ona gider önce. Düşünebiliyor musunuz, çor çocuk sahibi bir delikanlı her gün köyünden kalkıyor, aradan bizim köy Hartlap’ı yürüyüp geçiyor ve Dereboğazı köyüne okumaya gidiyor. Klasik sarf ve nahivden biraz okuyor orada. Hoca zaten akraba. Rahattır. Hele arada bir Hoca Efendi kendisini yemeğe de çağırır. İtibarlı, zeki bir talebedir. Ama bazı kötü alışkanlıklarından henüz kurtulamamıştır.

Onlardan birisi de küfürdür. Şimdi yok şükür, o zaman Kızılseki köylüleri konuşurken çok tabi olarak “…..” diye bir çeşit küfür ederler. Bu bir “küfür-ü lağv”dır. Düşünmeden, otomatikman çıkar ağızdan. Herkeste olunca, gerisini söylemeyelim…

Bir gün Dussuz Hoca yine öğle yemeğine çağırır kendisini. Yemekler yenir neşeyle. Belki üstüne çay içerken bir şey mi sorar, bir olayı mı anlatır keyifle Domur Hocam. Musahabenin verdiği neşeyle konuşurken gayri ihtiyari laf arasında çıkıverir o meşhur küfür ve hocasının huzurunda deyiverir “….!”

Ağzından söz çıkarken görür. Havadan uçarken hızına bakar, yakalayamayacağını anlar. Bir an dona kalır. Beyni uğuldar. Derken başını da hissetmez olur. Fırlamış gitmiştir sanki küfürün peşinden. Bir boşlukta asılı kalmıştır şimdi. Zaman durmuştur. Yere bakmaktadır sürekli. Bir türlü yarılmaz mübarek ki içine gire. Esmer renginin kıp kırmızı olduğundan habersizdir elbette. Birden başı gövdesine geri gelir. Aradan kaç dakika geçmiştir, kestiremiyor. Hafif başını kaldırır, bakar ki hocası gülüyor. Birden ok gibi fırlar. Ayakkabısını alıp almadığını hatırlamaz. Koşarak evden çıkar, köyden çıkar, dereden geçer, öbür köyden çıkar, dağları aşar, enginlere, kendi obasına erişir ve odasına girer ve çıkmaz. Okuma bitmiştir. Bu utançla bir daha hocasının huzuruna çıkamaz. İlim hayalleri de bitmiştir. Eli ayağı dökülmüştür.

Aradan on beş gün geçer. Hocası haber salmıştır. “Bu kadar utanma yeter. Artık dersine gelsin. Beni ta oraya kadar getirmesin”. Döner çaresiz.

*  *  *

Orada biraz okuduktan sonra hocası onu Kahramanmaraş’a götürür. Orada Süleyman Efendinin talebeleri kendilerine verilen bir otelde çocuk okutmaktadırlar. Orada biraz daha okursa da tatmin olamaz. Çünkü onların okutmasını az çok ben de yaşadım. Belli kitapların anlamadan ezberlenmesi vardır. Neyin ne işe yaradığını bilmeden Arapça cümleleri ezberlersiniz. Sonuna kadar gider de binde bir kişi olarak anlayacak seviyeye gelirseniz, ezber işe yarar. Yoksa aklınızda “nasara yensuru nasran” kalır sadece. O kadar emek de heba olur gider.

Dussuz Hocamın bazı sıkıntıları olmuştur. Acaba ondan mı bütün bildiklerini kendisi öğretmedi, bilmiyorum. Hatta Domur Hocama sordum:

- Hocam sizi neden Hocası Abdullah Efendiye götürmedi?

- Doğrusu bize hiç ondan bahsetmedi. Sadece Hafız Ali Efendinin bazı büyük hocaları okuttuğunu duyardık. Abdullah Efendiyi duymadık da, görmedik de.

Belki de hocası devrin şartlarından dolayı hocasının bir sıkıntı yaşamasını istememiştir. Bu sırada ilim için Suriye kapısı açılmıştır. Okumak isteyenler bir şekilde Şam’a ulaşırlarsa, devlet onlara göz yummaktadır. Pasaport, vize falan sormamaktadır. Hatta sivil insan ve kurumların Türkiyeli talebeleri yeme içme ve barınmalarına göz yummaktadır. Oraya bir şekilde ulaşan, parasız okuma imkanına sahip olmaktadır.

Bu imkandan bizim muhitimiz de faydalanmıştır. Domur Hocam, aynı köyden Ahmet Arikmet Hocam, bizim köyden Ahmet Bakır ve Ahmet Elma da aynı durumdadır. Fakat bin bir zahmetle gidilen bu ilim seferinden, maalesef pek de istifade edilmemiştir. Zira o yokluk ve gurbete dayanmak kolay değildir. Çokları yarım bırakmış gelmişlerdir tahsillerini. Nitekim bu saydıklarımın hepsi de öyledir.

*  *  *

Domur Hocam da diğer talebeler gibi kaçak yollardan mayınlı arazileri geçerek  soluğu Suriye’de alır. Bir müddet oralarda gayr-ı resmi okullarda okur ve özel hocalardan ders alır ama şartlar onu yaşatmaz orada. Bir mektup gelir abisinden Ahmet Arikmet Hocaya. İçi zehir zemberektir. Hanımı ve çocukları per perişandır. Derhal dönmesini istemektedir.

Ahmet Hoca diyor ki: “Bu mektubu sakladım. Vermedim Hocaya. Çünkü versem, tahsili biter. Biz de burada yalnız kalırız.”

Fakat o günlerde Hoca Efendi  bir kabusla fırlar yataktan. Korkunç bir düş görmüştür. Çok sevdiği küçük kızı bir uçurumun kenarındadır ve babasından imdat beklemekte, korkunç çığlıklar atmaktadır. Sabahı zor bekler. Gözünden dünya silinir. Eşyasını toplar ve yola koyulur. Ahmet Hoca vaz geçirmek için çok konuşur, kar etmez. “Dur, bende geliyorum” der. Yol boyu vaz geçirmeye çalışır ama Hoca Efendi  memlekete kilitlenmiştir. “Bir şey var. Bir şey oldu. Gitmem lazım” demektedir.

Nihayet Türkiye’ye yaklaşınca Ahmet Hoca:

- Burada dur bakalım, der.

- Ne var?

- Ben geri döneceğim. Seninle gelmeye niyetli değildim zaten. Bir yola çıktık. Neticesini henüz alamadık. Geri dönmek olmaz. Memlekette her şey olabilir. Bunu bilerek geldik. Fakat görüyorum ki sen kararlısın. O zaman sana emanetini verebilirim. Abin sana bir mektup yazmış. Ben senden evvel gördüm, huysuzlandım, açtım, okudum. Korkma, kötü bir şey yok.  Sadece “ailen perişan, geri dön” diyor. Ben de sana gidersen geri gelemezsin diye mahsus vermedim. Ama takdir değişmedi. Al kardeşim mektubunu. Bana da müsaade, ben geri dönüyorum. Bizimkilere selam söyle.

*  *  *

Memleketine dönünce bakar ki ailesi hakikaten perişandır. Hele de fedakar, cefakar hanımı, başında çocukları ile gıkı çıkmadan çalışmaktadır. Acır onlara ve tekrar Şam’a dönmez.

Dönmez dönmemesine ama, içindeki ilim ateşi de bir türlü sönmez. Gözü kitaplardadır. Ama ibareye tam diş geçiremez. Eksikliğinin farkındadır. Kemal imkanı vardır. Yine sorup soruşturur. Memlekette medrese arar ve tavsiye üzerine Erzurum’a gider. Bir zaman da orada ilim tahsil eder. Osman Demirci, Mehmet Kırkıncılar gibi meşhur hocalardan Arapça okur. Risale-i Nurları tanır. Bu arada Fethullah Gülen de oradadır. Bir camide vaaz etmektedir. Halk vaazını çok sevmektedir. Arkadaşları hep onu dinlemeye gider. Fakat kendisi heyecanına mağlup olacak çocuk değildir. Az çok olan bitene aklı yetmektedir artık. Üstelik daha o zamanda bile F. Gülen’in kibirli bir hali vardır. Bu tekebbürü konuşması gibi kılık kıyafetine de yansımaktadır. Hele onun hocalarına karşı da tekebbürlü oluşu hiç hoşuna gitmez. Bu sebeplerden ötürü o kibirden uzak durur. Vaazlarına da hiç gitmez. Fakat kaderi ilahi ileride çocuklarından birisi F. Gülen’in yakın çevresinde hizmet edecektir. Hoca efendi önceleri ona ses çıkarmaz. Dua eder. Fakat yıllar sonra “FETÖ” ve “Paralel İhanet” ortaya çıkınca, “o zamanda bile bir büyüklük hastalığı vardı. O yanını hiç sevmemiştim. Rabbim bizi korumuş.” diyecektir.

O kibirli adam, bin kere söz verdiği halde, sözünde durmayarak siyasete karışmasa ve hem de bu ülkenin gördüğü en dindar ve muhafazakar ve iyi işler yapan hükümete savaş açmasaydı, hadi açtı diyelim, bari bir özür dilese de vazgeçseydi, Müslümanlar böylesine bir kin ve nefretle birbirlerine düşmeyeceklerdi. Ne diyelim, beddua etmek bize yakışmaz, Allah o mel'unu ıslah eyleyip tövbe ile nasiplendirsin de milletin birbirine bupzu ortadan kalksın. Birlik ve beraberlik sağlansın. Onu bir şey sanarak hala hipnozda olan veya haşhaş yutmuş gibi uyuşmuş bulunarak onun ihanet çemberinde bulunmayı devam ettiren müslüman evlatları kurtarsın.

*  *  *

Ne yazık ki bu ilim aşığı adam fakirliğe kendisi seve seve katlansa da, aile hayatını koruyamayacağını anlar ve memleketine mecburen kesin dönüş yapar. Yokluk ve yoksulluk doyasıya ilim tahsiline imkan vermez. Döner gelir köyüne. Önce obasında ve yakın köylerde hocalık yapar. Bildiklerini öğretmeye başlar. Sonra köyünün imamı olur. Dışardan imtihanlara girerek İmam Hatip Lisesinin orta kısım diplomasını alır. Resmen din görevlisi olur.

O günlerde Kürtül köyünden bir hatırası bizi bir hayli güldürmüştü. Oranın yaşlı, sevilen, ama çok otoriter bir hocası vardır. Çok ciddi, gölgesi ağır bir adamdır. Biraz okumuştur ama aslında ilim yoktur. Eksikliğini bilir, tahsili esnasında Domur Hocayı davet eder köyüne. Biraz çocuklara ilim öğretsin, hocalık yapsın diye. Bir de yardımcı verirler yanına. Fakat bu ikisi Koca Hocanın yanlışlarına yanında gülemezler tabi. Ama hücreye geçince zemberekleri boşanır.

Yine bir gün Koca Hoca camide halka vaaz ediyor. Önündeki kitaptan bir hadis okur: “el-ilmu bila amel, keşşeceri bila semer”. Ve tercüme eder: “Amelsiz ilim, semersiz eşşek gibidir”.

İki hoca da gayrı ihtiyarî göz göze gelir ve anında gülmemek için dillerini ısırırlar. Vaaz biter bitmez hücreye girer, kapıyı örter ve gülmekten kırılır, yerlere yatarlar. Bu esnada Koca hoca içeri girivermez mi? Hemen susarlar tabi. Bu susmadan işkillenir adam. “Benim hakkımda gülüyordunuz. Hiç inkar etmeyin. Bu belli oldu. Bari sebebini söyleyin de ben de güleyim”.

Artık izah ederler: Hadisteki “semer” kelimesi Arapçada “meyve” demektir. Hoca bunu “semer” anlayınca hadiste olmayan eşeği de kendisi bulur getirir. Aslında hadisin manası “Amelsiz ilim, meyvesiz ağaç gibidir” şeklindedir. Hoca ise “semersiz eşşek gibidir” demektedir.

Hoca da bu yanlış yakıştırma için gülmeye başlar. “Hakikaten hocalar, bu semer beni yanılttı” der.

*  *  *

İmamlık Hoca Efendiye az gelmektedir. Aslında o bir bahanedir. Esas amacı isteyenlere Arapça üstünden İslamî ilimleri okutmaktır. Okutmağa başladığı hücre yetmez. Büyük bir Kur’an Kursu yaptırmak ister. İşe koyulur. Köylüler de yardım eder. Gün gelir Ramazan ayında yardım edeni olmasa bile, eliyle harç yapar, duvar örer. Elinin altındaki yardımcısı yeri gelir hanımıdır. Bunu gören ve samimiyetine inanan köylüler, hatta çevre köyler ve şehir, yardımı çoğaltarak binasını bitirirler hocanın.

Bu arada onun en sevmediği şey, para toplamaktır. Her yardıma makbuz keser. İstemeyenlerin bile adına olmasa da köyden birisi adına makbuz keserek eline verir. herkesin ona güveni tamdır. Ama bu arada acı olaylar da yaşanır. Mesela birisini anlatayım. Yine şehirde orta hal civarında yardım toplamaktadır. Bir toptan satıcıya girer. Patron içeride bölmeli odada oturmaktadır. Oralı bile olmaz. Hoca Efendi  görevli adama derdini anlatırken, patron içeriden bağırır: “Çok konuşturma. Beş lira ver de gitsin”.

O dükkanı biliyordum. Mahsus içine girip de kimin olduğuna bakmadım daha sonra. Ne olur ne olmaz, belki o adama karşı nefretim gitmez diye. Saygısız, edepsiz, ahlaksız adam!

*  *  *

Kurs tanınır ve çevre köylerden de katılanlar ile öğrenciyle dolar taşar. Yatılılara analık yapar Hoca Efendinin fedakâr hanımı. Gurbet acısıyla ağlayan kızları teselli eder, aşçılık yapar talebelere. Yapamayanların çamaşırını yıkar. Hoca da gece gündüz insanüstü bir gayretle okutur öğrencilerini.

Şehirden duyanlar, hoca istemediği halde, yani haber vermediği halde, erzak ve para getirirler. Hoca makbuz kesmek ister, ama onlar istemez. Hocaya güvenmektedirler. Ama o yine de köyden birisinin adına makbuzu keser ve verir adamların ellerine. Böylece güven kazanan Hocanın Kursunun bütün ihtiyaçları, hiç istemeye gerek kalmadan karşılanır.

Öyle olaylar anlatmaktadır ki Hoca Efendi, duyanlar hayretler içinde kalır. Her daraldığında, bunaldığında bazen gece yarısı kapısı çalınır ve hiç umulmadık uzak yerlerden yiyecek ve para yardımları gelir.

Ama bir şey vardır; her erzak ve para getiren, “hocam, bunu Kur’an Kursuna harcayın” der. Der, ama hiç düşünmez ki hocanın evinde durumlar acaba nasıldır? 

Kursa gelenlere elini sürmeyen Hoca Efendi aslında büyük maddi sıkıntıların içinde çırpınıyordur fakat kimsenin bu durumdan haberi yoktur. İnsan tıpkı göz gibidir, çok yakını göremez genellikle.

*  *  *

Rahmetli Dussuz Hoca da bu yüzden köyden göçtü derler. Çünkü her Cuma vaazı için gelenlerin bir kısmı sofrasında yemek yer. Öğrenci velileri gelir, Hoca Efendinin misafiri olur. Yeri gelir, öğrencilerin ihtiyacı olur. Hoca Efendinin evinin altında küçük bir bakkal dükkanı vardır. O da köy yerinde veresiyesiz olmaz. Hoca elde avuçtakini sıfırlar. Masraf ise aynen devam. Kaçar Hoca Efendi  şehire ister istemez.

Aynı durum burada da var. kursa gelen veliler, özel ziyaretçiler, sorularına cevap arayanlar, bizim gibi sohbet hastaları vs. hepsi Hoca Efendinin sofrasından yer içer ama bu değirmenin suyu nerden geliyor diye sormaz. Üstelik Hoca Efendinin horantası maşallah kalabalıktır. Üstelik şehirde okuyan, -tahdis-i nimet için söylüyorum- hamdolsun sadece iki tanesi benim öğrencim olan yavruları da vardır, öğrenci okutmakla meşgul olduğu için aylık maaşından başka ek geliri de yoktur.

Kursa bol bol yardım getirenlerin aklına hiç şu düşünceler düşmüyordur: “Yahu bu Hoca Efendi bir maaşla bu kadar horantayı nasıl geçindiriyor, bu çocuklarını şehirde nasıl okutuyor? Bu kadar ziyarete ve sohbete gelen misafirleri, öğrenci velilerini nasıl ağırlıyor?”

Evet, bu kadar horantanın üstüne bir kaç horanta daha sayılan bu kadar misafirlerini; kimisi namını duyup da tanışmak,  görüşmek, bilişmek için, kimisi tekrar ziyaret edip sohbet etmek, faydalanmak için, kimisi ders almak için, kimisi müşkilini sormak ve fetva almak için gelen bu kadar misafirlerini bu hoca efendi ne ile ağırlamaktadır?

Burası köydür, şehirde bir mahalle değil ki, gelenler yemek yemeden kalksın gitsinler ve karınlarını evlerinde veya lokantada doyursunlar? Mecburen Hoca Efendinin evinde bu ihtiyaçlarını gidereceklerdir!

Kurs yiyecek ve içecekle dolar, çocukların bir sorunu yoktur, ama hocanın evinde Allahu alem çuvallar boştur ve Hoca Efendi borç içinde yüzmektedir. Kursun parasına dokunmaz. Dokunamaz ki? O, bu işleri geçimine alet ederek lüks ve israf içinde yaşayan nicelerinden çok farklı bir insandır. O, “vema es’elüküm min ecrin/ Ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim Allah üstünedir” geleneğinden gelen bir ihlas ve samimiyet kahramanıdır. Ama bunu kimse bilemez, kimse bunu düşünemez!

Evet, maalesef bunu kimse bilmez. Çünkü dini anlatırken coştukça coşan ve kapanmak bilmeyen Hoca Efendinin ağzı, kendi dertlerini dillendirmek için hiç açılmaz. Bu yüzden kimse bu durumu bilmez.

Tamam, insanlar bunu bilmemekte mazurdurlar, peki ama “bu değirmenin suyu nerden geliyor?” diye neden düşünmezler? “Bu su çekilirse, değirmen hepten dönmez” diye niçin düşünülmez? Bu kadar ağır bir hizmetin altından yalnız başına bir aile nasıl kalkar? Bunu anlayan cemaat lazım, ama nerede?

 Yardımları yapanlar hiç olmazsa “hocam din, ilim, talebe ve Müslümanlar uğrunda kullanma yetkisi sizdedir. Bildiğiniz ve uygun gördüğünüz gibi harcayınız” deseler olmaz mı?

Hoş, öyle deseler de benim bildiğim Hoca Efendi evi ve ailesi için elini atmazdı o yardımlara, o paralara. “Muhammdü’l Emin” lakabından aldığı dersle “sıdk” ve “ihlas”ını korumak adına “güven” duygusu onun için çok önemliydi.

Hocam da bir müddet sonra şehire göçmeye karar verir. altında yatan sebeplerden birisi bence bu iktisadî krizdir. Fakat başka sebepleri de vardır. İsterseniz birisini daha yazayım.

*  *  *

Hocam sadece imamlık yapmaz o köyde. Ayrıca köyünün kalkınması için başka şeyler de yapar. O sosyal bir insandır. Tam cemiyet adamıdır. Öğretmenler ile işbirliği halindedir. Köyün eğitiminin kemiyet ve keyfiyette büyüyüp gelişmesi için çalışır. Köy Kalkındırma Kooperatifi kurar. Aşağıdan akıp giden Ceyhan nehrinden, sonra da kurulan barajdan köye sulamada kullanmak için su pompalatır. Böylece bağ bahçe dikimine yardımcı olur. Sümerbank ile ilişki kurar. Köyüne halıcılık kursu açtırır. İsparta’ya gider. Tezgahlar ve eğitmenler getirtir. Köy kızları, hatta erkeklerine halı dokumasını öğretirler. Böylece bir sanat ve iş edinirler. Para kazanırlar. Evlerinin döşemeleri değişir. Servetleri artar. Bunları pazarlarken yeni imkanlara kavuşurlar. Köyleri tanınır, meşhur olur. Köy terbiyesi değişir. Daha dindar, daha terbiyeli olurlar. Eskiden sık görülen suçlarda azalma olur. Kızılseki köyü bam başka bir köye dönüşür.

*  *  *

Bu arada Hoca Efendi  muhtar seçimlerinde de etkim rol üstlenir haliyle. İster istemez bir muhalefet de oluşmaz değil. Siyasetin tabiatında vardır çekişme. Hoca Efendinin siyasi görüşü de nettir. O zaman “önce ahlak ve maneviyat” diyen, Yeniden Büyük Türkiye’yi dindar, muhafazakar ve lider ülke yapmak isteyen, İslam ülkeleri ile iş birliğine önem veren, İmam Hatip Liselerine sahip çıkan, onu bütün üniversitelere girdiren, İslam ülkelerinde okuyanların diplomalarını geçerli kılarak onlara devletten iş veren “Milli Görüş” hareketinin kurduğu partileri desteklemektedir. Bunu heyecanla yapmaktadır.

Bizim Hocamızla tanıştığımız da daha çok bu yıllardadır. 1977 seçimlerinde ben Yüksek İslam Enstitüsünde son sınıftaydım. Okulumuz Akademi olmak için boykota gitmişti. Bu arada biz de Maraş’a gelmiş, seçimlerde Milli Selamet için çalışıyorduk. Hocam ile bazı köylere oy için gittik. Gittiğimiz yerde Türkiye’deki Batıcı sistemi anlatıyorduk. Osmanlının yıkılışını, İttihat ve Terakkiyi, Osmanlının Parçalanışını, Türkiye’nin yaşadığı devrimleri, din düşmanlığı şeklinde uygulanan laikliği anlatıyor, bu düzenin değişmesi adına milletten oy istiyorduk. Millet bizi vecd içinde dinliyordu.

Biz kendi aramızdaki sohbetlerde de bunları konuşurduk hep. Davamızda çok samimi idik. Ancak şunun da farkına varmaya başlamıştık. Bu partinin bir içi, bir de dışı vardı. Dışı bizim davamızı tam temsil ediyordu. İslam nizamı, Müslüman ülkeler birliği, yeniden büyük devlet ve medeniyetimizi inşa. Biz bunu heyecanla destekliyorduk.

Fakat bir de siyasetin iç yapısı vardı. Bu partide bu davayı en iyi bilen ve temsil edenler değil, ya parası çok, ya da siyasete ayıracak vakti bol olanlar söz sahibi oluyorlardı. Bu da kendi içlerinde rekabeti ve çatışmayı gerektiriyordu. Oysa bu rekabet İslam ahlakına ters düşüyordu. Bir de ister istemez siyasete kendini aşırı kaptıranlar, diğer partilere karşı çok kırıcı oluyorlardı. Belki yarın davayı anlayacak ve yanlarına gelecek insanlara bugün çok sert ve ters konuşarak insanları kendilerinden soğutup kaçırıyorlardı. Bunları da kendi aramızda konuşmaya başlamıştık. Hocam ve arkadaşlarla vardığımız karar şuydu:

Biz İslam’ı temsil eden, insanları İslam’a davet eden insanlar olarak kendimizi bu beğenmediğimiz hareket ve üsluptan korumaya çalışalım. İçte yaşanan rekabetlere taraf olmayalım. Seçimden seçime partiye davet edelim. Geri kalan zamanlarda sadece İslam’a davet edelim.

Hocam ile bu konularda da anlaşırdık. Ruhlarımız müşterek yaratılmıştı sanki. O da benim gibi İslam’a hizmet etmek davasında olan bütün cemaatlere ve meşreplere saygılı olmak, cemaatler ve meşrepler üstü kalmak, herkesi kucaklamak, inandığımız bir şekilde dinimize faydalı olmaya gayret etmek, davamızın sayısını çoğaltacak insan kazanmak ve yetiştirmek…

Ben 1980 yılında bir karar aldım. Bu kararda Ramazanoğlu Mahmut Samî Efendinin etkisi büyük olmuştur. O karar da, fiilen siyasetten çekilmek, hiçbir siyasi teşkilata girip çıkmamak, eskiden olduğu gibi sadece seçim zamanlarında olsa bile asla propaganda çalışmalarına katılmamak, sadece İslam’ı anlatmak. Derslerimizde ve vaazlarımızda dini öğretme ve yaşatma adına her şeyi söylemek, o ilim, fikir, duygu ile siyasi seçim tercihini vatandaşa bırakmak. Sadece çok yakınlarımıza ve samimi soranlara, oy verdiğimiz partiyi söylemek, o kadar. Aslında o bile zaittir. Zira bizi bilen nereye oy vereceğimizi de bilir ve sormaya gerek duymaz.

Çok geçmedi, hocam da aynı çizgiye geldi. Fakat bu arada köyündeki seçimlerde yaşanan bazı tatsızlıklar onu üzdü. Bir sebep de bu oldu ve hocam bir müddet şehirde yaşamaya karar vererek köyden ayrıldı. Şehirde, ahır dağı eteklerinde yeni yapılan “Fakıoğlu” camisine imam oldu. O caminin arsası sağlıkçı İsmail abimize aitti. Bir dernek kurarak o camiyi ve altındaki Kur’an Kursunu yaptırmaya çalışıyordu. Hocam ile el ele vererek işi bitirdiler.

Bu arada biz bir arkadaş topluluğu ile beraber Arapça olarak temel İslamî eserleri okuyorduk. Hocam da aramıza katıldılar. Zevkten bayıla bayıla, aradaki hoş sohbetlerden ayıla ayıla, zamanı maziden hatıraları yâd ede ede nice bir yıl beraber yaşadık mutlulukla. Hocamın keyfine diyecek yoktu. Fakat yengemizin durumu öyle değildi. Köy hayatında, bağın bahçenin, konu komşunun, eş dost akrabanın içinde çalışa çalışa yaşayan gelin bacımız, dört duvar arasında hapis kalmıştı. Kuru bir bina olan lojman aynen hapishane gibiydi ona. Nihayet hocam emekli olur olmaz, onun arzusu üzerine yeniden köye dönmek zorunda kaldı.

*  *  *

Belki bunları yazdığım için üzülebilir. Ben de yıllardır bildiğim bu gerçekleri konuşmadım, yazmadım. Ama yeter artık içimde tuttuğum. Şimdi tarihe bir belge bırakalım, bir ışık tutalım dedim. Yiğitlerin hakları teslim edilsin, değerlerimizin kıymetleri bilinsin, marifetler iltifat görsün ki bereketlensin istedim.

Kaldı ki o günler de geçmiştir. Hocamız şu anda bütün çocuklarını okutmuş ve hizmete yollamıştır. Kifayet miktarı rızka razı olduğu için hiçbir ihtiyacı da kalmamıştır. Öyle zannederim.

Köyden çıkış mecburiyeti ben bilerek işte bu ekonomik kriz ve siyasetin getirdiği soğukluk idi. Aradan yıllar geçmişti ve bu durumlar da etkisini yitirmişti. Hocam da rahat rahat köyüne tekrar dönebilirdi. O nerede olursa olsun, nasıl olursa olsun, bir hizmet yolu bulabilirdi. Buldu da nitekim. Başına kızlardan ayrı, erkeklerden ayrı ayrı talebeler buldu. Güçleri yettiği kadar onları okuttu. Halka vaaz ve sohbet etti. Arada bir biz de gider bu sohbetlere katılırdık. Bu yüzden onun köyü bize de aynen kendi köyüm gibi tanıdık bildik oldu.

Artık yaşlanmış, ahir ömründe emekliliğin tadını üç beş öğrenci okutarak, eski günlere nazaran adeta istirahat eder gibi geçirmektedir.

Evet, böyle dedim ama yanılmışım.

Nasıl mı?

Derken bir yanardağ misali Hoca Efendinin içindeki volkan yine patladı ve yeniden ilim ve irfan lavları fışkırtmaya başladı. Evet, yıllardır sönmüş olarak sakin sakin duran bir yanardağ yeniden faaliyete geçti. Metruk haldeki eski kursunu yeniden onardı. Yeni bir çatı, ek odalar, yemekhane ve yatakhane, bahçe düzenlemesi ile büyüttü ve hizmete açtı maşallah. Müftülük ve Belediye kendisine yardımcı oluyorlar. Allah razı olsun ve hizmetini bereketli eylesin. İnşallah o çevrede bir ihtiyacı karşılar da dinimize, medeniyetimize hizmet eder.

*  *  *

Onu tanımayan, aynı zamanda edep ve terbiyeden yoksun, nezaket ve kibarlıktan mahrum, nimetleri Allah Teâlâ’nın verdiğinden cahil olarak kendi marifetinden bilen zavallılar, daha hizmetin başındaki zamanlarda yardım için bir ara esnaf ziyaretlerinde bulunduğu zamanlarda, çok çirkin muamelelerde de bulunmuşlardır. Fakat o bunlara aldırmamış, nefsini yenerek küsmemiş, kırılmamıştır. Hizmetini yine devam ettirmiştir ama yöntem değişikliklerini de beraberinde getirerek elbette.

Şimdi bütün bu anlattıklarımdan sonra mutlulukla ifade edeyim ki, hocam yaşının gereği emekli olduktan sonra yine kendi köyünde, başında üç beş ilim taliplisi ile ve halka sohbetle huzurlu bir hayat yaşamaktadır. Evlatlarının her biri tahsillerini bitirmiş bir işin başındadırlar. Mutlu ve müreffehtirler. Köyüme gittikçe onu da ziyaret ederim. Aman ne tatlı sohbetlerimiz olur. Bir de bakarsınız ki saatler bitmiş, ayrılık vakti gelmiştir.

Bu arada yeri gelmişken hemen söyleyeyim: Henüz onu tanımayanlar varsa, her işlerini bırakarak hemen onu tanımaya ve sohbetini bir kere de olsa dinlemeye koşmalarını tavsiye ederim.

*  *  *

Onunla sohbete her zaman bayılırım. Sevgili Ahmet Çelik kardeşimin hayatını yazarken onunla olan ilk sohbetlerimizi yazmıştım. Biz onunla her cihetten uyum içindeyiz. İmim, maneviyat, hizmet, tarz ve üslup, siyaset, eğitim, davet ve tebliğ, sosyal yardımlaşma, devlet ve medeniyet… velhasıl her konuda tam bir görüş birliği içindeyiz. Bu yüzden zaman zaman bir araya geldiğimizde vaktin nasıl geçtiğini bilmeyiz.

Köyümüzü ziyarete gittiğimde hanıma “bir saat hocamı bir ziyaret edeyim” derim. “Gece gelirsen iyi” der o da. Ve hep haklı çıkar.

Rahmetli babam Sokak başındaki evimize sık gelir tabi. Yeriz içeriz, konuşuruz. Bu sık olunca ben ona misafir muamelesi yapmam tabi. İşte yine öyle bir gün akşam yemeğimizi yedik çok şükür. Sağ olsun hanım çayımızı getirdi. Bir bardak içtik. Ben babama dedim ki:

- Baba müsaade ederseniz ben biraz çalışayım.

- Tabi oğlum, işine bak.

- Sağ olun. Siz hanımla sohbet edersiniz.

Kitaplarım kutu gibi küçük evimizden geniş yer olan  misafir odamızdaydı. Masamın başına geçtim, notlar alarak okumaya başladım.

Devlikisi gün hanım uyardı beni:

- Sen gittin, babanın canı sıkıldı. İzin aldın ama gönlü olmadı. Dedi ki: “Şurada bizimle iki çiltim laf etmiyor. Şimdi burada Domur Hoca olsaydı sabaha kadar konuşurdu. Laf bulamazlarsa askerlik hatırası anlatır, yine gülerek sohbet ederlerdi…”

Verdiği örnek beni güldürdü. Bu arada dersimizi de aldık tabi…

*  *  *

Hocamla çok maceralarımız var, hangi birisini yazayım ki. Bunlardan bazılarını yeri geldikçe kitaplarımda yazıyorum konulara birer örnek olarak. Eğer oğullarından birisi tavsiyemi dinler de hayatını yazarsa, ben de eksik bazı yanlarını dile getiririm. Şimdi “Gönül Azığı” kitabımdan bir alıntı yapalım isterseniz:

1982 yılı yazıydı. 12 Eylül Anayasası iki üç ay sonra halk onayına sunulacaktı. Biz bir gurup arkadaş irşat ve tebliğ için Tekir ve çevresi köylere çıkmıştık. Gittiğimiz yerlerde ekipten Domur Hocamı ve Mahmut Doğan Hocamı tanıyorlardı. Fakiri ve Ali Seyyithanoğlu Hocamı çok tanımıyorlardı.

Her köyde icabında yatıyor, sohbet ediyor, geziyoruz. Katılanlarla beraber nihayet İmamının daveti üzerine bir akşam vakti o tarafın en yukardaki köyüne, Kocafakılar’a vardık. Ne kadar etmeyin dediysek de hemen bir davar kestiler. Biz günlerce sefer halindeydik. Birbirimize yakın sevgiden mi, ev özleminden mi, yaşadığımız çok tatlı hadiselerden mi, fıtrattaki mizah duygusunun aşırılığa kaçarak gevezeleşmekten mi neyse, çok neşeliydik ve anlattıkça da gülüyorduk.

Hele o gün yaşadığımız bir olay aklımıza geldikçe, kahkahalarımıza mani olamıyorduk: Hep beraber teleme yerken birisi bir fıkra gibi bir olay anlattı. Buna hepimiz güldük. Fakat Mahmut Hocanın gülmesi bizi kırdı geçirdi. Meğer ağzında teleme varmış gülerken ve hepsini istemeyerek de olsa karşısında oturan Ortaokul müdürü arkadaşımız Bekir Ayhan Hocanın tiril tiril ütülü yeni ve güzel takım elbisesine ve sinek kaydı tıraşlı yüzüne püskürtmüş olmaz mı? Zavallı Bekir Bey şaşkın şaşkın bakıyor. Kızsa kızılmaz, dövse dövülmez, nihayet misafirdirler! Biz bir saniye durduk amma, ondan sonra Allah  affetsin, zembereklerimiz boşandı. Hayatımda öyle gülmemiştim. Karnımız kasıklarımız ağrıyor ama biz hepimiz gülmemize engel olamıyorduk.

İşte birisi bu olayı anlattı mecliste ve buna da epey güldük. Amma, koca bir köy odası dolmuş insanlarla. Oralarda her zaman olmayan bir olay bu; hocalar gelmiş ve herkes onları dinleyecek ve istifade edecekler. Niyetler ve beklentiler böyle.

Ben çok gülmenin kalbi öldüreceğini duymıuştum sevgili peygamberimizden, üstelik bizden nasihat ve irşat bekleyen insanlar arasındaydık, ortam bu gülmeleri kaldırmazdı, vaziyet nazikti, ama maalesef kendime hakim olamıyor, ne de arkadaşları uyarabiliyordum. Oranın yabancısı olduğum için biraz frenlemeye çalışsam da olmuyordu işte.

Bu arada cemaati kontrol etmek için etrafa bir göz attım. Herkes gülüyordu ama ortada bir adam hem gülmüyor, hem de acı acı bakıyordu bizlere… O bakışlar yaktı beni, çok utandım. İşte o anda bütün gülme arzum gitmiş, içimi derin bir utanç kaplamıştı. Başımı öne eğerken o ihtiyar bir şeyler söyledi. Ben duymamıştım. Yanımdakine:

-Ne dedi? Diye sordum.

-Hocalar bu kadar gülmez! Dedi.

Meclisin havası birden değişti. Uzun bir sükuttan sonra hocalarımız hamdele, salvele ve istiğfar ile sohbete başladılar… Ben, bir köylüye:

-Kim bu efendi? Dedim.

-O’na Nedirli’den Mülhim Hoca derler. Hoca değil, derviş bir adam ama dindarlığından öyle diyorlar, dedi. 

Demek Köseli’deki dedemin arkadaşı Mülhim Hoca buydu. Eskiden Oraya “Heyik” derlerdi… Orda hiç sahiplenmedim. Sahiplenecek halimiz mi vardı ki? Neyse tatlı bir sohbet bu acıyı sardı hamdolsun. Biz de gecenin sonunda huzur almıştık, inşallah o da huzurla ayrılmıştır.

Karar vermiştim; o dedemin dostunu ziyaret edecektim. Bu fikri Yusuf emmime açtım. Beraberce gittik ve çok tatlı bir hatıra daha yaşadık. İçinde Domur Hoca olmadığı için buraya almayacağım o sohbeti. Ama isteyenler “Gönül Azığı” kitabımızın “Gönüle Kur’an Gerek” bölümünden okuyabilirler.

*  *  *

Hoca Efendi ile bin bir hatıramız var. ama asıl hatıralar onda. Anlatsak roman olur. Bir tanesi ile bitirelim isterseniz.

12 Eylül İhtilali bütün Kur’an Kurslarını kapatır. Derneklerin dosyalarını toplar ve inceler. İki tanesi hariç hepsini kapatır ben bilerek. Birisi Domur Hocamın köy derneği ve Kur’an Kursudur. İlgilenen asker şöyle demiştir:

- Hocam seni çok sevdim. Çünkü her işin çok temiz. Hep faydalı işler yapmışsın. Derneğinin her işi kanuna uygun. Bu yüzden Kur’an kursunu da kapatmıyorum. Ama arada bir gelip denetlemeye devam edeceğim.

- Her zaman bekleriz komutanım.

Derken bir gün ansızın tekrar gelir. Hocayla, köylülerle sohbet eder. Neşeli bir ortam oluşur. Bir de Kursa girerek öğrencilerle konuşmak ister. İçeri girer. Arada şöyle bir dolaşır. Bir çocuğa

- Kalk! Der.

Çocuk korkuyla ayağa kalkar. Acaba ne soracaktır? Herkes merakta. Sinek uçsa kanatlarının sesi duyulur. Derin bir sessizlik içinde herkes soluğunu tutmuş, soru beklemektedir. Nihayet komutan mesleğine uygun sert bir tonla sorar:

- Atatürk kim?

Hoca Efendi  gevşer. Bu soruyu herkes bilir. Çünkü bunların hepsi ilkokul mezunudur. Ama köylüler çok tedirgin olur. Komutan da heykel gibi dikilmiştir çocuğun başında.

Çocuk ilk şaşkınlığını atarak cevap verir:

- Deccal!

Çocuk farkında mıdır acaba pimini çekerek sınıfa bir bomba attığının?

Komutan gök gibi gürler:

- Neeeeeee?

- Deccaldir!

Hocada bet beniz kalmaz. Gitti güzelim Kur’an kursu. Köylüler şaşkınlık ve dehşet içinde hocaya bakarlar. Komutan öfke krizine girmiştir. Bağırarak bir şeyler anlatmaktadır. Hoca Efendinin kulakları uğuldamakta, ne olacağını tahmin ettiğinden allak bullak olan kafasıyla askerin ne dediğini sanki duymamaktadır.

Herkes şaşkınken, o duyguyu yenen birisi vardır orada. İşte o zaman yılların tecrübeli eğitimcisi, iyi niyetli ve dindar bir adam olan Milli Eğitim Müfettişi Mustafa Arıgüloğlu harekete geçer ve komutana der ki:

- Komutanım, şu çocuğu bana verin, derhal soruşturmadan geçireyim.

- Al götür. İyi soruştur. Bu hainliği kim öğrettiyse bul bana onu!

- Derhal Efendim.

Alır götürür çocuğu öbür odaya. Tek başına sorguya çeker. Çocuk biraz da pehlül gibidir.

- Oğlum bunu sana hocan mı öğretti?

- Hayır.

- Baban mı öğretti?

- Hayır.

- İlkokuldaki öğretmenin mi öğretti?

- Hayır.

- Buradaki çocuklardan mı öğrendin?

- Hayır.

- Peki sokaklardan mı duydun.

- Hayır.

- Peki, oğlum Atatürk’ün deccal olduğunu nerden öğrendin?

- Bilmiyorum.

Alır götürür çocuğu sınıfa ve der ki:

- Komutanım bu çocuk biraz zihinsel engelli. Bir şey bilmiyor da, hatırlamıyor da.

- Peki, hocam siz bunlara aziz Atatürk’ü hiç mi öğretmediniz?

- Evet, öğretmedim komutanım. Gerçi müfredat programında var ama ben burada bir tek hocayım. Bunların asıl dersini bile zor yetiştiriyorum. Atatürk’ü mezun oldukları ilkokulda nasıl olsa iyice öğretmişlerdir zannı ile bir de ben öğretmeyi gereksiz buldum.

- Olmaz hocam olmaz. Bak seni severim. Başka birisi olsaydı hem kursunu kapatır, hem de kendisini cezalandırırdım. Bu seferlik bir işlem yapmıyorum. Ama hocam siz de Atatürk’ü iyi öğretmeye söz verin.

- Söz veriyorum komutanım, bundan sonra Atatürk’ü iyice öğreteceğim.

Hoca Efendi gülerek anlatıyordu:

- Hakikaten ben ondan hiç bahsetmezdim. Bu olay bana ders oldu. Bundan sonra Atatürk’ü iyice anlattım çocuklara…

Allah nasip ederse onunla ilgili yeri geldikçe daha çok yazacaklarımız olabilir diye düşünüyorum. Hayırlısı inşallah.