MUSTAFA BELKIRAN HOCA EFENDİ

O’na göre davanın gereği ne ise onu yapma yerine, konjöktüre göre gitmeler ayıptır, çirkindir ve bizi iflah etmeyen böyle tutumlardır. Taklidi, başkasına öykünmeyi, eli razı etme çabalarını hiç ama hiç beğenmez ve bunu Müslümanların en eksik, ya da en zayıf yanı olarak değerlendirir. Haliyle bu duygular zaman zaman af, müsamaha, hoş görü açısından değerlendirilir. Bazen sahibine eksi puan olarak da dönebilir.

Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’ne kaydolunca Kahramanmaraş’lıları tanıyamadım. Bu benim için ilginçti. Çünkü ben Diyarbakır İmam Hatip Lisesi’inden mezun olmuştum. Hatta bu yüzden bazı garip olaylar da yaşadım. Bir gün benim yanımda üst sınıf ağabeylerden biri Maraşlılar aleyhine atıp tutuyordu. Kendine göre sebebi, Yüksek İslam Enstitüsü müdürü Maraş İmam Hatip Lisesi’inde müdürlük yapmıştır. Maraşlılar da onun ispiyoncusudur. Ne kadar basit bir düşünce…

Allah (azze ve celle) bana bir sabır verdi, sustum. Ama abimiz çok ileri gitti. O zaman ben: 

-Yapma be abi. En azından hepsini birden katma bari, dedim. 

-Hepsi öyle. Bana içlerinde bir adam göster, demez mi? 

Bu okulda okuyan bir öğrencinin bu kadar nezaketsiz, bu kadar kaba olabileceğini bir türlü o günkü aklım almıyordu. Dahası, yüzüme beraber nasıl böyle söyleyebiliyordu? “Bu ne cesaret?” diye geçiriyordum içimden. Çaresiz kalınca kendimi örnek göstermek zorunda kaldım: 

-Peki benim neyimi beğenmiyorsun? 

-!....

Dondu kaldı ağabeyimiz. Nihayet:

-Sen Diyarbakır’lı değil misin?

-Hayır, ben Maraşlıyım. Sen söyle bakalım ben adam değil miyim?

-Estağfirullah gardaş, ben seni kasdetmedim.

-Sabahtan beri ben de sana “hepsini kata” demiyor muyum? Koskoca adamsın, şu mahcubiyeti yaşamanın ne lüzumu vardı?

Bunu daha sonra Maraşlılara sordum. “Hiç alakası yok” dediler. Belki kimse bilmiyordu; o bahsi geçen müdür muhterem Hamdi Savaş hocamızdı. Üstelik babam onun okulunda az da olsa kütüphane memurluğu yapmıştı ve iyi tanışırlardı. Babam beş selam gönderse ben ancak birisini utanarak söylerdim. Bana her zaman yanına gelmemi, bir ihtiyacım olursa söylememi tembih ederdi. Ama ben rahatsız etmezdim. Koca bir okulla meşguldü adamcağız. Biz de o zamanlar çok mahcup idik. Demek ki bunu bir bilseler, asıl bana derlerdi herhalde “ispiyoncu” diye. Allah var, böyle bir talep ben bilerek ne bana geldi, ne de bir arkadaşıma. Ben ötesini bilemem. Her idarecinin kendine göre haber alma kaynakları olur veya olmaz, ciddi bir idarecilik yapmadım, onu da bilemem.

*  *  *

Her neyse, biz bu tatsız meseleyi bırakalım da asıl konumuza devam edelim. Derken işte biz böylece Maraşlılarla tanışmaya başladık yavaş yavaş. Önce birinci sınıftan Hüseyin Aslantürk, Abdullah Diner, sonra üst  sınıflardan Bekir Ayhan, Şaban Gebel, Mustafa Paksoy, Mehmet Taşkıran ve elbette Mustafa Belkıran.

O yatılı değildi. Üst sınıflardaydı. Aynı zamanda imamdı. Ders biter bitmez biz yemeğe giderken, o da evine, işine giderdi. Dolayısıyla az karşılaşırdık. Bu yüzden oldukça resmî idik. Sonra Ahmet Çelik, Mehdi Kaluman geldiler okulumuza benden iki sene sonra. Göksün’den Ramazan Hurç, Sarız/Yalaktan Mücahit Aslan, Ekinözü’ünden Mehmet Kuyucu  Beyler hep beraber kayıt olmuşlardı o sene.    Bunların bazısı Belkıran Hocanın görev yaptığı Esenyurt mahallesindeki  camisinin yakınından ev tutmuşlardı. Onlara gidip gelmelerimiz başlayınca daha bir yakınlık kurduk kendisiyle. O zaman gördüm ki bu yakışıklı abimiz, neşeli, güzel sesli, esprili, hoş sohbet bir ağabeyimizdir. Evlidir ve çor çocuk sahibidir. Mahallesinde sevilen, tutulan bir imamdır.

*  *  *

Aradan yıllar geçti. Biz milli Eğitimde görev aldık, o Diyanette devam etti. Fransa’ya gitti. Bir ara Maraş Sümerbank Bez Fabrikasında çalıştı. Sonra o da öğretmenliği seçti. Sanırım bu geçişte ve Sütçü İmam Lisesinden Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesi’ne gelişinde teşvikim hüsnü kabul gördü. Çünkü bu kadar dini ilimleri elde ettikten sonra sıradan bir memuriyet bana çok ters geliyordu. Özellikle de bir İslam davası olan kişi bu vaziyette nasıl mutlu olabilirdi? Bunu aramızda hep konuşurduk o zamanlar.

*  *  *

Muhterem Mustafa Belkıran Hocamız yaşça bizden biraz büyüktür. Ama muhabbetimize perde yapmaz bunu, hissettirmez. Daima sevip saydığımız ve bunun karşılığını  da fazlasıyla gördüğümüz bir dostumuzdur. Her insan ayrı bir âlemdir. Kendine has huyları, tutumları ve prensipleri vardır. Belkıran Hocam da öyledir. Naziktir, kabalıktan ve laubalilikten hoşlanmaz. Böyle bir davranışı hoş görmez. Kendine yapılırsa belli etmese de kırılır. Vazifesine dikkatli ve titizdir. Kul hakkına saygılıdır ve buna saygı göstermeyenlere, özellikle de yanında sigara içerek sağlığını fütursuzca tehlikeye atanlara müsamahasızdır. Sayesinde bizim havamız da temiz kalmıştır. Çünkü onu gören tiryakilerin iştahı kaçar ve yanımızda yakmazlar sigaralarını. Bazen bu nezaketi göstermeyen kaba saba ruhlulara da sitem eder haliyle. O’na göre Müslüman başkalarını rahatsız etmemelidir. 

*  *  *

Belkıran Hocamın sesi güzel demiştik. Çok güzel Kur’an okur, ilahi söyler. Ama söylemede biraz nazlıdır. Emri vakilerden ve ısrarlardan da hoşlanmaz bu konuda. İmamlığında şehrin aranan mevlithanı idi. Her ne kadar Halil İslamoğlu Hocamızı geçemese de güzel giyinir.

Bir de maşallah yirmi yıllık elbiseyi bugün bile giyebilir. Bizim fiziğimiz on kere değişse de O’nunki hiç değişmez. Nasıl sağlar bunu; genlerinden mi, kendi gayretinden mi bilemem ama öyledir. Bir O, bir de Mikdat Küpelikılıç Hafızımız’ın maşallahı var. O da yıllar geçse bile bünye olarak aynıdır. Mehmet Demir Hocamızın ifadesiyle “kaporta” değişmez.

*  *  *

Belkıran Hocamın müthiş bir hafıza ve kıvrak bir zekâsı vardır. Karşıdakinin anında fotoğrafını çeker ve eğer isterse onu bir kanaviçe işler gibi gergef gergef işler. Eskiden daha çok yapardı, isterse adamı alır ve istediği düşünceye, davranışa ve konuşmaya götürür getirirdi. Adam farkında olmadan onun istediği gibi olur çıkardı yani. Ağzı kilitliyi ne yapar eder, bülbül şakıtabilirdi.  Hüseyin Bahar Hocam bile onun yanında konuşurken bazen lafın sonunu nereye vardıracak diye şöyle bir düşünür, tehlike gördüğü yerde dönüp ona bir bakardı.

Yeri gelmişken dinimiz ve şaka konusunu da içeren bir açılım yapalım mı?

İnsanları şaka yapma durumlarına göre üç grupta inceleyebiliriz:

Birincisi şakada ifratta olanlardır. Mizaha dalan ve ömrünün çoğunluğunu böyle geçirenler. Biteviye mizah yapan, mizaha çok düşkün olan aşırılar. Böylesi yoğun mizah düşkünlüğü eleştirilmiştir. Çünkü her şeyin aşırısı iyi değildir.

İkincisi, tefritte olanlardır. Bunlar mizahı sevmeyen, her dâim ciddiyeti esas alan, kendisine şaka yapılmasını istemeyen, kendisi de gerçekten kimseye şaka yapmayanlardır. Aslında bir şeyin kıtlığı, yokluğu ve azlığı da iyi değildir. Çünkü şaka insan fıtratında vardır ve yerine göre lazımdır, faydalıdır, güzeldir. Ama bu “şaka sevmezler” zararsız olduklarından bunları da anlayışla karşılamak gerekir.  “İstisnalar kaideyi bozmaz” denmiştir. Fakat ne gariptir ki bazı insanlar gerçekten şakayı sevmezler. Burada tehlikeli olan, o tiplerin huyunu bilmeyenlerin onlara şaka yapması ihtimalidir. Böyle bir durumda iki taraftan birisi kırılabilir. O yüzden bilinmeyen sulara girilmemesi gerektiği gibi, huyu suyu bilinmeyen kişilere de şaka yapılmaması gerekir.

Şaka yapmada Üçüncü tipler, orta yolu tutanlardır. Bunlar hem ölçülü ve ilkeli şaka yapan, hem de yapılmasına izin veren, yani orta yolu tutanların oluşturduğu gruptur. Bunun en güzel örneği de Allah Rasûlü (s.a.v)’dür. O (s.a.v.), şaka yapar, ancak şakayla da olsa asla yalan söylemezdi, her zaman doğru olanı söylerdi. Bütün bunları toptan düşünür ve değerlendirirsek, şakadan yana kültürümüzün ne kadar engin olduğunu anlarız.

Mustafa Belkıran Hocam da aslında yabancılarla çok şaka yapmaz. Onun bu huyuna bakarsanız, “şakayı sevmeyenler” grubuna sokarsınız. Fakat dostlarıyla olursa dili açılır, çok şakacı ve nüktedan birisi olur. Özellikle cümle içindeki kelimelerden kendince manalar çıkarır ve sorar. Tabi çok kimsenin aklına bile gelmeyen bu yeni manalar ile dinleyenler neşelenir. Özellikle de Halil İslamoğlu Hocam ile şakaya başladıklarında bazen kantarın topuzunu kaçırabilirler. Zaman zaman dikkat çeksek de bu iki ayrılamaz arkadaşımız bir hayli güldürürler bizi. Bazen de derin derin düşündürürler.

*  *  *

Olacak ya, yabancılarla çok şaka yapmayan bu hocamız, günün birinde hiç şaka yapmayan birisine rastlar. Böyle çok ilginç bir olayı az yaşamadık. Şakayı seven bu kardeşimiz köyümüzde okul arkadaşlarını ziyarete gelmişti. Malum, çok güzel Kur’an-ı Kerîm okurdu. Tam o günlerde köyümüze kendi malından bir cami yaptıran hayırsever Hacı Osman Mustafa amcamız, camide onun okuduğu Kur’an-ı Kerîm’i duyunca, hemen sevinç ve heyecanla yanaştı yanımıza. Biraz sohbete katıldıktan sonra niyetini söyledi:

- Hocam gel bizim şu camiye imam ol. Sana elimden gelen yardımı yaparım.

Bu teklif hepimizi şaşırttı tabi. Olacak iş değildi. Ama biz bu teklifi bir iltifat sayarak sevindik. Çünkü bu samimi teklif nihayet hacı amcanın takdir ve memnuniyetini, arkadaşımızın da maharetini gösteriyordu. Hep beraber bakalım ne cevap alacak diye arkadaşımıza baktık.

Yabancılarla çok şaka yapmadığını bildiğimiz bu arkadaşımız biraz da meclisteki muhabbet ve neşenin verdiği bir haleti ruhiye ile aslında sevdiğimiz ama bizim de çok yakından huyunu huşunu tanımadığımız Hacı amcaya dedi ki:

- Hacı abi, benim hanım şehirli kızıdır. Köye gelmez. Ben de burada bekâr kalamam. Fakat beni buradan bir daha evlendirirsen gelirim.

Hacı amcanın suratı asıldı birden. Kalktı gitti. Biz bunu kaybolan umutların verdiği hüzne hamletmiştik. 

Aradan ne kadar geçtiyse, bir gün karşılaştığımızda bana dedi ki:

- Yahu hoca efendi, ben kendi aileme bile şaka yapmam. Hayatta şakayı hiç sevmem. O arkadaşınız daha ilk karşılaşmamızda bana nasıl şaka yaptı öyle! Vallahi ne diyeceğimi bilemedim!

Gönlünü almaya çalıştık:

 - Arkadaşımız sizi sevmiş, değer vermiş, yakın bilmiş ki şaka yapmış; samimiyetine sayarak hoş görün lütfen.

*  *  *

Doğrusu ne derece başarılı olduk bilemiyorum. Evet, şaka yaparken muhatabı tanırsak, baltayı taşa vurmaktan kurtulabiliriz. Fakir de yaşadım bunu. Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’ne yeni kayıt yaptırmıştık. Merdiven başında toplanmış, ayaküstü tanışıyorduk. Ben, benim gibi uzun boylu ve yakışıklı birisi olan Karadenizli Hamza Beye bir latife yaptım. Isınmaya çalışıyoruz yani. Ne cevap aldım bilir misiniz?

- Sen bu samimiyeti nereden aldın?

Tahmin edebilirsiniz, buz yutmuşa dönmüştüm!

Bazıları da aslında şaka yapar, ama bozulduğu bir şaka karşısında “ben şakayı sevmem” diyerek kaçmaya çalışır. Böyle diyenin bir gün şaka yaptığında “hani şakayı sevmezdin?” sorusuyla mahcup olması mukadderdir. Doğrusu, az da olsa güzel şakalar yapmalı, şakaya da katlanmalıyız. Tahammül edemediğinde de bunu içimize sindirmeli, olmuyorsa açıkça söylemeliyiz. Başka bahanelere sığınmaya ne gerek var?

*  *  *

Ne var ki üzüldüğüm bir ihmali vardır.  Belki bu sözüm de onu üzecektir. O zaman ödeşiriz demektir. Maalesef ilim ile iştigali azdır. Diyanetteki istikrarsız gel git görevlerden midir, çok erken yaşta baba olup ev geçindirmeden midir, her neyse, çoğu ilahiyatçının içine düştüğü bu durumdan maalesef o da kurtulamadı. İlimde ilerleyip derinleşmeye zaman ayıramadı. Buna rağmen yıllarca Arapçaya çalışanların yanlışını çıkarıp doğrusunu söylemez mi? Eğer o zeka ve hafıza ile okumada ciddi bir gayret gösterseydi, zamanımızın ender âlimlerinden birisi olurdu. Bence hala o kapı açık ona, eğer alışkanlıklarını yenebilirse. İsterse yener elbette. Azmini de biliyoruz. Ama isterse… 

*  *  *

Mustafa Hocam davasının adamıdır. Hem Müslümanım deyip, hem de sözüm ona “gavur gibi yaşayanlara” çok kızar. Onlara kendine has tonlarla söylenen epey lafları vardır. Bu konuda istikametli ve istikrarlıdır. Yirmi sene evvelki dediği neyse, bu gün de sanki aynısını der. Bunun sebebi ölçüsünün muhkem oluşundan olsa gerektir. 

Ancak huy olarak biraz bardağın boş tarafını görenlerdendir. Bu yüzden olayların olumsuz taraflarını önce görür ve olumsuzluğa mahkûm ederek reddedici, paylayıcı, kınayıcı, iğneleyici tavrı daha ağır basar.  Eleştirilerinde, sorgulamalarında, değerlendirmelerinde, kritik etmede  biraz abartılıdır diyebiliriz. Bu yüzden yer yer üzgün, umutsuz ve kırılgandır. Haliyle bu bir öfkeyi de tetikler. Öfke de üslubuna yansır. Bazen onun bu hali bize de geçer. Karamsarlığı karabasan gibi üstümüze çullanır ve meclisi bir cenaze evine çevirir.

O’na göre davanın gereği ne ise onu yapma yerine, konjonktüre ve ortama göre tavır alarak yersiz zikzaklar, gidip gelmeler ayıptır, çirkindir ve bizi iflah etmeyen işte böyle tutumlardır. Taklidi, başkasına öykünmeyi, eli razı etme çabalarını hiç ama hiç beğenmez ve bunu Müslümanların en eksik, ya da en zayıf yanı olarak değerlendirir. Haliyle bu duygular zaman zaman af, müsamaha, hoş görü açısından değerlendirilir. Bazen sahibine eksi puan olarak da dönebilir.

*  *  *

Kış aylarında en çok oturup çay içtiğimiz, sohbet ettiğimiz bir dostumuzdur Belkıran Hocam. Ancak şunu belirteyim; çayı biz içeriz, o seyreder. Kendisi, oğlu Muhammed’in dediği gibi “ke enne” çay içer. Ama sevdiklerine sade dem çektirmeye bayılır. Yazları bizi terk eder. Eskiden bağı vardı, Kazma’sı vardı. Ama kışları acısını çıkarırdık. 

Mutlu bir yuvada iki oğul dört kız babasıdır Mustafa Hocam. Yetişen her çocuğu da imam hatip lisesinin tezgahından geçer. Bu da O’na göre bir vefa ve sorumluluktur. Allah’tan (azze ve celle) kendisine ve ehl-i beytine sağlık ve mutluluk dolu uzun ömürler dileriz. 

*  *  *

Not: Bu yazı yıllar önce, 2005’li yıllarda kaleme alınmıştı. Şimdi bu ek bilgiyi 12 Aralık 2021 Pazartesi akşamı yazıyorum. Maalesef hocamızın ciddi bir rahatsızlığı var. Çok zayıfladı. O güzelim sesi kısıldı. Bir ziyaretimizde bizim Youtube sayfamızda olan bir tilavetini kendisine dinletmiştim. Dedi ki: “Şu sesimle şimdi Kur’an okuyabilmem için bedel olarak neyim varsa vermeye razıyım”. İçim cız etti, kendisine belli etmek istemesem de. Her şey bir kader dâhilinde. Biz bu imtihan dünyasında sevdiklerimizle de sınanıyoruz. Allah Teâlâ’ya imtihanlarımızı kolay geçirmesi ve darbenin indiği anda sabır lütfetmesi için niyaz eyleriz. Rabbimizden hocamız ve ümmet için sıhhat ve afiyetler dileriz.