MUSTAFA KOYUNCU HOCA EFENDİ

Her neyse, çocukluğumuzdan beri hayatımızda Mustafa Koyuncu gibi bir hoca vardır. Yaptıkları ve isteyip de yapamadıkları ile binlerce talebe yetiştirip onların sevgisini kazanma başarısı göstermiş, ayrıca şehrimizde ve eğitim camiasında sevilen ve sayılan bir Mustafa Koyuncu hoca vardır hayatımızda. Biz onu bir abimiz olarak seviyoruz ve Allah Teâlâ’dan ona sağlık, mutluluk ve neşe dolu hayırlı bir ömür vermesini niyaz ediyoruz

Maraş’ta yıllarca İmam Hatip Lisesinde öğretmenlik, muavinlik ve müdürlük yapmış Mustafa Koyuncu hocamızı tanımayan az çıkar. Hele de öğretmen camiası bu ağabeylerini iyi tanırlar. Mecliste kendine has üslubuyla konuşan hoş sohbet birisidir. Birisi çok konuşur da sıra kendine az gelirse, nazlı nazlı kaşlarını çatar, “yavrum dinleye dinleye dilimiz şişti yahu, biraz da biz konuşak heerif” diyerek söze başlar. İşte bu edemiz de ilginç bir adamdır. Zaman zaman kendi garipliklerini de anlatır, meclisi gülmekten kırar geçirir. 

Kaçan Balık Büyük Olur

Bu hocamızı fazla anlatmayacağım(!) Çünkü ilgisizliği bana da pahalıya mal oldu. Hakkında küçük bir kitap olacak kadar yazı yazmıştım. Bunları sitemizin “Dostlar” bölümünde yayınladım. Kendisi ile karşılaştığımda da dedim ki:

- Hocam, hakkınızda birkaç yazı yazdım ve yayınladım. Bir okuyun bakalım, nasıl eleştireceksiniz.

- İyi ede, kalemine sağlık, onu kağıda geçerek bana verebilir misin?

- Hayır!

- Neden?

- Ben zahmet ettim, yazdım, siz de bir zahmet buyurun sitemizden okuyun lütfen.

- Ama benim internetim yok!

- Hiç mi olan bir yere gitmiyorsunuz? İşte Milli Eğitim evinizin yanında, işte okullar, olmadı aha internet kafeler var!

- Tamam, tamam, kızma, bulup okuyacağım.

- Hatta sayfa aralarına resimler de koyarak onu küçük bir kitap olarak bastır, iki üç tane de bana hediye et!

- İyi olur ede yahu! İyi hatırlattın.

Aradan yıllar geçti. Sitemiz birkaç kere güncellendi. Bilgisayarımıza format atıldı. Bu arada biz o yazıları kaybettik. Yedeklerimize baktık, bulamadık. Kaçan balık büyük olur ya, “eyvah, ne olacak şimdi?” diye telaşlandık. Yazıları bir türlü bulamıyorduk. Aradık, taradık, başka bir yerde “Peştamal” münasebetiyle yazdıklarımızı bulduk, eğitim ve idare yanı ile ilgili yazılar yok. Artık umudumuzu kendimizden kesince Hocamı aradım.

- Senin hakkında yazdığım yazılar var ya!

- Eee!

- Ben onları kaybettim. Sen kendine aldığın kopyadan bana bir tanesini verebilir misin?

- Ne kopyası?

- Yahu sen o yazıları okuyup da kendin için çıktısını almadın mı?

- Yook!

- Yoksa okumadın da mı?

- Hee ede okumadım.

- Vay be! Bir meslektaşın seni konu eden yazılar yazıyor. Sana da haber veriyor. Sen, aradan yıllar geçmesine rağmen, “acaba ne yazmış?” diye merak edip okumuyorsun, öyle mi?

- Öyle oldu vallahi!

- Kabahat bende, senin için niye yazıyorum ki!

- Vallahi ede kusura bakma, unutmuş gitmişim. Tuh yahu! Ne olacak şimdi?

Canım sıkkın tabi, “Elliin körü olacak” dedim içimden. Ama dışımdan da ister istemez:

- Canımız sağ olsun, dedim, buruk ve kekre bir sesle.

Ne kadar acıdım o yazılara. Dedim ya, kaçan balık büyük olur! 

İdarecilik Meslek Olmuş

Onda da idarecilik adeta meslek olmuştu. Bunun öğretmenlik açısından ne kadar zararlı olduğunu, bu görevin kamu yönetimi mezunlarına bırakılması gereğini düşündüğümü daha önce yazmıştım. Fayda ve zararı tartışılabilir. Fakat nice meslek dersleri öğretmeni arkadaşlarımın idarecilik yapa yapa normal derslere girmekten korktuklarını gördüm. Hele baş muavinliğim sırasında, ders dağıtımı yaparken, zamanında çok büyük hoca denilenlerin nasıl orta kısımdan ders istediklerini, ciddi derslere girmekten korktuklarını bizzat gördüm. Adam bir Kur’an dersi istiyor. Her şeyi unutmuş, yapabileceği sanki bir o kalmış. Aslında azıcık çalışsalar da küllerini savursalar, kendilerine bir güven gelir. Fakat kitapla, okumakla bağlar kopmuşsa, yeniden bağlamak demek ki zor geliyor. Tevekkeli değil, ciddi hocalar, ilme, eğitime ara verilmesini, soğukluk sebebi olarak değerlendirip hoş görmezler. Şu aksiliğe bak ki idareciler de tutar, bu en önemli dersi alırlar, hem dersler itibarlı, hem de girmezsen kolay ders diye. Maalesef "başından aşkın iş var" diye çoğu zaman derse girmezler, en önemli dersi mahvederek büyük cinayet işlerler.

Keşke devlet her kurumun idaresini, kamu yönetiminden mezun insanlara verse de, nice emeklerle yetiştirdiği öğretmen, doktor vs. mütehassıslar, bir idarecilik uğruna mesleklerini terk etmiş olmasalar.

Her neyse, okula geldiğimde Mustafa Bey herhalde müdür yardımcılığını bırakmıştı. Daha önce yıllardır pansiyona bakan muavinlik yapmıştı. Sonra yine yaptı. Talebelerle iyi ilişkiler kuran, onlar tarafından sevilen sayılan birisiydi. O zamanda lakabı “dayı” veya “Kara dayı” imiş. Esmer ve yakışıklı, hala genç idi. neden böyle diyorum? Çünkü daha ben çocukken bir cuma günü köyümüze gelmiş, irticali bir hutbe okumuştu. Arkadaşlara tarif ederken “Çirkin kral Yılmaz Güney’e benzer birisiydi” dedim, çıkaramamışlardı. Arkadaşlardan çok macerasını dinlediğimden az çok yapısını tanırdım. Şimdi beraber çalışıyorduk. Fakat dediğim gibi o hala gençti maşallah.

Teneffüslerde kantine gelir, çok sevdiği sigarasını içer, şen şakrak seslerin yükseldiği kooperatife arada bir düşerdi. Şehrin yerlisi olarak Maraş insanını tanır ve iyi ilişkiler kurardı. Hayat mektebinde de okumuştu, bu konuda tecrübeliydi. Mesela “dostunun bir yüzünden, düşmanının iki yüzünden öpme gereğini” de ilk defa ondan duymuştum. “Bazı insanların tarlası tekerlekli olurmuş. Yağmur nereye yağarsa oraya çekerlermiş” sözünü de.

Zaman zaman gerek derslerde, gerekse vaazlarda anlattığımız konulardan ötürü bizi takdir ettiğini söylerdi. Bir defasında Ulu Camide vaaz ederken onu gördüm, sanki dizlerinin üstünde yükselir gibi heyecanla dinliyordu. sonra bana şunu söyledi: "Öğle şeyler konuşuyorsun ki, kürsüler bu bilgileri hiç duymadı. Devlet, düzen ve İslam arasında yaptığın kıyaslamaları dinlerken ben korkuyorum. Sen hangi cesaretle bunları alenen konuşuyorsun?"

Bu ve derslerde yeri geldikçe verdiğimiz bilgilerden olacak, bir gün dersten çıkıp öğretmenler odasına girerken sırtımı sıvazlamış,  “gençliğimizde biz de böyleydik” demişti. O zaman tam anlamamıştım, bu gençliğimizi veya öğretmenliğimizi bir takdir miydi, yoksa "aşırı gitme, ayağını denk al" gibi bir ikaz mıydı? İkisi de makbulümüzdü. Bize nasihat eden her müslümandan Allah razı olsun!

İmam Hatipte Müdürlüğün İtibarı

O zamanlar Maraş’ta on bini aşkın talebesiyle İmam Hatip Lisesi müdürü olmak, dindar insanlar katında çok itibarlı idi. Halka göre ise en az milletvekili olmak kadar şanı, şöhreti, izzet ve şerefi olan bir makamdı. Bu yüzden zaman zaman ona talip olanlar dostlarına bile kazık atabilirlerdi. Maalesef siyaset ve iktidarda olanlar bu gibi makam dağıtmalarda ilim ve ehliyete bakmaz, kendilerine yakınlığa bakarlardı. Bizim okulun müdürlüğü de böyle bir önemli makamdı. İşte iktidarın durumu az çok değişip de yeni güçler devreye girince, nasıl bir irtibat kuruldu ve ne oldu bilemiyorum, Hüseyin Güçlü Hocanın en yakın arkadaşı Mustafa Koyuncu okula onun yerine müdür oldu. (1989) Kaderi ilahî bir gün de onun en yakın bir arkadaşı, Faruk Özger Bey yerine müdür olarak makamına oturdu.

Okullar Bozulmaya Başlamıştı

Onun müdür olmasıyla okulda değişen bir şey yoktu bizim için. Hüseyin Güçlü Beyi severdik, ama malum, mahkeme kadıya mülk değildi. Sevdiğimiz biri gitmiş, yerine bir benzeri sevdiğimiz gelmişti, o kadar. Hatta makamına bana dua ettirdikten sonra oturdu. biz de bu iltifatın hatırına diyoruz ki, "Eski müdürümüz gitti, yaşasın yeni müdürümüz!"

Fakat ülke yeni bir havaya girmişti. Özal'ın Çankaya'ya çıktığından beri ülkede bir gevşeme vardı. Devlet daha bir ciddiyetini kaybediyor, genel idare ve bürokrasi işleri savsaklıyordu.   Mustafa Beyin zamanında eğitim öğretimde bozulmalar ve gevşeklikler daha da arttı. Zaten hem hükümet ve Milli Eğitim, hem de genel olarak dünya o istikamette gidiyordu. Ülkede idari gevşeklik ve ciddiyetsizlik ayyuka çıkmıştı.

Benim bir "müslüman" olarak okullara bakışım malumdur. Milli Eğitim daha baştan pozitivizmi ve materyalizmi amaç edinerek, Batı medeniyetini üstün değer alarak zaten yanlış üstüne kurulmuştu. Ama bir de Özal zamanında “kredili sistem” getirilince işler çığırından çıktı.

Nasıl mı?

Önce bu sistem uzun uzun tartışıldı. Şu kanaatte neredeyse ittifak oldu: “Bu iyi bir sistemdir. Ama Türkiye henüz buna hazır değildir. Milli Eğitim bu sistemi kaldıramaz, altında çöker. Belki ileride zamanı gelince yapmak lazımdır”. Doğrusu ben bu sistemi beğenmiştim. Fakat uygulama itiraz edenleri haklı çıkardı. Ya da şöyle diyeyim, alışkanlıklarının verdiği kafa konforunu bozmak istemeyen gelenekçi muhafazakar kafalar, bakanlığa yardımcı olmadılar.

O zaman Hasan Celal Güzel gibi idealist birisi bakandı. Hatta yabancı dili mecburi olmaktan çıkardı. Fakat o bakanın iktidarına oy verse bile, aynı zihniyet yine engel oldu. Ben o zaman baş muavindim.  Okul idaresi olarak toplandık, uygulama kararı aldık. Ne var ki, okuldaki diğer yardımcı arkadaşlar, toplantıda seslerini çıkarmamakla beraber, kararda ısrarcı olan bendeniz için "o idarede acemi birisi. Bu kararın okul disiplini için ne kadar tehlikeli olduğunu anlamıyor. Biz el altından müdahale edelim" demişler. Maalesef bir kısmı sınıfları dolaşarak herkesi seçmeye zorlamışlar. Gelen dilekçeler sonucu azıcık bir araştırmayla işi anladık, ama dahilde kavga neye yarardı. Hüseyin Güçlü Hocam da aynı gerekçeyle sessiz kaldı. Yüzüme gülerken arkamdan "acemi" diyeni de ben yüzüne vurarak utandırmadım. Bir faydası yoktu ki! Sonuçta ne kredili sistem, ne de yabancı dilin seçmeli olması işi yürümedi. 

Sınıfta Kalmak Yasak

Bu sefer bu sistemden vaz geçilince, bu sistemden geride kalan öğrenciler, eski sistemle uyum sağlayamayacağı gerekçesiyle, bilseler de bilmeseler de, mecburen sınıf geçirilerek tasfiye edildiler. Ancak böyle yaparak eski sınıf sistemine çevrilebildi. İşte bu da açıktan  beleş geçmenin ilk uygulanmasıydı...

Sonra bunun üstüne bir kambur daha bindi. Gerek bina yetmezliği, gerekse AB’ye girebilmek için onlara “şu kadar eğitimli insanımız var, bakın istatistiklere” deme gereğinden vs. bakanlık adeta sınıfta kalmayı yasakladı. Gelen müfettişler “başarısız öğrenci yoktur. O başarı sınıfta nereye gizlenmiş ise öğretmen onu bulup çıkaracak ve öğrenciler sınıfını geçecektir” diyordu. Eğitimi katleden bu uygulamanın gerekçesini de bazen açıkça ifade ediyorlardı: “Bu kalanları nerede okutacağız?”

İşte böylece öğrencilerden bilenler de geçti sınıflarını, bilmeyenler de. Öğretmenler arasında iyi öğretmenler ciddiyetini koruyunca hem öğrenciler, hem veliler, hem de devlet tarafından “kötü öğretmen” olarak nitelendirilip teşhir edildiler.

Onlar da küstü. “İyi öğretmen nasıl olurmuş, size göstereceğiz” dediler. Kimi ayarını değiştirdi, kalabalığa uyarak herkes gibi geleni geçirdi, kimisi de ilkesini koruyabilmek için Anadolu Liseleri gibi ciddi okullara gitti. Kimisi de benim gibi tansiyonu fırladı, hasta oldu, bıktı usandı. Üstelik bir de 28 Şubat gibi ihanetleri atlatmaya çalıştı. Yetmezmiş gibi mahkemelerde yargılandı. Akıbetin meslekten atılmak olduğunu görünce, istişare ve istihare ile emekliliğini istedi.

Yeni Huylarını Tanıdık

İşte böyle bir zamanda müdür olmuştu Mustafa Bey. Bazı ilginç huyları varmış, onları da bu müdürlük vesilesiyle öğrendik. Mesela hoş sohbet olduğunu bilirdik ama uzun uzun konuşmayı bu kadar çok sevdiğini bilmezdik. Hayret, madem öyle, neden camilerde vaaz etmemiş?

Bunu niye mi söylüyorum?

Mesela öğretmenler kurulunda konuşmaya başladığında konuyu Tanzimat’tan ele alır, sonra NATO jargonu ile komünist blok ile liberal blok, yani “esir dünya” ile “hür dünya” kıyaslamalarına getirir, bitirene kadar iki üç saatimizi alırdı. Bu eğitime dair konuşmanın daha mukaddimesi idi. Sıra ona gelince zaten kimsede dinleyecek derman kalmazdı...

Bu dediğimde biraz mübalağa, biraz karikatürize etme varsa da, inanın o kadar da hakikat vardır. Nihayet biz de bu nutuktan yorulmuş bir vaziyette esas konuları hızla konuşur, şişen kafalarımızla eve zor düşerdik. Hatta arkadaşın birisinin derdi olsa, konuşmak için söz alsa, daha ayağa kalkmadan etrafındakiler çekiştirirler, dürterler, "Allah aşkına uzatma, kafamız şişti yahu, bir an evvel kurtulalım şuradan" derler, zavallıyı söz aldığına bin pişman ederlerdi.

Bu durumlar müfettişin bile dikkatini çekmiş ki bir defasında hepimizi topladığında şöyle dedi: “Tutanaklara bakıyorum, hep müdürler konuşmuş, siz öğretmenler hiç konuşmamışsınız. Böyle olmaz arkadaşlar. Sizin eğitime dair hiç görüşünüz yok mu söyleyecek?"

Bir huyunu da kendisinden öğrendik yine bir kurulda ve ürktük doğrusu. Şöyle diyordu: “Bakın arkadaşlar, beni sevmeyeni ben de sevmem ve beraber çalışmak istemem. Beni sevmeyen arkadaşlara tavsiyem, hemen  tayinlerini istesinler. Ha, ben birisini sevmezsem, daha ömür boyu sevemem. Beğenmediğim bir huyumdur, ama ne yapayım, hakikat budur!” Bu sözler bize daha dikkatli olma olma gereğini hatırlattı. Ancak hakkında yazıyoruz, ya hoşuna gitmeyen bir söz olursa ne olacak? Doğrusu bir yazar olarak bunu göze alıyorum. Sebebi ise aramızdaki sevgidir. O beni sever, ben onu hem sever, hem de sayarım.

Her neyse, maalesef onun idarecilik yıllarında ülke çapında eğitimin bozulması hızla devam ediyordu. o dönemin hükümetlerini ve bakanlarını şöyle bir sıraya diziniz, sanırım meseleyi takdir edersiniz. İşte bir kaç isim: Avni Akyol (31.3.1989-20.11.1991), Köksal Toptan (20.11.1991-25.6.1993), Nahit Menteşe (25.6.1993-25.10.1993), Nevzat Ayaz (25.10.1993-5.10.1995), Turhan Tayan (5.10.1995-29.6.1996). Gerisi 28 Şubat Darbesi zaten, zikretmeye gerek var mı?

Öğretmenlere eğitimde bildikleri gibi öğretmede öncelik ve inisiyatif tanınmıyordu. Üstelik her hareketleri takip ediliyor, derin devletin izleri okulda hissediliyordu. Biz ise yer yer sızlansak da, asıl derdimiz davamız öğrencilerimiz olunca, ne idare, ne de devlet ile ters düşecek işlerden mümkün mertebe kaçınıyor, fakat öğrencilerimize ve halkımıza anlatmamız gereken bilgileri vermekten asla geri durmuyorduk. Rutin olarak okulda ders, dışarda vaaz ve sohbetlerimize devam ediyorduk. Mustafa Bey’den de bu konuda bir zarar görmüyorduk. Ancak okulun gittikçe eğitiminin zayıflaması bizi üzüyordu. Fakat elimizden hiçbir şey gelmiyordu...

Eğitim Bitti mi?

Yıllar sonra Bandırma’da Bakanlığın bir Hizmet İçi Eğitim Kursunda baş başa kaldığımız bir günde bu gün görmüş eski müdürümüze, aramızdaki sevgiye dayanarak dedim ki:

-Abi, Allah aşkına neden binalara verdiğiniz değeri, daha iyi yetişmeleri için içindeki öğrencilere vermediniz? Neden eğitim ve öğretimle yeterince ilgilenmediniz? 

Aldığım cevap çok ilginçti:

-Sevgili hocam, sen hala bilmiyor musun, eğitim bitti! Eğitim Öldü! Biz sadece bunu ilan etmiyoruz, o kadar. Yapılacak bir şey yok artık. O binalar da “bu da falanın eseri” diye hayırla anılıp bir dua almamız içindi.

Ben bu görüşe katılmamıştım o zamanlar. Beni tatmin etmemişti. Ancak yanılmış da olabilirim. Belki bize tanınmayan inisiyatif onlara da tanınmamıştı, belki onlara açıktan engeller konmuştu, bilemem. Ama bana göre okullardaki yetkililerin yapabileceği hala bazı şeyler vardı. Fakat o zaman şimdiki gibi farkında olamadığım bir şey daha varmış. O da “bu iş daha bitmedi” diyenleri sistem işin başına getirmiyormuş. Öyle ya, kim çatışma ister! 

Hüseyin Güçlü Hocamızın zamanında yapımına başlanan, hatta bir miktar öğrenci alıp ana bina yanında yan bir binada eğitime başlayan Kız İmam Hatip lisesi, nihayet biten kendi binasında,1989 - 1990 Öğretim Yılında, Mustafa Beyin müdürlüğü zamanında açıldı. Bu yapımda da Hacı Kalay Abinin  derneğin katkısı büyüktür, unutulmaz inşallah.  O zamana kadar Hüseyin Güçlü Hocamızın müdürlüğünde Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesi bünyesinde hizmet veriyordu. Müdür Bey müstakil bir okul çapındaki oraya iyi bir ekibi de idareci olarak verdi. Böylece okul iyi bir manevi hava içinde başlamış oldu. Bu da onların iftihar ettiği hizmetlerinden birisidir. 

İçemez Oldu

Bir zamanlar müdür odasında dumandan rahatsız olan arkadaşlar:

- Sigara içmek haramdır, dediklerinde, Mustafa Bey müdür koltuğunda dönerek ve iştahla şöyle demişti:

- Cennette de içeceğim. Hem de iki metre. Hurilerin omuzuna dayayarak tüttüreceğim.

Buna içerleyen bazı dostlar bana dönerek dediler ki:

- Böyle demek mahzurlu değil mi?

Ben de:

- Müdür Bey bu pis kokulu ve zararlı nikotin taşıyan bu mikrop sigaradan değil, herhalde Cennet sigarasından bahsediyor. Orada haram, günah, kötülük, pislik olmaz. Yani cennet şarabı gibi düşünün, demiştim.

Müdür bey de güldüğüne göre, demek ki öyle kast etmiş.

Buna "kıvırmak" denir mi? 

Bu sigaradan okulda en fazla Mustafa Belkıran Hocam rahatsızlığını dile getirirdi. Sigara bina içinde yasaklanmadan önce o, öğretmenler odasında içen olursa, açıkça eleştirir, hiç olmazsa balkona gitmesini söylerdi. Adam Kur'an hocası. Boğazının sağlıklı olması gerekir. Bizim de öyle elbette. o zamanlar duymuştuk, sigara içenlerin yanında duranlar da onlar kadar zarar görürlermiş. Belki de daha fazla. Bu da tepkisizliğin cezası demek. O yüzden birisi yanımızda sigara yakacak olsa hemen Mustafa Belkıran Hocama bakar, kafa göz çevirerek, bazen de samırdanarak giderdi. Bu hocamız beddua etmez ama demek ki birisi "içemez olasıca" diye beddua etmiş ki,  gün geldi, yaman bir kalp krizi ile o çok sevdiği sigarayı bırakmak zorunda kaldı. Hâlbuki ona düşkünlüğü maruftu. Ameliyat yapanlar:

- İçersen ölürsün, demişler.

Hevesi cennete kaldı. Bir gün baktım ki gene tüttürüyor. Şaşkın ve garip, sorgulayan bir bakış fırlattım. Dedi ki:

- Doktor günde üç dört tane içmeye izin verdi!

- O iyi bir doktor değilmiş!

Babası da İçerdi Amma

İster inanın, ister inanmayın, sigarayı ne kadar sevdiğine dair bir hatırasını ben bizzat, hem de birkaç kere kendisinden duydum. Önce hemen belirteyim; ben bunu bizzat kendisinden birkaç kez duydum ama kimseye anlatmıyordum, “meclis emanettir” diye. “Belki kendi aramızda konuşulur da, yabancılara anlatmaz” diyordum. Hem de “duyar da üzülürse gıybet olur” endişesinden. Meğerse hiç öyle değilmiş. Bacanağım Ahmet Kızılbağlı merhum kasaptı. Bir sene kasaplık vesilesiyle hacdan gelmişti. Başlarında da “kasap başı” olarak bu hocamız varmış ve yolda onlara bunu da, daha başka acayip ve garaip hikâyelerini de anlatmış. Ben de bundan cesaret alarak niye anlatmayayım ki? Hem sonra “bunu yazacağım” diyerek izin de aldım kendisinden.

Evet, şimdi dinleyelim o ilginç hikayeyi:

“Odamda akşam namazını kılıyordum. Anam içeri girdi. Müthiş samırdanıyordu. ‘Gene gelinle dövüşmüş bu’ dedim içimden. Namazda olduğum için müdahale de edemedim. Demek akşam akşam bir tatsızlık çıkmıştı, nasıl halledersek artık! 

Anam odadan çıktı, sonra işi var ki tekrar girdi. Hala samırdanıyordu. İçimden ‘bu sefer kavga büyük galiba!’ dedim.

Merak bu ya, namazdayım ama Allah affetsin, ‘Ne diyor bu yahu? Neye samırdanıyor acaba?’ diye iyice kulak verdim. Ne dese beğenirsiniz?

- Bu ocağı batasıca sigarayı babası da içerdi, amma hiç olmazsa namazda içmezdi.

‘Ne diyor bu yahu?’ diyerek bir baktım ki ağzımda sigara! Öyle durmuşum namaza!”

Bir gün, birini söndürüp diğerini yakan rahmetli Necmettin Gevri hocaya demişler ki:

- Yahu Hoca Efendi ne çok sigara içiyorsunuz?

O da gülerek demiş ki:

- Benimkisi de ne! Sen gel İmam Hatip müdürünü gör, namazda da içiyor!

Az gülmedik!

Değişim Zamanı

Yıl 1993 olduğunda başka bir esen kuvvetli rüzgâr, tarihin tekrarına götürdü bizi. Mustafa Beyin en yakın arkadaşı Faruk Özger Bey İmam Hatip Lisesi müdürlüğüne talip oldu. Yerini yapmıştı. Mustafa Beyi de çok kırmamak için, Faruk Beyin okulu olan Sütçü İmam Lisesine de onu müdür yaptılar. Bir nevi becayiş oldu. “Hayırlı olsun” için gittiğimizde söylediği çarpıcıydı:

- Bu okulda yatılı öğrenci yok. Öğretmen ve öğrenci az. Altı üstü bir bina. Yapılacak azıcık bir iş var, onu da baş muavin yapıyor. Yahu arkadaşlar, işsizlikten çok sıkılıyorum burada!

Bir gün geldi, oradan da geçerek emekli oldu. Bazıları için “altından mı gümüşten mi?” diye takılırdı, yaşlanınca olacak ya, lafı başında patladı. Pınarbaşındaki o güzelim köşkünü bırakarak kaloriferli diye hanımın dairesinde (tahminen söylüyorum) iç güveysi olarak yaşamak zorunda kaldı. Eee, ne demiş Sevgilimiz (sav):

Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz”.

Bazen bir vesile ile karşılaşırsak hararetle kucaklaşırız. Sevgilerimizi tazeleriz. Bazen de yılların verdiği hasretle elime geçince iyice uzattığım sakalımı sıvazlar, “İşte hem kafasıyla hem de kalıbıyla hakiki hoca!” diye iltifat eder.

Sakalın darısı başına olsun inşallah!

Bir gün onu sakallı görürsem, ben de doya doya sıvazlayacağım izin verirse.

Evet, İmam hatip davasının bayrağını gücünün yettiği kadar taşımış bir abimizi biz Allah için severiz. Bugünün nesli bilir mi ki onlar, bir bina daha yapıp biraz daha fazla öğrenci okutmak için evde bayram etmezler, o mübarek günde ziyaretleşmeyi ertelerler, deri toplarlardı pis kokular içinde. Bu davayı anlatmak için köy köy, dağ bayır dolaşırlardı. O yüzden biz onları seviyoruz. Ufak tefek beşeri kusurları olsa bile, bize ne! Yoluna ömrünü verdikleri Allah Teala ile kendi aralarında, kim karışır!

Şimdi onun bir hatırası ile ilgili olarak zihnime akın eden bazı düşünceleri ve olayları yazayım, tatlı bir hatıra olsun.

Peştamal 1

İbnülemin Mahmud Kemal Beyi okuyorum. Osmanlıdan cumhuriyete intikal eden bu nev’i şahsına münhasır adam, gerçekten bir dehadır. Verdiği eserlerde bir silsile gibi bir devre ışık tutar. Çok okuyan ve yazan, orijinal bir üslup sahibi olan bu ilim ve irfan ehlini tanımaya ve eserlerini okunmaya ihtiyacımız vardır.

Bir evinde devrin en değerli ricaliyle sohbette, bir de sahaflarda görülen bu hem sevilen, hem sayılan, hem de çekinilen heybetli adam, sohbetlerin efendisidir. Konuştukça açılır, açıldıkça bilinmedik, duyulmadık nice acaip garaiplikler ortaya saçılır, saatlerin ne çabuk geçtiği bilinmeden zaman su gibi içilirdi.

Onun hayatını okuyanlar, her dehada olduğu gibi bir nüktedanlığı, hatta muzipliği görürler. Eskiler yeri geldikçe mizahı da sanata çevirmesini bilmişlerdir. İşte onlardan birisi.

İbnülemin Mahmud Kemal Bey arada bir Gedik paşa Hamamı'na gider. Bir gün hamamın göbek taşında oturup terlemeye çalışırken bir delikanlının peştemalı usûlüne uygun kullanmadım, üryan denilecek bir vaziyette dolaştığını görür. Gerekli îkazı yapar.

Fakat genç adam "Hadi oradan moruk!" diyerek Üstad'la dalga geçer. Mahmud Kemal Bey işin peşini bırakmaz, derhal hamamcıyı çağırır, delikanlı oradakiler tarafından da ayrıca ikaz edilir ve mesele kapanır.

Derken aradan uzun bir zaman geçer. Üstad İstanbul Üniversitesi Merkez Binasındaki çalışma odasında bulunduğu sırada bir tanıdığı ile hamamdaki delikanlı huzuruna girer. Mahmud Kemal Bey'in tanıdığı zat,

- Efendim, bu genç kardeşimiz Sıddık Sami Bey'in dersinden kalmış, kendisine himmette bulunabilir misiniz? diye sorar.

O da delikanlıya sorar:

- Sen, filan gün, filan saatte Gedikpaşa Hamamı'nda dal d…..        dolaşan herif değil misin? Zındık Sami hayatında ilk defa isabetli bir iş yapmış ve seni bırakmış! der.

“Zındık Sami” dediği, meşhur hukukçu Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’dır ve o günlerde İstanbul Üniversitesinin rektörüdür. Tam da dediği gibidir yani.

Evet, iyilik de kötülük de karşılıksız kalmaz. Eskiler sık sık “Allah imhal eder ama ihmal etmez” derlerdi. Çok doğru değil mi?

Neyse, ben bu “peştamal” kelimesini okuyunca gülmeye başladım. Etrafımdaki dostlar:

- Neye güldün? demezler mi?

Her ne kadar:

- Peştamale güldüm, dediysem de yakamı bırakmadılar ve:

- Peştamale gülünmez. Elbet bir sebebi var. Anlat bakalım, dediler.

Çaresiz anlattım:

Peştamal  2

Maraş’ta yıllarca İmam Hatip Lisesinde öğretmenlik, muavinlik ve müdürlük yapmış Mustafa Koyuncu Hocamızı tanımayan az çıkar. Hele de öğretmen camiası bu ağabeylerini iyi tanırlar. Mecliste kendine has üslubuyla konuşan hoş sohbet birisidir. 

İşte bu edemiz de aslında sayıları iyice azalan ilginç  adamlardandır. Zaman zaman kendi garipliklerini de anlatır, meclisi gülmekten kırar geçirir. Şimdi anlattıklarımı kalabalık içinde kendi ağzından kaç kere duyduğumdan cesaret alarak yazıyorum, dedikodu sayılmaz inşallah.

Sözü verelim kendisine, o anlatsın efendim:

“Hartlap ilicesine gittim. (Vay Hartlap ilicesi vay, bir baraj uğruna seni nasıl kaybettik öyle? Değer miydi bir baraja bir ilice?!)

Baktım millet ya ıslanınca çok berbat görünen beyaz tumanla iliceye giriyor, ya da çok kısa mayo ile. Onlara hem bir İmam Hatip Lisesi meslek dersleri öğretmeni olarak ders vereyim, hem de güzel bir örnek olayım, böylece içinden geçip de yapamayanları da cesaretlendireyim diyerek, bir “peştamal” aldım, kenarda güzelce soyundum, peştamalı belime sağlamca bağladım ve bir molla gibi ağır ağır ilicenin içine inen merdivenlere yöneldim. Baktım bu arada, bizim peştamal iyi dikkat çekmiş ki herkes bana bakıyordu. Memnun olarak merdivenleri indim, ayaklarımı sıcak suya değdirince, vücudum alışsın diye, ilicenin iç kısmına inen uzun merdivenin üst basamağına oturdum. Ayak bileklerim suyun içinde.

Bu arada içeride epeyce kalabalık çimiyordu. Kimisi kenarda suya batmış oturuyor, kimisi de ortada ya tumdurmaca oynuyor, ya da ayakta duruyordu. Ama benim örnek hareketim baya işe yaramıştı. Çünkü herkes dönüp dönüp benim peştamala bakıyordu. Ben de tebliğ vazifesini yapmış ve dolayısıyla amacına ulaşmış adamların manevi hazzı içinde, huzur ve mutlulukla, ama keyfimi de çaktırmamaya çalışarak, mest oluyordum sevinçten.

Derken tam karşımdaki ihtiyarlardan birisi bana bakarak yavaş yavaş yanıma kadar geldi, ağzını kulağıma verdi ve ancak benim duyacağım kadar bir sesle şöyle dedi:

- Evladım biraz terbiyeli otur. Sen merdivende peştamalla oturuyorsun ama bütün malın meydanda.

Nasıl buz yutmuşa döndüm, nasıl utandım bilemezsiniz. Bütün örneklik gitmiş, yerini rezalet almıştı. Skandal dedikleri bu olsa gerekti. Hemen dizlerimi bitiştiriverdim ve adamın dediklerini sakladım. ama olan olmuştu bir kere. karizma sıfır. iyi ki hoca olduğumu anlamadılar. İhtiyar dönüp giderken ben de sessizce kalktım ve sıvıştım kaçtım oradan…”

Dalgınlığı çok meşhur bu hocamız meğer peştamalı giymiş ama bacaklarını sıkı sıkı kapamayı unutmuş. Demek batasıca peştamal de kısaymış ki, olan olmuş…

Peştamal 3

Benim de askerlikte bir peştamal hikayem var. Bilirsiniz askerlikte her şey kurallıdır ya, meğer hamam da kurallıymış. Ben gitmek istemedim ama dediler ki “yönetmelik gereğidir, hamama mecbur gidilecek.”

Etrafımızdaki yüksek tahsilli dört aylıklar içinde bir sürü adı müslüman kendisi kafir var. onlardan daha fazla da fâsık ve fâcir olanlar var. Tutturmazlar mı:

- Biz peştamal kullanmayız. Bu gericiliktir, diye?

- Ya nasıl yıkanırsınız?

- Çırılçıplak. Ne var bunda?

Elliğin körü var!..

Neyse komutan duymuş bunları. Çavuşla haber gönderdi:

- Kimi peştamalsız görürsem oyarım!

Orda önce peştamalla gözüktüler, ama komutan gidince inadına çırılçıplak soyundular. Ben askere gidinceye kadar üniversitede insanlar nasıl yetişir bilmezdim. Orada tanıdım genel olarak ve yıkıldım maalesef. Herkes de öyle değildi elbette, lakin bildik kaidelerdendir; “hüküm ekseriyete göre verilir.”

Evet, bir peştamal aldı bizi nerelere götürdü değil mi?

Sonuç

Her neyse, çocukluğumuzdan beri hayatımızda Mustafa Koyuncu gibi bir hoca var. Yaptıkları ve isteyip de yapamadıkları ile binlerce talebe yetiştirip onların sevgisini kazanmayı başarmış, ayrıca eğitim camiasında ve şehrimizde sevilen ve sayılan bir Mustafa Koyuncu Hoca vardır hayatımızda.

İyi ki vardır!

Biz onu bir abimiz olarak seviyoruz ve Allah Teâlâ’dan ona sağlık, mutluluk ve neşe dolu hayırlı bir ömür vermesini niyaz ediyoruz.