YAŞAR ALPASLAN HOCA

O bilgisini öğrencilere aktarmada da gayretli idi. Şöhretinin gölgesinde yatan biri değildi. Derslerine zamanında girer, öğrencilere ders yanında başka bilgiler ve tecrübeler de anlatırdı. Yanında daima yeni kitaplar olur, öğrencilere duyururdu. Çok da çalışkandı. Aynı zamanda fedakâr, diğerkâm, gayretli, hizmet ehli, damarına basmazsan uyumlu ve vefalı idi. Farkına vardığı hatalarını kabul edecek ve özür dileyecek kadar da insaflı idi. Çok da cömertti. Bütün bu saydıklarımı yıllar içinde bizzat yaşadım gördüm ondan.

Yıllar önceydi. Kayseri Yüksek İslam Enstitüsünde öğrenciydim. Maraş’ta bir dernek açılmış dediler. Benim gibi yarıyıl tatilini geçiren bir iki arkadaşla birlikte gittik “Kültür Derneği”ne.

Bir kaç odalı bir daire. Girişte ilk dikkatimi çeken kitaplar oldu. Sanırım bayağı bir kalabalık vardı içeride ve birisi konuşuyordu.

Ben bu şehre hep yabancı kaldım. Öteden beri münzevîyimdir. İçine dönük bir yapım var. Biraz da şartlar öyle gerektirdi. Babamın memuriyeti gereği sık yer değiştirdik. Orta öğretimi yatılı olarak Diyarbakır’da okudum. Dolayısıyla bu şehre yabancı kaldım. Ne âlimlerini, ne hocalarını, ne öğretmenlerini, ne de vaizlerini, şeyhlerini, dava adamlarını, siyaset önderlerini bilmiyordum o zamanlar.

Bir kültür derneği vardı. Daha önceleri “Milliyetçiler Derneği” imiş. O zamanlar herkes milliyetçi. Çünkü komünist düşmanı. Sistem nesilleri beşik gibi sağcı sollu diye sallıyor duruyor. Sonra İslamcılar ayrıldı milliyetçilerden. Milliyetçiler ise, hakkıyla öğrenemeseler ve yeterli ilgilenemeseler de bir türlü ayrılmadı İslam’dan. Bu iki zümre epey havanda su dövdü bu konular etrafında. “Kim daha müslümandı ve daha iyi hizmet edecekti ülkeye” diye…

O yıllarda Necip Fazıl bata çıka “Büyük Doğu”ları çıkarıyor bir Maraşlı olarak, onu biliyorum. Nuri Pakdil “Edebiyat” dergisini çıkarırmış, benim haberim yokmuş, oldu. Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu ve arkadaşları “Mavera”yı çıkarıyorlar.  “Yeni Devir” okuduğumuz gazete. Orada da “yedi güzel adam” önderlik yapıyor. O günlerde “Milli Selamet Partisi” bir parti gibi değil, bir fikir kulübü gibi çalışıyordu. İmam Hatip Lisesi bir büyük medrese idi. Şehrin nabzı oralarda atıyordu.

Diyeceğim şu ki Maraş o günlerde fikirle yatıyor, medeniyetle kalkıyordu. Bu canlı fikrî hayat sadece Maraş’ı değil, o günlerde Maraşlılar ülkeyi derinden etkiliyorlardı.

İçeri girdik, birisi konuşuyordu demiştim ya. Devam edelim o hatıraya. Evet, içeride ortaya yakın kısa boylu, tıknaz, ilk bakışta yuvarlak yüz yapısıyla, kabaklı gözleriyle la teşbih vela temsil Lenin’e benzettiğim bir adam, sakin ve yumuşak bir sesle konuşuyor.

Biz o zamana kadar konuşma deyince hep “nutuk atma” görmüşüz. Doğrusu böyle konuşmalara bu tür mekânlarda pek alışık değiliz. Ama adam kibar kibar konuşuyor. Pek düzenli şeyler söylemiyor gibi ilk başta. Çok serbest ve kadife gibi çok rahat ve filozofvari konuşuyor üstelik. Yani bildiğimiz ezber şeyler söylemiyor, sanki her söylediği o anda aklına gelmiş, kendi fikir fideliğinde o anda mahsul vermiş şeyler gibi. Bunun keyfi, belki de hafif zevki ve gururu, yüzüne sinmiş gibi…

Rahatlığı dikkatimi çekti konuşması gibi. Yanımdaki arkadaşıma sordum:

- Kim bu konuşan?

- Bu Yaşar Alpaslan Hocadır. Nam-ı diğer “Vezir Hoca”. İmam Hatip Lisesinde öğretmendir. Ayaklı kütüphane derler.

*  *  *                         

Yaşar Alpaslan Hoca ismini sanırım ilk kez orada duymuştum. Aradan yıllar geçti, Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesinde uzun yıllar beraber çalıştık. Beraber oturduk kalktık, yedik içtik, sohbet ettik, birbirimizi çok yakından tanıdık.

Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesinde onunla ilk karşılaşmamız, yine çok enteresandır. Okul “Umre” düzenlemiş ve öğrenciler bu kutsal yolculuklardan dönmüştü. Kalabalık ve dağınık bir ortam var. Bu arada şalvarlı, tespihli bir ede, muzaffer bir komutan edasıyla ortada dolaşıyor. “Koca Müdür” Sait Beyin yanında sağa sola emirler verip duruyor. Gözünün altından bana şöyle bir bakış attı ve ilgilenmeden geçti gitti. Benim de merakımı celbetti, “kimdir bu adam?” diye. Bir yerden gözüm ısırıyor gibiydi. Meğer meşhur Yaşar Hoca o imiş… O zaman ben okula misafir mi gelmiştim, tayin mi olmuştum şimdi çok hatırlamıyorum. Bu arada hemen söyleyeyim, ihtiyarladık, bazı anlattıklarımızda takdim tehir olabilir ve benim yaşımdakilere hoş görülebilir.

Meğer yıllarca okulu umreye götürürmüş. Çocukların üstünde nasıl titrediğini arkadaşları anlatır durur. Hatta bu umre seyahatleri okulu da taşmış, koca bir Milli Eğitim camiasını sarmıştı…

*  *  *

Onun hakkında oldukça müsbet duygularla Maraş’a gelmiştim. Hakkında ilk duyduklarım şunlardı: Bir kere çok okurdu. Büyük bir kütüphanesi vardı. Fikir olarak o zamanlar “Mücadeleci” idi. Particiliğin yoğun yaşandığı bir zamanda parti fikrine soğuktu, bütün partileri üç aşağı beş yukarı bir kefeye koyardı, Demirel’i sevmez ama “birlik ve dirlik” adına reyini AP’ye verirdi, çok iyi bir CHP muhalifiydi. Son söylediğim hariç, diğer görüşleriyle benim de o zamanlar fiilî olarak destek verdiğim, sonraları ilmî ve irşat hayatım sebebiyle fiilî desteğimi bırakıp fikren desteklediğim “Millî Görüş” mensuplarını biraz üzmüş, hatta kızdırmıştı.

Yaşar Alpaslan Hoca, okula geldiğim günde anlamıştım ki, okulda lider bir tipti. İstediği üç aşağı beş yukarı olurdu. Okul yönetiminde yoktu ama bütün idarecilere yerine göre sözü, yerine göre nazı geçerdi.  Zaten idareciliği sevmezdi. Bir ara ne olduysa müdürlüğe heveslendi, ama hüsranla neticelendi.

Onun okuldaki bu hâkimiyeti nedendi? Bu gücü nereden geliyordu?

*  *  *

Bu öyle uzun boylu düşünmeyi gerektiren bir şey değildi ve çok doğaldı.

Bir kere onun bilgisini teslim etmeyen yoktu. Malumdur bilgi, hele de onun kıymetini bilen yerlerde en büyük güçtür. Yaşar Alpaslan Hoca bilgisini öğrencilere aktarmada da gayretli idi. Şöhretinin gölgesinde yatan biri değildi. Derslerine zamanında girer, öğrencilere ders yanında başka bilgiler ve tecrübeler de anlatırdı. Yanında daima yeni kitaplar olur, öğrencilere duyururdu. Birçok insandan duymuşumdur, “Bize şu kitapları okuyun diye tanıtırdı” sözünü…

O, bilgisinin yanında çok çalışkandı da. Aynı zamanda fedakâr, diğerkâm, gayretli, hizmet ehli, damarına basmazsan uyumlu ve vefalı idi. Farkına vardığı hatalarını kabul edecek ve özür dileyecek kadar da insaflı idi. Çok da cömertti.

Bütün bu saydıklarımı yıllar içinde bizzat yaşadım gördüm ondan. Çalışkanlık ve gayretine en açık misal, yıllarca okul kooperatifini çalıştırması idi. Zemin katta, küçücük ve daracık bir odada yıllarca kendisi ve ekibi çalıştırdı o kooperatifi.

O kooperatif, İmam Hatip’in ilim, kültür, kitap, kütüphane, dostluk, kardeşlik, yardımlaşma hayatında ayrı bir destandır. Bu destanın baş aktörü manasına esas oğlanı da Yaşar Alpaslan Hocadır tabi.

Sene başında gönüllü o kola yazılır, yanına yıllar içinde Halil İslamoğlu, Salih Özsağır, Ramazan Pak ve diğer bazı Hoca Efendi arkadaşları da alır, fedakârca çalışırlardı. Belkide okulun en faal, en faydalı koluydu o zamanlar bu kol çalışması.

Ne mi yaparlardı?

Sene başında dostlarından para toplar, bir bütçe oluştururlar ve başta ders kitapları olmak üzere kalem, kırtasiye ve çok çeşitli ve faydalı kitaplar alırlar, onları öğrenciye ve öğretmenlere piyasadan çok ucuza satarlardı. Kazançlarının bir kısmını “örtülü ödenek olarak kullansınlar ve okulu yüz akıyla temsil etsinler” diye okul idaresine verirlerdi. Ama çoğunu okul kütüphanesine kitap almaya harcarlardı. Sene sonunda bizim gibi sermaye yatıranlara da “sevabınız bol olsun” diye dua ederlerdi…

Allah razı olsun.

*  *  *

Maraş İmam Hatip Lisesi Kütüphanesi, bir üniversite kütüphanesi gibidir. Devlet parasıyla mı alındı sanırsınız onca kitaplar? Nerde!... Devlet okullara yakacak parası bile zor gönderiyor, nerde kaldı kütüphaneye kitap parası gönderecek…

Ama bir okul kütüphanesinde lügatler olmalı, ansiklopediler olmalı, her bilim dalından kaynak eserler olmalı, hikâye, roman, şiir gibi edebî türler olmalı, düşünce ve felsefe olmalı. Bizim için de özellikle İslamî eserler olmalı.

Evet, bunların hepsi de okul kütüphanesinde var hamdolsun.

Ama nasıl var?

Destan burada yatar zaten.

Ders zili çalar. Öğrenciler bahçeye, öğretmenler kendi odalarına giderler. Beş on dakika sonra tekrar derse gideceklerdir. Dinlenmeye yetmez elbette. Olsa olsa bir soluklanma olur ancak.

Ama kooperatifte çalışan arkadaşlar onu da bulamazlar. Hemen iner, dükkânı açar, yardımcı öğrencilerle başlarlar alım satıma. Derken zil çalar, onlar da dinlenmeden tekrar derse giderler…

Bu böyle yıllarca sürer gider. Zaman içinde değişseler de bütün okul müdürleri, diyelim ki resim hocası bir sergi açar, onu hemen ödüllendirirler. Sporda bir başarı gelir, beden hocaları hemen ödlerini alırlar. Daha bir sene de şu kooperatifi çalıştıran hizmet erlerine de bir ödül verelim dememişlerdir. Babalarının kesesinden de değildir ha. Onlar da gücenmeden hizmetlerine devam eder giderler.

Bir sene kurulda bu haksızlığı dile getirdim. Müdürün hoşuna gitmeyeceğini bilirim elbet. Baktı baktı bana acı acı gözlüğünün altından ve “haklısın” dedi. Dedi ama uygulama gene de değişmedi.

*  *  *

Yaşar Alpaslan Hoca. Yıllarca bütçesinin üzerinde kitap almıştır. Bu konuda bir koleksiyoncu gibi çabalamıştır. Tam bir kitap aşığıdır. Bunun için bazı müsait dostlarını da devreye koyar. Az da olsa Maraş’ın eski hocalarının kitap mirasını da almıştır okuyanları kalmayınca. Bazen takılır,

-Ne yapacaksınız bu kadar kitapları sonunda? Deriz.

-Ben vezirlerdenim. Amma yeter artık vezirlik. Devletimi kurup da ben padişah olduğumda, hâkimlerim, hocalarım zahmet çekmesin diye kitaplarını şimdiden hazırlıyorum, der.

Ömür boyu biriktirdiği ve bir dairesini tahsis ettiği kitapları ehlinden asla kıskanmaz, esirgemez Hatta Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, yeni açıldığı için yeterli kitap bulunduramaz, hocamın kitaplarından istifade ederlerdi. Hala da öyledir. İlahiyat başta olmak üzere tarih, edebiyat, felsefe, sosyal bilimler ve dil gibi bizim kültürümüzün üzerinde araştırma yapmak isteyenler Yaşar Beye başvururlar. O da hem kitap ve kaynak bilgisiyle, hem de vergisiyle onlara yardımcı olur. Evi bu tür ziyaretçilerle dolup taşar. Fakir de bazen kitaplarını alır, altı ay yanımda tutarım yazdığım kitap bitinceye kadar. “Ne oldu aldığın kitap?” demez, zamanın uzamasını hoş karşılar.

Hatta kendisinde olmayan ama bizde veya bir başkasında olduğunu bildiği kitaplar olursa arayana haber verir, onlar da bize gelirler. “Maraş’taki bu arkadaşların kitabı, hepimizin kitabıdır. Bizim ayrımız gayrımız yoktur. Bende olmayan onda varsa, bende de var demektir. Biz ondan faydalanırız.” Der. “Öyle değil mi?” diye bize de tasdik ettirir.

 Ondan gelen kitap isteyenlere “yok” demek ayıp olur diye, biz de tereddütsüz veririz. İnşallah sevabı eksilmez.

*  *  *

“Biraz Pahalı Olur” 

Yaşar Alpaslan Hocamın İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne kaydolduktan sonra belli bir cemaat arasına katılır ve onların da yönlendirmesiyle bazı konularda derinlemesine çalışmalar, özellikle de eğitim üzerinde dosyalar hazırlar. Bu arada ahlak – hukuk ilişkilerini araştırır. Konuyla ilgili kaynaklar ve tavsiyeler almak üzere Osman Pazarlı Hocaya gider. Ondan aldığı tavsiye kitaplar arasında Ziya Fahri Fındıkoğlu’nun iki ciltlik “Ahlak Tarihi” kitabı da vardır. Kitapçılarda arar ama bulamaz.

O zaman İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden İbrahim Bey diye bir arkadaşına macerayı anlatır ve “Şu kitabı bana bir getirsene” diye yardım ister. O da kütüphanelerinden o kitabı alır ve Yaşar beye emaneten verir.

Gerisini Yaşar beyden dinleyelim: “Kitabı okudum. Çok sevdim ve istifade ettim. Arkadaşıma tekrar iade ettim. Bana dedi ki:

-İstiyorsan kütüphane memurumuz sana bu kitabı bulacak.

-Nasıl bulacak?

-Onu bilmem, ama “biraz pahalı olur” diyor.

-Desene adam bize kütüphanenin kitabını satacak. Yok kardeşim, ben böyle pisliği sevmem.

Aradan yıllar geçti, ben o iki cildi iki sene evvel ancak ele geçirebildim.”

Belki bu olayın üstünden kırk yıldan fazla zaman geçmiştir. Kimseyi töhmet altında tutmak değil amacımız ama ülkenin ve insanımızın nelere müsait olduğunu bilmeyenimiz yok tabi. Bunlar olur mu olur. İşte okuyoruz macerayı maalesef.

Bu sadece bizde değil, her ülkede her zaman görülen adi olaylardandır hiç şüphesiz.

O kooperatifi, bir gün okulu yazarsam orada yazarım inşallah, asla unutamayız biz. Orası sanki bizim tekkemizdi. İnerdik oraya, o küçücük odacığa, sıkışa sıkışa ne demli sohbetler ederdik çaylar eşliğinde… Acıkan oraya gelir, Yaşar Alpaslan Hoca’nın evden getirdiği bal, pekmez, yağlı zeytin, helva gibi şeylerle karınlarını doyururdu. Parası biten aybaşına kadar borç alırdı. Böylece öğretmenler, başkalarından borç isteme zilletinden kurtulurlardı.

Bu esnada yeni kitaplar incelenir, ülkenin sorunları hakkında günlük değerlendirmeler yapılır, okul eğitimi tartışılır, mektepte cereyan eden magazinsel olaylar irdelenir, şakalar yapılır, yeri gelince kahkahalar atılırdı.

Allah esirgesin, Ramazan Pak Hoca şehir şehir dolaşır, o zamanlar yaygın olan enflasyon zammını yememiş ucuz ve güzel kitapları toplar getirir, bize ve öğrencilere bayram ettirirdi. Kitapları gören Yaşar Alpaslan Hoca açılır, sohbet öğle tatilini bir saniyede bitirirdi.

O günler ne güzel günlerdi!

Sonra Yaşar Alpaslan Hoca okuldan gitti. Başka yerlerde yolsuzluk olmuş, Milli Eğitim de emir vermiş, bütün kooperatifler kapanmıştı. Biz de çok yararlı bir mekânı ve hizmet imkânını maalesef kaybetmiştik. Bu kayıp yıllarca sürdü ve hala da devam eder.

*  *  *

Yaşar Alpaslan Hoca hakkında “fedakâr, diğerkâm, gayretli, hizmet ehli, damarına basmazsan uyumlu ve vefalı idi. çok da cömertti” demiş ve kooperatifte yaşanan hizmet, fedakârlık, gayret ve cömertliğini anlatmıştım.

O, özel dostluğunda da çok samimi ve gayretli idi. Birisinin bir sıkıntısına duymuşsa, gelip kendisine açmasını beklemez, hemen harekete geçerek o sıkıntıyı gidermeye çalışırdı. Bazen sıkıntı sahibi bunu bilmez, bazen de daha sonra haberdar olurdu.

Ben böyle muamelelerine kaç kere şahit oldum, yaşadım. Arkadaşlarım bilir, benim bir kulak patlatma hadisem oldu. Sanırım 1983 yılında I. Dönemin son günleriydi. Sınıfa neşeyle girdim ve son tefsir dersi yazılısının sonuçlarını okudum.

Pek itiraz eden öğrenci olmazdı notlarıma. Çünkü gerçekten okurdum. Ama o gün Mahir Gökçe adında bir sevgili öğrencim notuna itiraz etti. Bu öğrencim, sınıfta varlığı veya yokluğunu pek hissettirmez, sessiz, sakin ve saygılı ve de çok yakışıklı bir öğrencimdi. Ben de kendisini severdim. O sınıf da güzel bir sınıftı zaten ve ben onlara derse zevkle girerdim.

Dedim ki: “Yavrum Mahir, kâğıdını seve seve getirir, yanında yeniden okur  incelerdim ama, bildiğin gibi karne yaklaştı ve ben ortalamaları da not defterine geçirdim. Notları da idareye teslim ettim. Gel bu itirazdan vaz geç.”

Mahir ısrar etti. O zaman ben de “Notlar idareye verildi bir kere. Eğer hala ısrar edersen, kanunî hakkındır. Git idareye dilekçe ver. Onlar kâğıdını benden alır, incelerler.” Dedim ve işime döndüm.

Birden yazı tahtasından bir ses geldi. Mahir elindeki bir şeyi tahtaya fırlatmış. Kendisine baktığımda ağzında  bazı kelimeler mırıldanarak oturdu ama ne dediğini anlamadım tabi. Hiç alışık olmadığımız bir tavır. Sınıfta çıt çıkmıyor. Herkes bir ona, bir bana bakıyor.

Ne yapmalıydım?

Bir kaç saniye düşündüm. Sonra şuna karar verdim: Çok önem vermeyeyim, sadece yanıma çağırayım ve sessizce yaptığının yakışmadığını, kendisinden de hiç beklemediğimi söyleyeyim o kadar.

“Gel buraya!” dedim.

Öğrencim oralı bile olmadı.

Allah Allah!

Suçu gittikçe büyüyordu. Bir daha çağırdım, yine dinlemedi. Ben yanına gitsem iş büyür diye nara seviyesinde yüksek bir sesle “gel buraya” diye bağırdım.

Bereket o zaman kalktı ve geldi. O gelirken ben düşünüyordum. İş büyümüştü. Tekdirle yetinmek, otoritemiz açısından sakıncalı olabilirdi. Bir ders vermek gerekti. Şimdiki aklım olsaydı yapmazdım ama gelince ayağa kalktım ve arada soba da olduğu için uzaktan bir tokat attım. Ama o sakındı ve yüzünü çevirdi. Elim kulağının üstüne gelmişti. Zaten sinek uçsa duyulacak kadar sessizleşen sınıfta sille sesi, beni de şaşırtacak kadar oldukça yüksek çıktı.

“Otur yerine!”

Canı yanan sevgili Mahir kin ve nefretle baktı bana. Ben de, daha büyük bir olay yaşamayalım diye öyle sert ve kararlı bakıyordum. İçimden de “söz dinlesen de bu acıları yaşamasak olmaz mıydı be oğlum? Ne gerek vardı şimdi bunlara?” diyordum.

Mahir oturdu. Ama beş dakika sonra parmak kaldırdı. Kulağının ağrıdığını, hastaneye gitmek istediğini söyledi. “İdareden izin al, git” dedim ve gitti.

Hiç iyi olmamıştı. Kafam bozuldu, işim bitince kimseyle konuşmadan evime gittim.

*  *  *

Mahir idareden izin alırken haliyle müdür olayı duyar. Rahmetli Sait Bey beni severdi. Voleybol maçlarından işine yaradığım için gelir gelmez aramızda bir dostluk başlamıştı. Ama o günlerde bir yanlış anlamadan dolayı bana kızgındı. Ben de kendisine kızgındım. Çünkü ben haklıydım ve “olayı iyi incelesin, ya da bana da sorsun, kızacaksa o zaman kızsın” diye kızgındım ve kendisi çağırıp dinlemek istesin diye gidip olayı anlatmıyordum. Herhalde hastanedeki resmi muameleyi duymuştu, olacağı gördüğünden benden o sınıfın sınav kâğıtlarını istedi, verdim. Şimdi hatırladıkça gülüyorum.

-Hani bunun cevap anahtarı?

-Bu okulda sene içi sınavlarında cevap anahtarı hazırlayan bir öğretmen var mı?

-Hadi bir tane hazırla da getir.

-Peki.

O resmi, ben de resmiyim. Oysa hakkımda kötülük düşünse bunu tutanakla resmileştirir, bana zarar verebilirdi. Ama yapmadı ve yazıp getirdiğimi, sanki evvelden beri varmış gibi işleme koydu. Ben bunu takdir ediyor ve içimden gülüyordum, ama dışımızdan soğuk soğuk nazlanıyorduk birbirimize. İnsanoğlu ne acaip değil mi?

Başka da bir nazlanmamız olmamıştı rahmetliyle. Hastalığında Ankara’da Diyanette karşılaşmıştık. Kucaklaştık. Bana mahzun ve mütebessim uzun uzun baktı. Bir daha kucaklaştık.

*  *  *

Neyse, bir komisyon kurmuş, inceletmiş. Notu normal bulmuş komisyon. Bana evrakı verirken:

-Komisyon takdir etti notlarını, dedi. Ama bir kişiye fazla not vermişsin. Kime biliyor musun?

-Evet.

-De bakalım.

-Mehmet Saçmalı.

-Evet. Peki neden? Babası dostun olduğu için mi?

-Hayır! Babası dostumdur ama sebebi o değil. O talebemiz hafızdır. Ulu camide mukabele okuyarak okulumuzu temsil ediyor. Takdirname için nota ihtiyacı olduğunu duydum. Ben tefsir hocasıyım. Seve seve verdim.

-İyi etmişsin.

Mütebessimdi. Aramızdaki buzlar da o tebessümle erimişti. Buna ben de çok sevindim.

Ama Mahir’in hastanede çalışan bir hemşire ablası varmış ve kardeşini o vaziyette görünce ortalığı velveleye vermiş. Acildeki polisler gelmiş ifade almışlar. Beni karakoldan istediler, il halk kütüphanesinin karşısındaki karakola gittim. Savcılığa havale ettiler, polis nezaretinde oraya da gittim ve ifade verdim. İçimde acı bir burukluk ve korkunç bir hüzün. Bu benim savcılığa ilk gidişimdi…

O günlerde de TRT’de bir dizi var aynen böyle ve öğretmenin işine son veriyorlar. Bütün öğrencilerim de üzgün, beni işten atarlar diye.

Okula geldim. Sevgili Mahir mahcup bir şekilde yanıma geldi. “Özür dilerim hocam. Ben sizi şikâyet etmedim. Ama ablamı durduramadım. Polisler de duyunca iş resmileşti.”

“Bir şey olmaz oğlum. Senin kulağın nasıl? Acıyor mu hala?”

“Yok, hocam, iyiyim ben…”

Biz bunları yaşarken sonra öğrendim ki neler olmuş neler…

Yaşar Alpaslan Hocamız olayı duyunca hastaneye koşmuş. Çocuğun muayene olduğu doktoru bulmuş ve kötü bir rapor vermesini önlemiş. Diğer bir akrabası, belki de abisi bir meslektaşımız imiş, onu da bulmuş, hem onu hem de babasını teskin etmiş, beni tezkiye etmiş… Aldı bana getirdi o meslektaşımızı, tanıdığım birisi idi. Birbirimizi teselli ettik. O iş de öylece bitti.

*  *  *

Yıllar sonra DYP iktidar ve gene İmam Hatip Lisesi öğretmenleri için sürgün listesi hazırlanıyor. Kambersiz düğün olur mu, dediklerine göre biz de varız liste içinde.

Yaşar Alpaslan Hoca’nın haberi oluyor ve koşuyor.

-Yahu o adam hoca, siyasetle uğraşmaz, halka vaaz eder, faydalı olur. Ondan ne istiyorsunuz? der.

Onlar da:

- Biz onun siyasetle uğraşmadığını biliyoruz ama  “Falanca Vakıfta” liderimizi tenkit ettiğini duyduk, derler.

- Tamam, ben kefilim, bir daha oralarda konuşmaz, der.

Bu arada onlar da kendi aralarında bölünürler ve “başımıza iş açmayalım” diyerek bu işten toptan vaaz geçerler.

Yaşar Alpaslan Hocam bana gelerek dedi ki:

-Vaazına devam et, ama bir daha falan vakıfta bu sene konuşmayacaksın.

- Hayırdır inşallah abi, nerden icap etti şimdi bu?

- Karıştırma. Ben senin adına birilerine söz verdim. Beni yalancı çıkarmazsın herhalde?

- Emrin olur abi!

*  *  *

Dünya böyle işte. Ve siyasetin cilveleri çok yaman. Devamlı hocalarla uğraşan o ekibin başı, daha sonra o hocaların desteklediği partiye geldi ve büyük itibar gördü, hatta milletvekili adayı veya aday adayı oldu. Varsın görsün, varsın olsun, ayıp değil. Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmazmış. Ama bu tecrübeler de bir fikir vermeli herhalde bu işler yapılırken.

Nerde!

Sonra o parti de kendi içinde ikiye bölündü ve hocalarla berber partililer de ikiye ayrıldı. Aynı davanın adamları şimdi iki parti halindeler ve birbirlerine karşı amansız ve nahoş bir muhalefeti, hem de “Bizans’ın Çocukları” gibi, “Yahudi Uşakları” gibi insafı zorlayan bir üslupla devam ettiriyorlar.

Acı! Çok acı.

Siyasiler içinde hala temiz kalabilmiş, ahlaklı, olgun, vatanına milletine hizmet etmek isteyen iyi niyetli insanlar yok mu?

Neden olmasın, elbette vardır.

Ama “Başka hiçbir kaygı taşımadan, sırf  Allah rızası için siyaset yapan birileri var mıdır?” diye sorulacak olursa cevabım, “getirin o ideallerimizden başka amacımız olmayan hülyalı ve idealist gençliğimizi, size o günlerin coşkun ve esrik başıyla ‘evet’ diyeyim” olacaktır. Ama saçımızın sakalımızın ağardığı şu yaşımıza gelince, bu tür söylemlere tebessüm etmekten başka yapabileceğimiz bir şey kalmıyor.

Haklarını yemiş olmayalım, yaşanan gerçeklerden bittecrübe tahsil edilen kanaatlerdendir ki nefs-i emmaresini yenerek raziyye ve marziyye makamlarında sabit  kadem olmuş olmak gerek olan öyle şahsiyetler, bütün amaçları rü’yetü-l gayr’i yere çalarak ittibay-ı heva ve hubb-i dünya’dan uzak olmaya çalışan ehl-i tekâyâ ve hângah ve dergah arasında bile bulunmazken, bütün bütün menfaat saikiyle seyr-ü süluk edilen, ifrit ve cinlerinin dahi cirit attığı devlet ve hükümete giden yolda bir iktidar kapısı olan meydan-ı siyasette bulunur diye beklemek, hele hele de “uluhiyyet”ten bir parça olan “hakimiyyet”i kendinde gören böyle laik ve seküler bir sistemde, şeytanlardan nedamet ederek birr-ü takvada evliya ile yarışmalarını beklemek gibi bir şey olsa gerektir.

Her ne ise, bu ahvalin hamuru çok su götürür. Biz onu bırakalım da asıl mevzumuza bakalım.

İşte Yaşar Alpaslan Hoca böyle biridir. Dostlarıyla ilgilenir, kültür ve sanatla ilgilenir, vakıflarla ilgilenir, hizmetlerle ilgilenir, üniversite ve yabancı hocalarıyla ilgilenir. Şehrin kadim sakinlerinden olduğu için Maraş’ı ve Maraşlıyı iyi bilir ve bu bilgiyi hayırlı işlerde iyi kullanır.

Eskiler “kalabalıkta tevazu göstermek, kibir alametidir” demişler ve dahi ağızları şeker şerbet yesin içsinler, hikmet söylemişlerdir. Buna binaen böyle aleni yerlerde tevazu göstermek pek hoşuma gitmese bile, yine de bir vazife-i edep olarak diyeyim, layık olmasam da bazen sıhhatimi sorar ve “Kendine iyi bak, sağlığını koru, sen sadece kendin değil, aynı zamanda Maraş’ın hocasısın. Bize gereksin.” Diye tenbih ederdi.

Bu, ehl-i himmet bir yiğidin engin gönlünü gösterir güzel bir alamet ve işaret değil midir? 

*  *  *

Üniversite deyince Yaşar Alpaslan Hoca’nın hizmetleri başka bir biçim almaya başlar.

İmam Hatip Lisesinden ayrılarak sanat Mektebine giden hocamız oradan emekli olur. Afşin’de başlayan eğitim macerası orada son bulur. Yorgundur biraz. Çünkü engelli bir oğluyla imtihandadır ve o imtihandan da yüz akıyla çıkar.

O yıllarda Kahramanmaraş’a bir üniversite açılması karara bağlanmıştır ve kurucu rektör olarak da Yusuf Vanlı diye biri atanmıştır. Dindar bir adam olarak bilindi ve sevildi. Görevini de yerine getirdi gitti.

Ama maalesef onda da, o seviyeye çıkmış olmasına rağmen çoklarında olan bir hastalık vardı; ırkçılık. Irkçılık deyince daha çok kavme, ırka, aşirete dayalı olan akla geliyor. Oysa mezhep, meşrep, cemaat, parti, kulüp, dernek, vakıf gibi aynı görüşe bağlı insan guruplarının sergilediği ırkçılık daha büyük ve zararlı hale gelmiştir yaşadığımız yıllarda. Maalesef bundan kendini kurtaran bir gurup da sanki yok gibidir.

Allah Teala işleri ehline vermemizi emreder. Irkçılık ise kendi yandaşlarına. Farkı görüyorsunuz değil mi?

Onların ilahî emre ters düşen mantığı şudur:  “Bizden olsun da çamurdan olsun.” Bunun bahanesi de hazırdır: “Birlik, beraberlik, dayanışma ancak böyle sağlanır”

Bu Yusuf Vanlı  Bey de “Nurcu” bilindi. Gerçekten de elinden geldiği kadar oraya o cemaatten adamlar aldı. Ama bu arada Yaşar Alpaslan Hoca gibi nice ehiller dururken, ne bilgisi, ne dili, ne de akademik birikimi olmayan bir sürü insan oraya alındı. Böylece şehrimize “iyilik” adı altında büyük kötülükler yapıldı.

Kimse yanlış anlamasın, biz Bedîuzzaman Said Nursî’yi  (k.s.) çok sever ve takdir ederiz. Onun yanında ve onunla mücadele edenleri ve “nurcu” olsun olmasın onları izleyenleri de çok sever ve hizmetlerini takdir ederiz. Ama birileri Allah Teala’nın emrini nefsinin emrinin arkasına atıp bir yanlış yapmışsa, “iyi niyetli” de olsa o yanlışı benimseyemez, “sevdiğimiz yapmıştır” diye hoş göremeyiz.

Aynı yanlış İlahiyât Fakültesi açılırken de tekrar edildi. Bu sefer aynı türden bir ırkçılığı “milliyetçilik” adına, sanırım adı Hüseyin Turan olan bir ilahiyatçı yaptı. Demek dini bilmek başka, çiğnemek başkaymış…

Kahramanmaraş’a İlahiyât Fakültesi açma kararı verilince İmam Hatipliler olarak en çok bizler  sevindik. Çünkü bu fakülte bizimdi. Kendi okulumuzun devamıydı yani. Öğrencilerimizin ilahiyat tahsili için başka şehirlere gurbete gitmesine artık gerek kalmayacaktı. Şehrimize maddi kazancının yanında birçok manevi kazançlar da sağlayacaktı. En azından birçok ilahiyat Profesörü, doçenti, doktoru gelecek, ders dışında va’zları, seminerleri, konferansları, özel dersleri, tezleri, makaleleri, kitapları ile şehrin ilim hayatına katkıları olacaktı. Bizler de bunlarla tanışacak, sohbet edecek, istifade edecektik. Ne kadar güzel olacaktı…

Biz bu duygularla birçok arkadaş sevinçle koşarak “hoş geldin” ziyaretlerine gittik dekan beyin. 

Aaa! O da ne!

Dekan bey buz gibi soğuk…

Bir gün bir toplantı için okulumuza geldi. Etrafını sardık yine güzel bahçemizde, çay ikram ettik. Elimizden geldiği kadar hizmetinde olduğumuzu, bize bir iş düşerse seve seve yardım edeceğimizi söyledik.

Teşekkür etti ama yine yüzü bir türlü gülmedi.

Sonradan öğrendik ki biz Allah için ne kadar iltifat etsek o, “kapağı fakülteye atmak için bizim kendisine yağcılık yaptığımızı” anlarmış. Bunu da birisine şöyle ifade etmiş: “Bıraksan bütün İmam Hatip Liseliler buraya dolacak. Ben onlardan bir tane bile almayacak, buraya ilim adamı toplayacağım.”

Yazık… Çok yazık!

Bir insan nasıl bu kadar dar görüşlü, bu kadar kaba ve yobaz, bu kadar kendini beğenmiş ve bencil, bu kadar ükela ve kibirli olabilir?

*  *  *

İlahiyata ilim adamlarının gelmesini kim istemez yahu?

Ha, bu arada başta İmam Hatipliler olmak üzere bu şehirden orada hocalık yapmak isteyenler de çıkabilir. Bundan daha normal ne olabilir?

Açarsın sınavını, beğenirsen alırsın, beğenmezsen almazsın, o kadar.

Herkes gibi bu şehrin hocalarının da isteme ve başvurma hakkı vardır herhalde…

Bilmiyorum ama kast ettiğinin birisi de ben olabilirim. Ben veya arkadaşlarım. Ne var bunda? Ayıp mı orada çalışmak istemek?

Ben kendime güveniyorum mesela. Çünkü öyle bir okuldan mezun oldum. Oralarda hocalık yapanları da tanıyorum. Öyle bir okulda bir değil, birkaç branşta evvel Allah ders verebilirim. Övünmek için değil, tahdis-i nimet ve bir kibirliye karşı ibret için söylüyorum. Ben o misilli okullarda mesela fıkıh, hadis, ahlak, tasavvuf, siyer derslerini rahatlıkla verebilirim. Belli bir branşım olsa onda derinleşme imkanlarına da sahibim.

Benim gibi kaç arkadaşım var bu şehirde bu durumda. Mesela Yaşar Alpaslan Hocam fevkalade akaid, kelam, dinler tarihi, İslam tarihi gibi  derslerde başarılı olur. Ramazan Pak Hocam Fıkıh ve Fıkıh Usulü, Tarihinde başarılı olur. Daha başkaları da var, burada isimlerini tek tek saymayalım şimdi…

Kırıldık tabii!

Aldılar sonra kimi aldılarsa. Ama biz “hoş geldiniz” ziyaretlerine cesaret edemedik. Belki çok güzel insanlardır, ama onlara da gitsek şimdi, onlar da “niye geliyorlar acaba?” diye bir sürü yorum mu yapacaklar diye gitmiyoruz.

Çok sonra dekan olarak Kemal Atik Bey gelince, daha önceden tanıdığımız için geç de olsa “Hoş geldin”e gittik. Sağ olsun kendisi güler yüz ve tatlı dille karşıladı bizi. Hatta utandırdı “buralar sizin, her zaman gelmelisiniz” diye. İnsanın dünya görüşü, düşünce yapısı farklı olabilir. Ama güler yüz tatlı dil dinin emri değil mi yahu?

Evet oralar bizim, bunda şüphe yok. Fakat kendimizi oralarda biraz yabancı hisseder gibi oluyoruz. Bazen esen buz gibi resmiyetin yanına, bir de talebemiz yaşındaki bazı öğretim üyelerinin bizi talebe yerine koyar tavır ve konuşmaları olmasa…

Çok mu alınganız?

Evet.

Haklı mıyız?

Yaşadıklarımızdan sonra galiba…

*  *  *

Şimdi ilahiyat ile halkın bağları kopuk maalesef. Belki de bilerek yapılıyor ama, bize göre hiç hoş değil bu durum.

Eğer bu şehrin hak eden insanları oralarda olsaydı, bu ilişki daha canlı, daha sıcak ve samimi olabilirdi. Fakülte de açılışının üstünden bunca yıl geçmiş olmasına rağmen  hala üç dört yere taşınmaktan çoktan kurtulur, kendi güzel binasına kavuşurdu…

Fakat Yaşar Alpaslan Hoca bizim gibi düşünse bile bizim gibi davranmadı. İlişki kurdu Üniversite ile ve kendisini kabul ettirdi. Buna biraz da bir devlet memuru için imkansız gibi bir şey olan muhteşem kütüphanesinin katkısı oldu. İçinde Türkçe, Arapça, Farsça, Osmanlıca  matbu veya el yazması nadide eserlerin bulunduğu kütüphanesini, onlara çok muhtaç olan üniversite elemanlarına esirgemeden açtı.  Çoğu kitapseverlerin “sevgilimdir, ele nasıl veririm?” diyerek ve gözünden esirgeyerek emanete kitap veremediği nahoş vaziyeti aştı. Yer yer fotokopisini çıkardı verdi, emanet verdi, aylarca verdi, hatta evinde doktora çalışması yapanlara bilgi ve kaynak hususnda yardım etti, yol gösterdi. Böylece onlarla arasında sevgi ve saygıya dayanan bir ilişki oluşturdu.

Zaman zaman evine gittiğimizde bu amaçla gelen üniversitelilere bizler de tanık olmuşuzdur.            

*  *  *

Yaşar Alpaslan Hoca da zaman içinde her insan gibi bir kısım hatalar yapmıştır elbette. Biz bu tür yazılarımızda genellikle hataları dile getirmeyiz. Olur ya gün gelir de bizim bu yazılarımızdan bir bilgi almak isteyen olursa bunu özellikle söyleyelim ki bunu bir kusur sanmasın. Kendisi bilimsel metotları kullanarak işine geleni bulup alsın.

Çünkü biz yaşadığımız müddetçe gönül yapalım kaygısıyla çabalıyor, birlik ve beraberlik için çırpınıyor, safları sıklaştıralım istiyor, kötülüklerle müşterek mücadeleye önem veriyoruz. Geçmiş hatalardan bahsederek kimseyi kırmak, üzmek, incitmek, utandırmak istemiyoruz. Kendimiz için bunu nasıl istiyorsak, başkaları için de istemek zorundayız. Kaldı ki İslam açısından tövbe edilmiş günahları anlatmak ayıptır, zararlıdır, vebaldir. Böyle şeylerin faydası yok, zararı çoktur.

“Tahallakû bi’ahlakillah” usülünce “settaru’l uyup” olan Allah Teala’nın ahlakı ile ahlaklanarak hataları, kusurları örtmeliyiz ki, Allah Teala da bizimkileri örtsün. Kendimiz için istediğimizi, kardeşlerimiz için de istemek mecburiyetindeyiz bir Müslüman olarak.

Bu hataları örtmeye kulun bizzat kendisi de dahildir. En ahmak ve zavallı odur ki, kimse görmeden gizlice yaptıklarını bizzat kendisi aleniyete döker ve ballandıra ballandıra anlatır. Oysa gizli yapmasına sebep, hayâ idi. asıl haya Allah Teala’dan olması gerekirken, insanlardan haya bile Allah Teala katında bir değer ifade ederek o günahın yevm-i kıyamette dahi örtülmesine sebep olacağı nimetini, insan kendi eliyle katlederse, bu kişiye “ahmak ve zavallı” demek acaba gerekmez mi?

Ancak bazı acı hatıraların zaman içinde acısı gider de başkalarına bir örnek olarak anlatılması yerinde olup fayda getirirse, bir nükte kabilinden bunları anlatmak, hem dersler ve ibretler, hem de tatlı tatlı güldürerek söze ve sohbete bir tür neşeler verebilir. İşte bu minval bazı hatıraları anlatmak, Allah-u A’lem belki bir yad-ı cemil sayılabilir.

İşte buna kibar birer örnek olsun diye yukarıda “Farkına vardığı hatalarını kabul edecek ve özür dileyecek kadar da insaflı idi” sözümüzü teyit eden bir iki misal getirelim.

*  *  *

Yaşar Hocamla Elbistan gezisindeyiz. Orada benim Arif Tapan adında emekli imam bir hac yoldaşım vardı. Bu hocamız Süleyman Hilmi Tunahan Efendinin cemaatindendi. Çok gayretli, görevine bağlı, yardımsever bir insan olarak tanıdım ve sevdim. Bizi evinde misafir eden ve gezdiren sevgili kardeşim Mustafa Köseoğlu’na durumu haber verince, “bize komşudur” diyerek hemen aldı bizi evine götürdü.

Bizi bağrına basan muhterem hocam, tanışma esnasında Yaşar Alpaslan Hocamın adını duyunca:

- Bu ismi bir yerden hatırlıyorum, dedi.

Yaşar Alpaslan Hoca gülerek:

- Zamanında sizin cemaatle az kavga etmedim, oradan hatırlarsın, dedi. Gülüştük.

Dediği şaka değildi. Zamanında “Süleymancı” “İmam Hataplı” kavgası ne kadar gereksizse, o kadar da yaman ve uzun sürmüştü. Gerek Afşin, gerekse Maraş’ta bu kavganın bir yanında yer alanların başında Yaşar Hocam gelmiş.

Sonra bu kavganın yersizliğini anlamış ve vazgeçmiş. İmam Hatip Lisesinden onlara en yakın isim oydu sonraları. Hala gider gelir, iyi bir diyalog içindedir. Hatta bu işlerde öteden beri itidal üzere olmayı lütfettiği için Rabbime şükreden bu abd-i acize bir gün şöyle demişti vezirce bir üslupla:

- İmam Hatip Lisesinde iken bu mücadeleleri verir, özellikle “rabıta”ya  şirktir, küfürdür derdik. Sonra bir gün kendi kendime dedim ki: “Ulan …! Osmanlıda bu kadar Şeyhu’l İslam gelip geçmiş, hiç biri de rabıtaya şirk dememiş, sana ne oluyor?”

Epey gülmüştüm bu insaf ifadelerine…

*  *  *

Yine onun insafına şahit olduğum bir olay da şudur: İmam Hatip Lisesi yıllarında bir ara oraya müdür olarak atanan İsmail Abken Hocamla takışmışlar. Güya o, boşalan okul müdürlüğüne rahmetli Necmeddin Gevri için anlaşmış olmasına rağmen o gün iktidarda olan siyasi partisi sebebiyle kendisini atatmış. “Bu olmaz. Bu okula ve arkadaşlığa ihanettir.” Diyordu.

İsmail Abken Hocam, davası için çalışan, gayret eden, gerekirse bu uğurda bedeller ödemeye razı olan ve de ödeyen, davası adına kurulu düzenini kaç kere bozarak diyar-ı gurbete sürgün giden, benim de çok sevdiğim bir hocam olmaktan öte, aynı zamanda muhterem bir akrabamdır da. Bu olayları onun ağzından da kaç kere dinlemişimdir. Olay, hiç de Yaşar beyin anlattığı gibi değildir.

Bir gün bu konu açılınca ona İsmail Abken Hocamdan duyduklarımı anlattım. Şaşırdı kaldı. Yaşar Alpaslan Hocam da iyi niyetli her Müslüman gibi güvendiği insanların yalan söylemeyeceğine, bilerek kimseyi aldatmayacağına inanmış ve bazen haberleri araştırmaya gerek görmemiş. Benzer bir sükut-u hayali Kamil Abama Efendinin evinde de yaşamış.

Yaşar Alpaslan Hocam şaşırmakla yetinmedi ve bana:

- Sen herhalde İsmail Abken Hocanın evini bilirsin? Dedi.

- Evet, bilirim.

- Yahu sana zahmet kalk beni ona götür. Ben ondan özür dileyeceğim.

Çok sevinmiştim. İnsan böyle insaflı olmalıydı. Gittik ve Hocanın kapısını çaldık. İsmail Abken Hocam bizi görünce gayet şen ve gülen bir sesle:

- Ooo! Hocalarım, hoş geldiniz. Buyurun, içeriye buyurun, dedi. Yaşar Bey Hocam:

-Hocam, sağolasın. İstersen oturma yerine şöyle biraz adımlayalım, dedi.

- Nasıl isterseniz. Hemen geliyorum.

Beraberce yol boyu sohbet ederek Orman Dairesine doğru yürüdük. O zamanlar Nahırönü’nde otururdu İsmail hocam.

Söze Yaşar Bey girdi. Özür diledi. Olayı baştan sona bir daha dinledi. Onun Yol ortasında “Hakkını helal et” diye kucaklaması, öbürünün de asla sitem etmeden “Estağfirullah, varsa helal-i hoş olsun” diyerek tevazu göstermesi beni bir hayli duygulandırmıştı…

*  *  *

Bir gün Yaşar Hocamın evinde oturuyoruz. Kendisi her zaman misafirperver ve ikram sahibi cömert biridir. İnsanı güler yüzü, tatlı dili ve içten yaklaşımı ile evinde rahat ettirir. Kütüphanesinin bulunduğu kat özeldir. Onun için biz de rahat hareket eder, çayımızı beraber hazırlar, sohbet ederek içeriz.

Dediğim gibi iki katlı evinin üst katı tamamen kütüphanedir ve aşağı katta oturduğu hane halkından bağımsızdır. Bir oturmaya mahsus salonu var. Onun da dört bir duvarı baştan aşağı kitap dolu. Bir mutfak, bir de banyo ve tuvalet. Bir odası da sıra sıra dizilmiş raflarda kitap dolu kütüphane.

Orada oturur ve okur. Vakti gelince Divanlı Camiinde cemaatla namazını kılar. Müezzinliğini yapar. Caminin ve Kur’an Kursu’nun ihtiyacı varsa ilgilenir, yoksa sevgililerinin, yani kitaplarının yanına döner.

Cahiz’in hanımı, “Bu kitaplar yerine üç kumaya razıyım” dermiş. Yengemiz de kendisinden duyduklarımızdan anladığımız kadarıyla bir ahiretlik hatundur. Cahız’ın hanımı gibi demez, kıskanmazmış kitapları…

Yaşar Alpaslan Hocam çok okur amma “hiç yok” denecek kadar az yazar. Bence en büyük vebali budur. Çok değişik türlerden kitaplar okur. Mesela ben hayret ederim, neden bu kadar kelam okur? Veya neden bu kadar sosyoloji, bu kadar siyaset okur? Sohbet ettiğinizde görürsünüz ki branşı sanki din değil, tarihtir. Batıyı da okur. Yelpazesi geniştir maşallah. Beyni bilgiyle fıkır fıkır doludur.

Ama maalesef o beyin, Allah Teala gecinden ve hayırlısından versin, arkasında kendisini ifade eden ciddi bir eser bırakmadan, ecel gelince toprak olup gidecektir. Bir varmış, bir yokmuş gibi…

Ben buna isyan ediyorum, ama nafile.

Durmadan okuyan, içi dışı ilim, fikir ve felsefeyle dolan bir insan, aynı zamanda yazmazsa, ne olur?

Ya konuşur boşalır, ya da susar, çatlar ölür. O da çatlayıp ölmemek için seve seve konuşur. Yeter ki edeple dinlensin.

*  *  *

Yaşar Hocamın olduğu yerde “acaba ne konuşalım” diye bir kaygı olmaz. Bir konu kendiliğinden açılır ve dalga dalga yayılır. Eğer ilimden, fikirden anlayan bir meclis ise, tabak tabak gelen baklava börekleri yer yer de usanmaz. Ama değilse, “of ya, başım çatladı” der, yoğun fikrî bombardımana dayanamaz. “Biraz da gevezelik yapalım” ister ama, pek de başaramaz.

Yaşar Alpaslan Hoca kimsenin sözünü kesmez ama, eğer meclis ilim meclisi ise kolay kolay kimseye söz bırakmaz. Öylesi mecliste en az herkes kadar o konuşur. Ama asla boş değil, dolu dolu ilim ve hikmet konuşur. Zaman zaman içinden “biraz da biz konuşalım”  diyenler, haliyle bundan pek memnun kalmazlar.

Bir de Yaşar Hocamın, başkasının anlattıklarına “yok, öyle değil, bak şöyle”  diye lafa başlamasına kızanlar olur. Bu, kendi bilgilerini hiçe saymak, başkalarının bilgilerine değer vermemek gibi anlaşılır zaman zaman. Hatta bunu kendi aralarında konuşurlarken kibire, enaniyete yoranlar da olur. Tabi o da bunun az çok farkındadır, yanlış anlaşıldığına üzülür bazen.

Aslında söze “hayır” diye başlamak iletişim açısından da hoş karşılanmaz. İnsan bir fikri savunurken karşısındakine önce “evet” dedirtecek müşterek kabullenilmiş cümleler kurmalı denir. İkna açısından bunun önemli olduğunu iletişim alanında uzman olan  hatipler kadar, pazarlamacılar da bilir.

Evet, bir gün onun evinde oturuyoruz. Birden damdan düşer gibi pat diye bana bir soru sordu:

- Ben kibirli miyim?

- Nerden çıktı şimdi bu?

- Bırak sen onu da, de bakalım, ben kibirli miyim?

Şaşırdım tabi. Onu kırmak, incitmek istemem. Ama doğru bildiğimi söylemek de dostluk gereği. fakat çok nazik bir yerde maksadı güzelce ifade edebilmek de öyle kolay bir şey değil. Dedim ki:

- Hocam, bence siz kibirli değilsiniz, ama sizi tanımayan veya az tanıyanlara dışarıdan öyle bir görüntü veriyorsunuz. Onlar da o görüntüye aldanarak böyle bir kanata varabilirler.

Simasının dilinden bunu kabullenmediğini anladım. Gerçekten kibirli değildir ve kibri sevmez. Kibirliye tahammülü de yoktur. Dediğim gibi, kişileri kırmak istemez, kimsenin kolay kolay sözünü kesmez. İnsanlara değer verir, beğenmediği huylarına tahammül eder. Hayat tecrübesi ona “armudun sapı, üzümün çöpü var” deme lüksümüzün olmadığını öğretmiştir. Evet, lider tiplidir, ama uyumludur.

Aslında insanın kibirlenmeye hakkı da yoktur. Çünkü bütün kabiliyetleri kendinden değil, Allah vergisidir. Allah verdiğini alsa, insana kibirlenecek ne kalır? Sonra bir insana kibirli demek de o kadar kolay değildir. Adama “kalbini yarıp da baktın mı?” derler.

Buna “efendim, görüntü ve üslup onu ifade ediyor” sözü de gerçekten tatmin edici değildir.

O görüntü ve üslubun kaynağı da herhalde çok okuyor olmasıdır. Çünkü hemen her alanda ve her konuda dolu doludur ve bunları çok rahat anlatır. Bu anlatımla beraber yanlış bildiklerini ikazda çok açık olması, karşıdakilere böyle bir duygu verebilir.

Ben de yaşadım bu duyguları, üstünde düşündüm ve tahlil etmeye çalıştım, sonunda bu kanata vardım.

*  *  *

Mesela çok yakın bir zamanda şöyle bir olay yaşadık. Şu bahsettiğim Elbistan seferindeyiz. Harika bir gezi idi. Arabada sadece iki kişiyiz; ben ve o. Doya doya ve gönlümüzce sohbet ediyoruz uzun yol boyu. Her mevzuya neşeyle girip çıkıyoruz. Söz Beni İsrail ve Mısır’daki tapılan öküzlere geldi bir ara. Ben kendisini desteklemek için:

- Apis Öküzü gibi, dedim.

- Hayır, o Yunanda, dedi.

- Yunanda da Apis öküzü var mıdır onu bilmem, ama yarı tanrı Apis öküzü Mısır için çok meşhur, dedim.

- Hayır, Mısırda o yok, o Yunanda, dedi.

Ben sustum. Yunanda Apis Öküzü var mıdır bilmiyorum ama, çok iyi biliyorum ki Mısır’da vardır. Gelince hemen internete girdim ve arama motorlarına “Apis Öküzü” diye yazdım. Bizim öküz Mısır’da çıktı.

Demek Hocamda da, çok okuyanlarda bazen görüldüğü gibi, bazı malumatların iç içe giriyor veya yer değiştiriyor olması, çok önceleri okunduğu için unutuluyor ya da karıştırılıyor olması durumları olabiliyordu. Bunlar, insana mahsus durumlardır. Eskiler boşuna dememişler “hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür” diye.

Şimdi, eğer Yaşar Alpaslan Hocam bu “hayır”ı bilerek söylüyorsa veya önce unuttu ama sonradan hatırladı da hatayı bilerek devam ettiriyorsa, kibirlidir. Çünkü kibir “hakkı kabul etmemektir.” 

Yok, eğer gerçekten öyle zannederek bilgisini savunuyorsa, elbette kibirli değildir. O zaman orada bir hata söz konusudur. Bu da insana mahsus bir durumdur.

Peki, hangisi?

Elbette ikincisi!

Bir sorun varsa kibirlilik değil, belki olsa olsa bir üslup sorunudur. Hocam beni bağışlasın ama böyle hallerde “Belki yanılıyorum ama, ben böyle biliyorum” veya “Ben de yanılabilirim ama, bendeki bilgi böyle” dese, bu gibi yanlış anlaşılmalar yaşanmaz.

Peki Hocamız bunu neden yapmaz?

Onu tanıyanlar, resmiyetten ve merasimden hoşlanmadığını bilirler. Yabancı birisine karşı, gereken merasimde kusur etmez ama bunu dost ve arkadaş bildiklerine yapmaz. Bu da yaygın bir tutumdur. Eskiler böyle haller için “Beynel ahbab, taskutul âdâb” demişler. Yani “dostlar arasında âdâb (merasim) aranmaz” demektir.

İşte bazıları bu tür meselelere dikkat etmediğinden ve kendince de haklı olduğundan dolayı, ona böyle bir isnatta bulunabilirler.

*  *  *

Yine bir gün “Alevilik” üstüne konuşuyoruz. Bu konuda kendisi cidden fevkalade bilgilidir ve ilgili kaynaklara da vakıftır. Onların çoğu kütüphanesinde de vardır.

Neyse, bu konuda ben bir şey söyledim. O yine:

- Hayır, öyle değil, dedi.

Ben de:

- Bunu Ahmet Yaşar Ocak’tan okudum, dedim.

- Hayır, Ahmet Bey öyle söylemiyor. Bütün kitapları bende var, dedi.

Evet, ben de gördüm birçok kitabını kütüphanesinde. Dediğine göre elbette okumuştur da. Bu konuda benden çok çok fazla bilgilidir. Hiç tartışma götürmez bu. Ama herhalde ben de okuduğumu anlayan bir insanımdır. Bu söze karşı elbette içimde, “Be birader, herhalde ben de hiç olmazsa ana dilimde okuduğumu anlar bir insanım” diye bir burukluk olmuştur.

Sustum, hoşnutsuzluğumu içime attım. Yarım saat sonra da hazmettim gitti. Şimdi tatlı bir hatıra oldu işte…

 Çünkü Yaşar Hocam bunu derken zannımca asla beni incitmek, cahilliğimi yüzüme vurmak, mahcup etmek gibi bir düşünceyle yapmamıştır. Belki aklının köşesinden bile geçmemiştir. Bundan kesinlikle emin olduğum için ona “kibirlidir” diyemem. 

O, benim bu duygularımdan bile habersizdir. Bunları okuduğu zaman ne tepki vereceğini de tam olarak kestiremiyorum. Aklıma gelen ihtimaller şunlar:

“Yok ya, daha neler?”

“Olur mu Hoca Efendi?”

“Adama bak ya neler söylüyor?”

“Biz hem aile, hem mektep, hem de devlet terbiyesi almışız. Öyle şey mi olur?”

*  *  *

Yaşar Hocam yazmalı. Bu zamana kadar yazmadıysa elbette bunun sebepleri vardır. Bunların başında da maalesef hareket adamlarının yapacağı işler de bir zamanlar kaht-ı rical yüzünden ilim ve fikir adamlarının üstünde kalmıştı. Onlar da ister istemez kendi alanlarını bırakarak, açık kapamak için başka alanlarda zaman harcamışlar, asıl kendisinden beklenmesi gerekene vakit bulamamışlardı.

Mesela okul yaptırılacak, onlar koşar. Yurt, dernek, vakıf, cami yaptırılacak onlar koşar. Öğrencilere bakılacak, onlar koşar. Bu koşuşturmalarda zaman su gibi akar ve biz ilim ve fikir adamlarından kendi alanlarında beklentilerimizi layıkıyla bulamayız.

Diyelim ki yazdı. Onun eserini kim basacaktı? Kim dağıtacaktı? İhtiyaç sahiplerine kim ulaştıracaktı? İşin maddi boyutunu kim üslenecekti? Yazmak ne kadar cihatsa, bundan sonrası da bir o kadar cihattır. Bu dertler hala da devam etmektedir. Başımda olduğundan az çok biliyorum…

 Nasıl olur bilmem, ama ona birileri bir görev vermeli, bir ortam oluşturmalı ve yazmasını sağlamalı. Yazmaya başladığı anda, boşalacağı yepyeni ve kalıcı bir alan bulacaktır kendine. Evet, söz uçar, yazı kalır.

Bir zamanlar bir akrabası şehrimizde bir gazete çıkarıyordu ve kendisinin orada bir köşesi vardı. Epey bir yazdı. Sonra şiirler yazdı. Bunlar daha çok münacat ve nat-ı şeriflerdir. Yine manzum olarak “Ashab-ı Kehf”i yazdı. Maraş’ın tarhanasını, dondurmasını, bazı örflerini adetlerini yazdı yine manzum olarak ama bunlar birer çerezdi ona göre. Bunlar Yaşar Alpaslan Hoca’yı tam olarak ifade etmezdi.

Yaşar Alpaslan Hoca Türkiye’ye gerekli.  Bunun için ısrarla yazmalı diyoruz.

*  *  *

İşte tam da bu sırada elime bir kitap uzattı. Daha önce bahsettiği planının ilk kitabı ete kemiğe bürünmüştü. Heyecanla aldım: “Maraş Tarihinden Bir Kesit. Dulkadir Beyliği Araştırmaları I.”

Kitab Ukde yayınlarından çıkmış. Baskı Fa Ajans’tan. 261 sayfa, birinci hamur, pırıl pırıl bir baskı. Editörler: Yaşar Alpaslan, Mehmet Karataş, Serdar Yakar.

Başımı kaldırdım, Serdar beyin tebessümü ile karşılaştım ve her ikisine de yürekten teşekkür ettim.

Serdar Yakar bey, Kahramanmaraş için olduğu kadar benim için de bir nimet vesilesidir. İçimde hep minnet ve şükran duyduğum bir insan. Yazıya, kitaba, kültüre maddî bir karşılığı olmasa da hizmet eden bir fikir işçisi. Kahramanmaraş’a, belediyeye geldiği zaman bize İstanbul’un basın yayın havasını da getirmişti. Bizi kitap bastırmaya teşvik etmiş, kitap sahibi olmanın ilk sevinç ve heyecanını yaşatmış, derken dostlarıyla kurduğu “UKDE YAYINLARI” adına peş peşe altı kitabımızı basmışlardı.

Son zamanlarda Yaşar Alpaslan Hocamla birlikte sık görünüyorlardı. Bu birlikteliğin ilk meyvesi da böylece gerçekleşmiş oluyordu. Allah Teala devamlı kılsın.

Bu iki yiğit de aslen Ceritli oymağındandır. Yaşar Alpaslan Hoca “vezirler”dendir. Ancak “Yeter vezir olduğumuz. Artık ben padişah olacağım.” Der. Serdar bey de “bey oğlu”dur. Müstakbel mülkü nasıl paylaşır ve nasıl geçinirler bilesmem.

Aslında beni dinlerlerse bu iş olur da, Yaşar Alpaslan Hocam yanaşmamaktadır. Ben ona diyorum ki: “İslam’da padişahlık yoktur. O, İslam’a sonradan gelen bir bid’at ve beladır. Asıl olan seçim ve bey’ata dayalı bir nevi cumhuriyettir. Biz bunları iki kitabımızda boşuna mı yazdık? Gel seçime razı ol, adaylığını koy, biz de seni başımıza devlet başkanı seçelim.” “Yok” diyor. “Ben tam da padişah olacakken, nerden çıkardın bunları?”

Aslında razı olsa, yaşına başına hürmeten onu başkan, Serdar Beyi de vezir yaparız, olur biter.

*  *  *

Neyse, biz kitaba dönelim. Kitapta bir takdim, bir önsöz, on makale ve beylik üstüne bir bibliyografya çalışması var. Takdimi Yaşar Alpaslan Hocam yapmış. Özetle şöyle diyor:

Maraş’la ilgili bir hayli çalışmalar olmuş zaman içinde. Ama bunlar derli toplu Maraşlıya tanıtılmamış. Bir kısmı da zaman içinde nisyana terkedilmiş.

Maraşlı kurum ve kuruluşların bunlara el atması gerekirdi ama yapmadılar. İş başa düştü ve dostların teşvik ve yardımıyla yükün altına biz girdik. Çünkü Maraşlının ilim, sanat ve kültür ile ilişkisini göstermeli, alim, şair, hattat ve sanatkarlarını ve onlara ait eserleri tanıtmalı, çocuklarımıza bunun sevinç, gurur ve güvenini tattırmalıydık.

Çalışmalarımız kar amaçlı değildir ve herkese açıktır. “Ben de bir katkı sağlayabilirim” diyen herkese teşekkür ederiz.”

Girişte ise her makalenin kısa bir özeti sunulmuş ve II. Cildin müjdesi verilmiştir.

Kitap tamamen akademisyenlerin hazırladığı bilimsel metotlarla yazılmış ilmî makalelerden oluşmaktadır. Bu alanda çalışma yapacaklar için sanırım aranan bir kayak olacaktır.

Kitap bu haliyle Yaşar Hocamızın himmet ve gayretleri ile Serdar beyin emeklerinden oluşmuştur. Her ikisini bir daha candan tebrik eder, hayırlı mesailerinin devamını dilerim.

Ama benim esas beklentim ve en büyük sevincim, bizzat Yaşar Alpaslan Hocamızın kaleme aldığı kitapları elime alarak okumam olacaktır. Ömür geçip gidiyor. Bundan sonra bizim için geriye ne kadar vakit kalmıştır kimse bilemez. Vakti aziz tutarak geriye sadaka-i cariyeler bırakabilirsek ne mutlu bizlere.

Hocaların sadaka-i cariyesi kitaptan başka ne olabilir ki?