Kendin İçin Öfkeni Yut Affet

Yaptığım Yanlıştı

O gün eşime çok fena kızmıştım. Bu arada bir misafirliğe gitmek için benden izin almıştı. Çıktı ama çok geçmeden geri döndü ve dedi ki:

- Bizi arabasıyla götürecek komşunun işi çıkmış, sen bizi götürür müsün?

- Hayır

- Bana kızgınlığının cezasını arkadaşlarım çekmese?

- Hayır!

- .....

Gitti. Tabi, nasıl bir gidiştir tahmin edebilirsiniz!

İçimden “özür dileseydi olurdu” dedim. “Ben bin kere tembih ediyorum. Haksız olduğunda özür dile, iş orda biter. Yok yere kendini savunma, daha çok batıyor ve öfkeye sebep oluyorsun. Bir özür yahu! Bir özür dile, bütün öfkemiz defolup gitsin. İçimizde kalmasın. Kalbimizi tahrip etmesin. Zamanımızı berbat etmesin. Altı üstü bir özür, o kadar.”

Yok! Yine özür yok. Aklına mı gelmiyor, kibrine mi yediremiyor, utanıyor mu, sebebi nedir bilemiyorum! Beklemesem, öylece af etsem daha iyi olur ama ben de o kadar kâmil değilim, özür bekliyorum af için, lakin bir türlü gelmiyor!

Pişman Olmuştum

Kalktım pencereden baktım, birkaç bayanla peş peşe düşmüş gidiyorlardı. Hava sıcaktı ve yokuş çıkacaklardı. Acıdım ve arkalarından yetişip almak istedim. Ama beni haksız yere üzmüştü ve özür de dilememişti. Bunu yapması gerekirdi. Bazı ahlakçılar, ‘’Bir kişinin af edilmesi için önce özür dilemeleri gerekir’’ diyorlardı. Başkalarının neler dediklerini unutmuş(!) sadece ona takılıp kalmıştım. Tekrar oturdum. “Başka çaresi yok, öğrensinler. Özür dilemesini öğrensinler.”

Fakat içim rahatsız. Kırk yılda bir arkadaşları için araba istemişti. Kendisine kızsam da arkadaşlarına bunu yaşatmamalıydım. Sıkıntı ortada, ama ben giderme imkânına sahipken, öfkemden yapmıyordum. Af etmeyi, ikram etmeyi, kötülüğü iyilikle savmayı unutmuştum. Bu sefer öfkem kendime yöneldi. “Çok ayıp” dedim. Pencereye tekrar gittim, gözden kaybolmuşlardı. Belki yokuşun yarısını tırmanmışlardı. Giyinip yetişene kadar belki de arabaya ihtiyaç kalmayacaktı. Bir hüzün çöktü içime. Kırk yılda bir işleri düşmüşken, komşularıma iyilik ve ikramı terk etmiştim. Ben böyle birisi değildim. Bugün nasıl böyle taş gibi katı olmuştum? Demek sabır taşım burada çatlamıştı. Fakat her ne olursa olsun yaptığım çok yanlıştı!

Yeniden kitabımın başına geldim ve onda teselli aramaya başladım. Bu tatsız olayı nasıl unutacaktım?

Anında Ceza

Yarı okuma, yarı mali hülyaya dalmış iken, birden çocukların çığlıklarıyla irkildim:

-Cemal amca, Cemal amcaaaa!..

Pencereye koştum:

-Ne var çocuklar!

-Cemal amca, arabanı taşla ezdiler!

Aradan bir saat geçmemişti. “Cezamızı bulduk” dedim. Hızlıca aşağıya indim, ne görsem beğenirsiniz? Kapı komşumuzun küçük torunu, büyüklerinin bir gaflet anında eline geçirdiği bir biriket parçasını apartmanın en üstünden aşağı atayım derken bizim taksinin üstüne isabet ettirmez mi?

Bu bir tesadüf olabilir miydi?

Yeryüzünde tesadüf diye bir şey var mıydı? Her şey ince bir kader programına göre olmuyor muydu? Dünya bir imtihan yeri değil miydi? Cezalar hep ahirete kalsa altından kalkılabilir miydi?

Üzüldüm tabi. Birden bunun biraz evvelki acımasızlığımla bir alakasının olduğu fikri aklıma geldi. Cezamız erken kesilmişti hamdolsun. Ve bu çağrışımla ilgili bilgiler peşi peşine zihnime hücum ettiler:

Yüce yaratanımız şöyle diyordu kutsal kitabımızda: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah, daha bir çoğunu affeder.’’(1)

Sevgili Peygamberimiz de şöyle açıklıyordu: “Ademoğluna isabet eden gerek bir değnek ucu  olsun, gerek bir ayak kayması, sürçmesi, gerekse damarının deprenmesi olsun, muhakkak bir günahı sebebiyledir”.(2)

Bu ayet ve hadislerden anlaşılan odur ki, Allah Teâla kullarına karşı çok merhametlidir. Verdiği musibetler de, kulunun günahlarına keffaret olduğu için ayrıca bir rahmettir. Günahsız olan kul olursa şayet, onlar için de derecelerinin  yükselmesine sebeptir. Sevgili Peygamberimiz boşa dememiştir: “Allah Teâla kimin hayrını dilerse ona bela isabet ettirir”.(3)

Musibetler Keffarettir

Mü’minin başına gelen her acı, her sıkıntı, her zorluk, her musibet ve bela, eğer sabreder ve ‘’İnna lillah’’ ile karşılarsa onun için hayırdır, hayırlıdır; çünkü ahiret sıkıntılarını kaldırır. Mü’min için bu, şükürle karşılanacak bir nimet gibidir. Hatta ahirete imanı olan bir müminin günah işledikten sonra, Allah’tan hayâ ederek üzülmesi bile, pişmanlık ateşiyle yanması bile bir tevbedir, bir af ve mağfiret vesilesidir. Nitekim Nisa Suresi 123. ayet indirildiği zaman, Hz. Ebu Bekr’in beli kırılmış,  fevkalade üzülmüş, tabiri caizse perişan ve berbat olmuştu. Ayetin meali şöyle idi: “Kim bir kötülük işlerse, cezasını görür”. Hatta Hz. Peygambere gelerek:

- Bu ayetten sonra kurtuluş nasıl olacak ya Resulullah! Demişti.

Sevgili Peygamberimiz Ona:

- Allah seni affetsin ya Ebu Bekr! Sen hiç hasta olmuyor musun? Yorulmuyor musun? Hiç sıkıntı çekmiyor musun?

- Evet. 

- İşte bütün bunlar cezalardan sayılır.

 Konuyla ilgili İbn-i Kesir, Tefsrinde daha başka rivayetler de veriyor. Hepsinin de özeti, mü’minin dünyada çektiği dertler, sıkıntılar, zorluklar, meşakkatler çileler, ahirette çekeceği azap yerine geçerek kendisi için bir rahmet olurlar(4).

İşte bu sebepten ötürü Bayezid gibi nice sultanlar, bela ve sıkıntıları nimet bilir ve ‘’Cümlesi makbulumdur’’ diye hoşça karşılarken(5), nice birileri de dert ve belalar görmezlerse “Acaba bir kusur mu işledik ki Allah bize bela vermiyor” diye korkarlarmış...

Bunlar boşuna söylenmiyor. Keşke tembelliğim olmasa da Hadis kitaplarından musibet karşısında müslümanın tutumunu ve alacağı sevapları buraya aktarsaydım. Bunlar imanın mükâfatlarıdırlar.

Bunları niye mi yazıyorum?

Kendimi teselli için!

Dün, sabah namazını kendi kusurumla ama çaresiz kaçırdım. Kuşluk vakti bir dostu ziyarete giderken arabamda epey hasara sebebiyet verdim. Üzüldüm tabi önceleri. Ama bunları hatırlayınca teselli buldum ve Yüce Yaratıcıma hamd-ü sena eyledim.