Batıya tabi olma, onları taklit etme ve onların
arkasından gitme anlamında “Batılılılaşma”, aslına bakarsanız “laikleşme”,
“sekülerleşme”, “çağdaşlaşma”, “asrîleşme” ve “Avrupalı olma” gibi kelimelerle
ifade edilmelidir. Bu macerayı Batıcılar daha çok “modernizm, modernite, Türk Modernitesi” diye
isimlendirmektedirler. Tıpkı
çağdaşlaşmada olduğu gibi burada da bir anlam kayması ya da saptırması vardır.
Batının gelişmiş bilim ve teknolojisi karşısında
etkilenen insanların Avrupalılaşma konusunda iki kısma ayrıldıklarını ileride
göreceğiz. Abdullah Cevdet, Kılıçzade Hakkı ve Celal Nuri İleri gibi
şahsiyetler, “çağdaşlık” ve “modernizm”den “Batılılaşma”yı anlıyorlardı. Onlara
göre Avrupa'dan sadece bilim ve teknoloji getirmek yeterli değildir, batılılar
gibi olmak için bunlara ilâveten Avrupalı gibi düşünmek, onun gibi yemek, içmek
ve giymek gerekir, yani çağdaşlaşma bir yaşam biçimidir.
Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, İzmirli İsmail Hakkı ve
Seyyid Bey gibi şahıslar ise bu zihniyete karşı çıkmışlardır. Onlara göre
batıdan ancak bilim ve teknoloji ithal edilmeli, yoksa kılık kıyafet zihniyet
ve yaşam biçimi ithal edilmemelidir. Akif’in şiirlerinde bunu açıkça
görürsünüz. İşte bir örnek:
Alınız ilmini Garb'ın, alınız san'atını
Veriniz hem de mesainize son süratini.
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok san'atin, ilmin; yalnız…
İşte Mehmet Akifin bu şiirlerinde görüldüğü gibi ilim,
sanat ve teknoloji başka şey, milliyet başka bir şeydir; ilim, sanat ve
teknolojinin milliyet ve dini yoktur. İlim beynelmilel bir kurumdur, Her ne
kadar bilimin uygulama alanına geçirilmesi demek olan teknolojide yerel ve
bölgesel şartların etkisi bulunsa da soyut kurallar olarak bilim tamamen
beynelmileldir.
Din ile bilimi karıştıranlar, gelenek ve görenekle san'at
ve teknoloji arasındaki farkı göremeyenler, batının bilimi karşısında
şaşkınlığa düşerek “biz her hususta batıyı taklit etmeliyiz” demişlerdir.
Bunlara göre sadece bilim ve teknolojide değil, giyim kuşam kılık ve kıyafette,
yeme ve içmede, görgü kurallarında, velhasıl her şeyde batılılara benzemeliyiz.
Hatta bunlardan bir kısmı “Avrupa'dan damızlık adam ithal etmeliyiz” diyecek
kadar bir şaşkınlık ve iz’ansızlık içerisine düşmüşlerdir. Bahçelerin Fransız bahçe düzenine
benzetildiği, hatta saray çevrelerinde de yine Fransız mobilyasının moda haline
getirildiği bilinmektedir. III. Selim Avrupa'dan davet ederek getirttiği opera
sanatçılarının oyunlarını kendi sarayında izledi. II. Mahmut kıyafet devrimi
yaparak Osmanlı giyim şeklini terkedip pantolon ve ceket diyebileceğimiz
Avrupai bir giyim tarzı olan Mısır kıyafetini seçmiş ve hatta millete örnek
olmak için sokağa bu kıyafetle çıkmıştır.
Bizdeki çağdaşlaşma görüldüğü gibi işin özünden habersiz kabukla
uğraşmak olmuş, elbise değiştirmek, kıravat takmak, şapka ve pantolan giymek,
içki içip dans etmek şeklinde anlaşılmıştır.
Hiç şüphesiz sadece bunlarla yetinilmemiş, eğitim ve
öğretim alanında da Avrupai tarzda bazı okullar açılmış, askeri ve sivil
mekteplere yer verilmiştir. Bu okulların yalnız fizik yönleri değil, düşünce ve
metafizik yönleri de Avrupai yapılmak istenmiştir. Çünkü toplumsal sorunların
ele alınış biçiminde, siyasal tartışmalarda Batılı öğretiler geçerli oldu.
Hatta düşünürler bile ancak bir batılıyı taklit ederek düşünüyor, Batı düşüncesini
yerli damgasıyla ülkesine taşıyordu.
Oysa insanın iradeli davranışlarına şekil veren
dinidir, manevî ve ahlakî değerleridir. Şu halde bilim ve teknolojide Batıyı
taklid ederek ona uymak olabilir, idare, hukuk, iktisat, eğitim, terbiye gibi
sosyal müesseselerde ve beşerî davranışlarda din ve ahlaka bağlı kalmak,
onlardan oluşan örf ve adetlere sahip çıkmak esastır. Değilse bu dinden dönmek,
dini teretmek olur. Bu bir küfürdür ve fıkıhta adı “riddet” ve “irtidat”tır.
Bunu yapana da “mürted” denir. İleride bunun hukukî boyutlarından az da olsa
bahsedeceğiz.
İnsan hem maddî ve hem de manevî yönü olan bir
varlıktır. İnsanın maddî ihtiyaçları, kendisinin dışında var olan mal ve eşya
ile giderilir. Bu bakımdan inansın inanması veya inanmaması, herhangi bir dine
mensup olması veya olmaması önemli değildir. İnsan insandır, temel
ihtiyaçlarını karşılamada aralarında pek fark yoktur. Bir ekmekle Müslümanın da
karnı doyar, kafirin de. Bu açıdan maddi ilimler tüm insanlığın müşterek
malıdır. Dünyanın neresinde olursa olsun ve hangi dine mensup olursa olsun ya
da dinsiz olsun insanların birbirlerinden bilim ve teknoloji transfer
etmelerinde hiçbir sakınca yoktur. “İlim ve hikmet mü’minin yitiğidir; nerde
bulursa alır.”
Ancak batının yüksek teknolojisi karşısında ilk olarak
yenilgiye uğrayan Osmanlının bu yenilgiyi telafi için giyim kuşam, kılık ve
kıyafet, sakal ve bıyık gibi beşerî şeylerle uğraşacakları yerde bilimin
künhünü anlasalar da aktarsalardı, sanayiyi bütün altyapısı ve bilgisiyle
öğrenseler de getirselerdi ve yüksek teknolojiyi makinasıyla birlikte transfer
etselerdi hiç şüphesiz gerekeni yapmış olurlardı. Ama o günden bu güne bu iş
hâlâ tam olmuş değildir.
Maalesef bugün bile “çağdaşlık” ve “modernite” adına
memur olan kadınların başlarını örtemeyecekleri, öğrencilerin türban takıp
takamayacakları hususundaki tartışmaların darbelere, parti kapatıp hükümet
devirmelere, işten atmalara, hatta hürriyeti tahdit gibi ağır ve çirkin
cezalara konu olduklarını yaşayıp görmedik mi? Daha nice saçma sapan
uygulamalar hâlâ bu Batılılaşma, modernleşme, çağdaşlaşma gibi kavramlar bahane
edilerek sürüp gitmektedir.
İnsanın davranışlarını yönlendiren dinî, ahlâkî
kurallardır. İnsan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen düzlemde yaşayan
bir varlıktır. İslâm âlemi ve hatta bütün dünya bu kaybolmuş dengeyi
aramaktadır. İslam ile ilim dengesini iyi kuran toplumlar gelecek medeniyetin
kurucuları olacaklardır. (Bkz. Prof. Dr. Osman Eskicioğlu,
http://www.enfal.de/oe24.htm)
WebDevelopper © 2018 - Dizayn ve Kodlama GkyKrkc