Kemalizm Nedir?
Sistemin Yeni Dini Kemalizm
Kemalizmin Doğuşu
Güya Demokrasiye Geçiş
Darbeler Dönemi
Mustafa Kemal Ve Din
Kemalizmin İcraatları
Kemalizm
Nedir?
Mehmet Yılmaz
“Kemalizm Nedir?” diye soruyor. Bana sorsa ben de ona sorardım: “Kemalizm diye
bir şey mi var?” bence yok. Tanzimattan bu yana Batıcıların Osmanlı devletini
yıkıp yerine bir batı devleti kurma projesini gerçekleştirme imkan ve fırsatı
bulmuş bir askerin, kendisinden önceki yazıp çizilenleri hayata geçirmesi
vardır sadece. Yoksa M. Kemal (Kamal mı demeliydik?) için özel bir fikir yok
ortada.
Her neyse,
yazar soruya kendisi bir cevap vermiş: “Kemalizm bazen bir ideoloji, bazen
isyankâr bir ruh hâli, bazen bir çağdaşlaşma projesi olarak çıkıyor karşımıza.
Kimilerine göre Türk Solu kemalizmin devamı. “Hayır” diyor kimileri, Kemalizm
evrensel solun Türkiye’deki şeklidir. Kemalizm bazen de bir din olarak kendini
gösteriyor. İnsanlar bir dağa düşen gölgede, bulutlarda Atatürk’ü görüyorlar.
Ona “yaratıcı” diyorlar. Hamd ve şükran duygularını ifade ediyorlar. “Bizi
izlediğini biliyoruz Atam” diyerek onunla konuşuyorlar.
Kemalizm nedir?
Bu soruya doyurucu bir yanıt verdi Derin Sular sitesi. Çok sayıda referans ile
desteklenmiş, tarafsız bir dille kaleme alınmış bu yazıyı herkese tavsiye
ederim. Tabi en başta kendisini “Kemalist” olarak tarif edenlere.”[1]
Biz de merak
ettik haliyle ve bulduk o yazıyı ve okuduk.[2]
Okuduk ve acı acı tebessüm ettik. İsterseniz konuya biraz daha ilmi yaklaşalım
ve bir tarif sunalım:
“Türk
milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması,
devletin millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve bilimin
rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması
amacıyla, temel esasları yine Atatürk tarafından belirtilen, devlet hayatına,
fikir hayatına, ekonomik hayata, toplumun temel kurumlarına ilişkin gerçekçi
fikirlere ve ilkelere ATATÜRKÇÜLÜK denir. Atatürkçülük, Türk milletinin
ihtiyaçlarından ve tarihi gerçeklerinden çıkmış olup ilerleme ve yenileşme
amacı taşımaktadır.”
Bu tarifi biraz
cüm cümle analiz / tahlil edelim mi?
1. Türk
milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması:
Nedir bu? Türk milleti dün de bağımsızdı, her devlet gibi bağımsız yaşamak
ister. Bunun bir ideoloji diye sunulması anlamsız değil midir?
2. devletin
millet egemenliği esasına dayandırılması: Bunun için “hakimiyet kayıtsız
şartsız milletindir” denmiş, bunu gerçekleştirmek için TBMM kurulmuştur. Lafta
böyle. Ya gerçekte? Atattürk ilke ve inkılaplarının neresinde halk vardır?
Halka sorulmuş mudur? Halk istemediği zaman iradesi geçerli olmuş mudur? Yoksa
cebir ve şiddetle susturulmuş mudur?
3. aklın ve
bilimin rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine
çıkarılması amacıyla: Aklın ve bilimin rehberliği demek, göten inen
İslam’ın “hurafe” ve “irtica” adıyla yaftalanarak hayattan kovulması, hidayet,
yani yol gösterici olmaktan çıkarılması demektir. Yani inkarcı Batının kana
pozitivizmi. “çağdaş uygarlık düzeyi” de Batı medeniyetinin seviyesi demektir.
Demek ki Batılılaşma ile kalınmayacak, bir Batılıdan daha batıcı olarak
onlardan üstün hale gelinecek. “Türk kültürü” de ne demek? Ortada Türk kültürü
kalmamıştır. Türkün dini, dili, alfabesi, tarihi, sanatı, müziği, görgü
kuralları, kılık ve kıyafeti, velhasıl bütün hayat tarzı kendi olmaktan zorla
çıkarılarak, Batının kültür ve medeniyetine sokulmuştur. Artık Kur’an bile
okutulmaz. İslam Tarihi okutulmaz. Atalarımız ile bağımız kesilmiştir. Türk
kültürü katledilmiş, İslam medeniyeti taş taş yıkılmıştır.
4. temel
esasları yine Atatürk tarafından belirtilen, devlet hayatına, fikir hayatına,
ekonomik hayata, toplumun temel kurumlarına ilişkin gerçekçi fikirlere ve
ilkelere: İşte çeliki, işte yalan. Hani halkın egemenliği idi? Demek ki
değilmiş. Atatürk tarafından belirtilmiş. Bu da yalan. Çünkü Batılılaşma
Tanzimattan bu yana devam eden bir fikir veya ideolojidir. Atatürk
tarafından belirtilen denilen her şey daha önceden belirlenmişti. Hatta
program olarak yayınlanmıştı. Burada Atatürk’e ait hiçbir şey yoktur.
Batılılaşmanın resmen uygulanması vardır.
5. Atatürkçülük,
Türk milletinin ihtiyaçlarından ve tarihi gerçeklerinden çıkmış olup: Ne
alakası var? Bu milletin bu devrimlerden hangisine ihtiyacı vardı? Hilafetin
kaldırılmasına mı? Şeriatın kaldırılmasına mı? İslam yazısının kaldırılmasına
mı? Medrese ve tekkelerin kapatılmasına mı? Türk halk ve sanat müziğinin
kovulmasına mı? Kendi kılık ve kıyafetinin yasaklanmasına mı? Adabı muaşeret,
görgü kurallarının kaldırılmasına mı? Bunlardan doğan boşluğun Batı hukuk,
yazı, alfabe, kılık kıyafet, görgü kuralları vs. ile doldurulmasına mı? Türk
halkı istemiş de isyanlar niye olmuş? İstiklal mahkemeleri niye binlerce can
almış idam sehpalarında? Millet niye devlete küsmüş? Bu iddiaların hepsi yalan,
dolan, palavradır.
6. ilerleme
ve yenileşme amacı taşımaktadır: Öyle ya, Avrupalılaşma, Batılılaşma bizi
ilerlemeye götürdü. Zira yasaklanan İslam bizim terakki yolunda ayağımıza bent
vuruyordu. İlerlemeye mani olan İslam ve Türklükten kurtulup Batılılar gibi
olunca, görüyorsunuz Batılı ülkelerden çok ileri seviyelerde geliştik. İçki
arttı, fuhuş arttı. Cinayetler arttı. Fakirlik arttı. Bütçe daraldı. Gelir
dağılımndaki denge bozuldu. Darbelerle halk iradesini dizginleme arttı.
Yönetimde vesayet arttı… Avrupa’nın birincisi olduk. Amerika ve Rusya’ya kafa
tutar hale geldik. Osmanlıdaki gibi büyük devletler ne diyeceğiz diye ağzımızın
içine bakıyor, tepkimizi ölçmeye çalışıyorlar. Geliştik, kalkındık, dünyaya
nizam verir hale geldik Atatürkçülük sayesinde.
Atatürk
ilkeleri deyince akla gelen 1935 yılında toplanan Cumhuriyet Halk partisi
kurultayında kabul edilen 6 Atatürk ilkesidir. 5 Şubat 1937 yılında 1924
Anayasası’nın ikinci maddesinde değişiklik yapılarak Türk Devleti’nin temel
nitelikleri olarak kabul edilmiştir. Türk inkılâbının dayandığı temel ilkelere
Atatürk İlkeleri denir. Bu ilkeler; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık,
Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılıktır.
Peki işin
doğrusu nedir?
Mesela
cumhuriyeti ele alalım. Atatürkü kaç defa kimler cumhurbaşkanı seçmiştir?
Millet mi seçmiştir, meclis mi seçmiştir? Birinci ve ikinci meclisi kim
seçmiştir? Türk Milliyetçiliği midir, Türk ırkçılığı mıdır? Değilse, başta
Kürtler ve Kürtçe olmak üzere bütün ırklar neden inkar edilmiş, diller
yasaklanmıştır? Halkçılık denince akla hangi halk gelmiştir? Türk halkının bu
ilkelere katkısı nedir? Cebir ve şiddetle mi kabul etmiştir, düğün bayram
yaparak mı mesela? Devletçilik nasıl bir vesayet ile halkın iradesine meydan
okumadır? Laiklik din düşmanlığı olarak uygulanmamış mıdır? Oysa laiklik din ve
vicdan hürriyetinin teminatı olarak herkesin din ve inancını özgürse seçip
istediği kadar öğrenebilmesi, yaşayabilmesi, başkalarına anlatıp
yayabilmesidir. Soralım, laik devlette İslam hangi okullarda okutulmuştur?
Millet dinini nasıl öğrenmiştir? İbadet yapanlar nasıl fişlenmiş ve irtica diye
üst düzey memurluklardana atılmıştuır? Kılık kıyafete nasıl müdahale
edilmiştir? Hergün şeriata hakaret edilirken, onun Müslümanların dini olduğu
bilinmemiş midir? Vs. vs. Ya İnkılâpçılık? Batılılaşma denilen “gavurlaşmanın”
adı nasıl da inkılapçılık diye övülmüştür?
İşte
Atatürkçülük ve işte Atatürk ilkeleri. İşin özetinden biraz daha detaya geçelim
isterseniz.
Sistemin
Yeni Dini Kemalizm
Mustafa Kemal
dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şekilde galip memleketini mağlup milletlere
esir eden, din, devlet ve medeniyetini terk ederek düşman ülkelerin
hakimiyetine sokan, milli kültür ve tarihi mahvetmeye varan icraatları
“devrimler” diyerek halka zorla, cebir ve şiddetle yaptıran bir insandır. Bütün
bunları yaptıktan sonra ölüp gittiği zaman, belki yaptığı tüm devrimleri henüz
halka mal olmamıştı. Fakat kökü Batılılaşmaya dayanan bu devrimlerin arkasında
hiç şüphesiz dünyanın etkin devletleri ve karanlık güçleri vardı. Onun
arkasından gelen “ Millî Şef” İsmet İnönü ve tek parti olan CHP’nin yönetimi bir
ara İnönü’yü öne sürerek Mustafa Kemal’i unutturma sevdasına düşmüşse de,
sonunda bu devrimlere yürekten sahip çıkmak zorunda kalmıştı. Çünkü bu projede
ortak çalışıyorlardı. Galip devletlerle yüz yüze Lozan’ı yaşayan kendisiydi. O
bakımdan belki Mustafa Kemal zamanından daha şiddetli bir şekilde muhaliflerini
ezerek İslam’ı ve yerli kültürü yok etme ve Müslümanları sindirme işinin
üzerinde amansızca yürüdü. Bunun için insan haklarını ve hukuku acımasızca
çiğnedi.
Öyle oldu ki,
Mustafa Kemal'in düşünceleri sanki devletin dini gibiydi. Kemalizm artık bir
nevi devletin “resmi dini” idi. Din demeyi halkın tepkisinden çekindikleri için
“resmî ideolojisi” şekline soktular. Artık bütün okullarda bu yeni din
öğretiliyor, buna ters düşen bütün dinler, mezhepler, ideolojiler tehlikeli
sayılarak yok ediliyordu. Onlara göre laikliğin temel amacı din ve vicdan
özgürlüğünü sağlamak değil, ülkede yeni kabul edilen “Kemalizm dinini/
ideolojisini” bütün dinlere hakim ve üstün kılmaktı. Devletin en büyük görevi,
kıyamete kadar asla değişmeyecek olan bu mükemmel din ve ideolojiyi ilelebet
korumak ve kollamaktı. Bunun en büyük düşmanı ise, hakimiyetine son verdiği
İslam idi. öyleyse en büyük mesele, bu ülkede İslam ile ilgili her şeyi yok
etmek idi.
İslam için,
"ilahi olduğu için değişmeyecek bir dogma" diyenler, “Kemalizm”i
ebediyyen değişmeyecek bir “dogma” haline getiriyorlardı.[3]
"Allahu ekber" yerine artık “Atatürk ekber" diyorlardı.
Beytullah’ı ziyaret için hac ibadeti yasaklanıyor, Çankaya kutsanıyordu. Dinin
bütün değerleri “hurafe” sayılarak yok ediliyordu. Hatta bütün alimlerin,
velilerin, halifelerin türbeleri yasaklanıyor, ama M. Kemal’in türbesi açık
kalıyor ve ziyareti teşvik ediliyordu. Maksat dogmaya veya hurafeye karşı
çıkmaksa, bu iki uygulama arasındaki fark neydi? Bunu anlamayacak kadar
kafasız, kapasitesiz ve kalitesiz değillerdi belki ama bu çifte standart acaba
nedendi?[4]
Kemalizmin
Doğuşu
Batılılar ve
onların yerli işbirlikçileri Türkiye Cumhuriyeti devletini kurarlarken ellerine
büyük bir imkan geçirdiler. Bu imkan, zayıf düşmüş bir milletin egemenlik
haklarını kullanan devletini ele geçirmeleriydi. Batılılaşma için çalışanlar
yüzyıllardır sürdürdükleri faaliyetlerin neticesini cumhuriyeti kurmakla elde
etmişlerdi. Artık yepyeni bir devlet doğuyordu Osmanlı'nın külleri üzerinde. Bu
devletin en temel özelliği, kendilerine göre “sırtlarında bir kambur gibi
taşıdığı İslam'dan” ve hiçbir faydası olmadığı halde yüzyıllardır hamallığını
yaptığı “yeryüzü Müslümanlardan” kurtulmaktı. Onlar, “misak-ı millî” yerine
“Türkiye” adıyla sınırları belirlenmiş küçük bir ülkeye razı oldular. Yönlerini
batıya çevirdiler. İslam dünyasına da bir daha dönmemek üzere ebediyen veda
ederek arkalarını döndüler.
Artık bu yeni
ülke bir batılı ülkesiydi. Onların kültür ve medeniyet yapısı, yönetim biçimi
ve hayat tarzı hakimdi. Elbette halk bunu kabul etmeyecekti. Peşinen bilinen
bir gerçekti bu. Bu yüzden zaten vatandaşa hiçbir şey sorulmadı. Ondan mutlak
itaat beklendi. İyi de, acaba halk bunu kabul edecek miydi?
O günün
şartlarına baktığımızda şunu görürüz; halkın bunu reddedecek bir gücü yoktu.
Halk onlarca yıl süren savaşlardan dolayı bitmiş, tükenmişti. Gençler asker
olarak cepheden cepheye koşuyor, ya şehit oluyor, ya sakatlanıyor. Cephe
arkasında kalan yaşlılar onlara ve evlatlarına bakmak zorunda kalıyordu.
İçlerinde bir muhalefet vardı. Öfke vardı. Hatta yer yer isyan da etti. Fakat
bütün bu çabalar sonuçsuz kalmaya mahkumdu. Kendisini temsil için meclise
gönderdiği insanların da yapacak çok bir şeyi yoktu. Çünkü önce aldatılmışlardı.
Sonra da işleri bitirilmişti. Mustafa Kemal kafasına koyduğu devrimleri
gerçekleştirmek için teklifini sunduğunda, buna karşı çıkan insanlara açıkça
şunu söylemiştir: "Bu kanunları behemahal çıkacak, ama muhtemel ki bazı
kelleler gidecek". Bunun örnekleri de yaşanmıştı o günlerde. Faili meçhul
cinayetlerden herkes korkuyordu. Yapılacak çok bir şey kalmamıştı.
Buna rağmen
Mustafa Kemal, laikliğin altyapısı olan hilafetin ve şeriatın kaldırılmasında
işi garantiye almak için Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisini feshetmiş,
yerine millet adına meclisi Ankara'da oturduğu yerden seçmişti. İşte bu özel
seçilen meclis sayesinde daha sonra istediği devrimleri tek tek
gerçekleştiriyordu.
Mustafa
Kemal'in bütün bunları yapabilmesi için büyük bir karizmasının olması
gerekiyordu. Bölümün başında da anlattığımız gibi bazı tarihçiler bu karizmanın
oluşması için Yunanlılarla yapılan savaşları “muvazaalı” bulmuşlar ve yaşanan
olaylara " tiyatro" olarak bakmışlardır. Öyle ya da böyle düşmanı
denize döken (!) Mustafa Kemal'in millet üzerinde bir karizması vardı. Fakat
devrimler oldukça halk tarafından bu karizma çiziliyordu. Çiziliyordu ama elden
bundan başka da bir şey gelmiyordu. Çünkü yeni devlet devrimleri
gerçekleştirmek için başta istiklal mahkemeleri olmak üzere her türlü tedbiri
almış olarak muhaliflerinin üzerine acımasızca gidiyordu.[5]
Mustafa Kemal
vefat ettiği zaman yaptığı bu tür devrimleri henüz halka mal olmamıştı. Fakat
arkasından gelen “ Millî Şef” İsmet İnönü ve tek parti olan CHP’nin yönetimi
Mustafa Kemal’e karşı bir ara tereddüt geçirdi ise de, sonunda bu devrimlere
yürekten sahip çıktı. Belki Mustafa Kemal zamanından daha şiddetli bir şekilde
muhaliflerini ezerek İslam ve Müslümanlar üzerine amansızca yürüdü. Mustafa
Kemal'in düşünceleri sanki devletin dini gibiydi. Kemalizm artık bir nevi
devletin “resmi ideolojisi” idi. Bütün okullarda bu öğretiliyor, buna ters
düşen bütün dinler, mezhepler, ideolojiler tehlikeli sayılarak yok ediliyordu.
Onlara göre laikliğin temeli sayılan bu Kemalizm ideolojisi kıyamete kadar
değişmeyecek mükemmel bir ideoloji idi. Halbuki bu uygulama laiklik ilkesine
ters idi. Devlet din veya ideoloji dayatabilir miydi laik bir ülkede?
İslam için,
"ilahi olduğu için değişmeyecek bir dogma" diyenler, “kemalizm”i
ebediyen değişmeyecek bir “dogma” haline getiriyorlardı. "Allahu
ekber" yerine " Atatürk ekber" diyorlardı artık. Maksat dogmaya
karşı çıkmazsa fark neydi? Bunu anlamayacak kadar kafasız, kapasitesiz değillerdi ama belki kalitesiz idiler.
Güya
Demokrasiye Geçiş
Ancak değişen
dünya bu insanları da değişime mahkum etti. Cumhuriyet, demokrasi ile beraber
olursa yürüyebilecekti. Faşist devletler birer ikişer yıkılıyordu. Halkın
iradesi yeni yönetimlere şekillendiriyordu batı dünyasında. Bizim örnek
aldığımız dünyada yani.
Kendilerini
taklide çalıştığımız bu dünyada olan değişime uzun süre kayıtsız kalmak mümkün
değildi. Türkiye Cumhuriyeti de bir değişim yaşamak zorundaydı. Hatta bu yüzden
batı dünyasından baskı da görüyorlardı. Doğu dünyasından gelen tehditler de
batı dünyasından gelen bu teklifleri kabul etmeye mecbur ediyordu onları.
Derken ister istemez cumhuriyetten çok partili demokrasiye geçmek zorunda
kaldılar. Göstermelik de olsa tek partiden çok partili döneme geçilmiş oldu.
Bu dönemin en
bariz özelliği, halkın dini talepleri olmuştur. Halk kendisine verilen ilk
fırsatta Türkçe okunan ezanın asli şekline döndürülmesini kazanmıştı. Kur'an-ı
Kerim okuma serbestliği, okullarda din derslerinin verilmesi, İmam Hatip
Okullarının açılması, hacca gidebilmek Müslümanlar'ın ilk talepleri idi. Bu
yüzden diğer taleplerle beraber Kur'an kursları ve ikide bir kapansa bile İmam
Hatip okulları da açılmıştı.
Darbeler
Dönemi
Bu çok basit
isteklerin karşılanması bile Kemalistleri kudurtmaya yetmişti. Onlara göre
irtica hortlamıştı. Kemalist devrimler elden gidiyordu. Hatta devlet ve vatan
elden gidiyordu. Öyle bir kıyamet kopardılar ki, arkasından her on yılda bir
tekrarlanma istidadı taşıyan darbeler dönemi geldi.
Fakat bu
topraklar üzerinde yaşayan Müslüman halk, kendisine darbe yapılsa bile,
topyekun başka topraklara sürgün edilemiyordu. Onlar bu topraklarda yaşadığı
sürece dinlerine bağlı kalacaklar ve ele geçirecekleri her fırsatta gasp edilen
haklarını tekrar talep edeceklerdi. Nitekim öyle de oldu.
Yönetimler
Mustafa Kemal'in karizması çizilmesin, “Kemalizm” zarar görmesin diye onu
koruyan “adama mahsus özel kanun” çıkardılar. Yine “laiklik elden gitmesin”
diye engizisyon mahkemelerine taş çıkartıp rahmet okutacak bir zulüm makinasına
dönüşecek olan 163. Maddeyi yasalaştırdılar. Artık kimse ne onu, ne de
“ilkelerini” eleştiremiyordu. Sadece bununla da kalınmadı. Artık “Kemalizm” de
eleştirilemiyordu. Nitekim hala anayasanın ilk maddelerinde Atatürk
milliyetçiliği ve laiklik değiştirilmesi dahi teklif edilemez olarak yerini
almıştı. Daha önce de gördüğümüz gibi Anayasanın sonunda 174. maddede de
“Kemalist inkılapların bu anayasaya aykırı sayılamayacağı” açık seçik
yazılmıştı.
Bu ne demek?
Demesi şu:
“Aslında Kemalist devrimler Anayasa hukuku kurallarına aykırıdırlar.
Dolayısıyla derhal yürürlükten kaldırılması gerekir. Fakat biz ona sahip
çıktığımız için, bunu görmezlikten geleceğiz. Kimsenin haklı gerekçelerle de
olsa onları kaldırmasına izin vermeyeceğiz”.
Şimdi bunun
adına demokrasi mi diyeceğiz? Halkın iradesinin hiçe sayıldığı bir yönetim
biçimine nasıl demokrasi diyeceğiz? Bir yalanı daha ne kadar sürdüreceğiz?
Mustafa
Kemal Ve Din
Mustafa
Kemal’in bir aydın olarak din hakkındaki fikirlerini bir hatıradan sonra
aktarmak istiyorum.
"14
Ağustos akşamı Türk Ocağında verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle
göründü. Bakanlardan kimse yoktu. Hayli geç gelen Mustafa Kemal Paşa bilim
heyetinin şimdiye kadarki mesaisi ile ilgili görülmeyen “Kur’an’ı Türkçeye
aynen tercüme ettirmek” arzusunu ortaya attı. Şer’iyye vekili Konya
Milletvekili Hoca Vehbi Efendi ve bunun gibi sözüne inandığım bazı zatlar şu
bilgiyi vermişlerdi:
“Gazi Kur'an-ı
Kerim'i bazı İslamiyet aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra
da Kur'an'ın Arapça okunmasını namazda bile yasaklayarak bu çeviriyi okutacak
ve züppelerle işi alaya alarak güya Kur'an’ı da İslamiyet'i de kaldıracaktır.
Çevresindekiler kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor."
Aynı akşam bu
fikre ayak uyduran bazı kişileri görünce bu tehlikeli gidişatı önlemek için
Mustafa Kemal Paşaya şöyle cevap verdim:
- Devlet
Başkanı sıfatıyla din işlerini kurcalamanızın içeride ve dışarıdaki etkileri
çok aleyhimize olur. Ve bize zarar verir. İşi ilgili makamlara bırakmalıyız.
Fakat din konusu rastgele şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş
olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işi karıştırabileceği göz önünde
tutularak içlerinde Arapça'ya ve dini bilgilere hakkıyla vakıf değerli
şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan oluşan bir kurul
toplamalı ve bunların kararına göre tefsir mi, tercüme mi yapmak uygundur, ona
göre bunları harekete geçirmelidir.
Mustafa Kemal
Paşa bana şu cevabı verdi:
- Din
adamlarına ne gerek var, dinlerin tarihi malumdur. Kur’an’ı doğrudan doğruya
tercüme edivermeli.
Bu fikrini
şöyle karşılık verdim:
- Sömürgeleri
Müslümanlarla dolu olan büyük milletler Kur'an’ı kendi siyasi çıkarlarına göre
dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve Arapçayı hakkıyla vakıf
kimselerin bulunmayacağı herhangi bir kurul tercümeyi mesela Fransızcasından
yapabilir. Fakat bence burada eğitim programımızı tespit için toplanmış bulunan
bu yüksek kuruldan vicdani bir mesele olan din bahsinden değil, pozitif bilim
cephesinden yararlanma hayırlı olur. Kur'an’ın yapılmış tefsirleri var,
gerekirse yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa
enerjimizi milli kalkınmaya akıtmak daha hayırlı olur.
Mustafa Kemal
Paşa bu beyanlarıma karşı şiddetle içindekini tamamen ortaya döktü ve şöyle
dedi:
- Evet,
Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur'an’ı
Türkçe'ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki budalalık edip
de aldanmakta devam etmesinler.
Orada bulunan
Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Ruşen Eşref Ünaydın Beyler işin bir bilim kurulu
önünde berbat bir şekle dönüştüğünü görerek "Paşam çay hazır, herkes bizi
sofrada bekliyor" diyerek müdahale edip bahsi kapatabildiler. Bizler de
özel masadan kalkarak sofraya oturduk, yedik içtik.
Fakat bilim
kurulunun bütün üyelerinin yüzlerinden düşen bin parçaydı. Çok üzülüyorlardı.
Şüphe yok ki yakın günlere kadar Kur'an’ı ve peygamberi her yerde övüp göklere
çıkaran, hatta camide hutbe okuyan bir insandan biraz önceki sözleri dinlemek
herkese eza veriyordu.
Lakin iş bu
kadarla kalmayacaktı. Cumhuriyetin kuruluşuna giden yolda Gazi ve çevresindeki
değişim daha şaşırtıcı bir hale gelecek ve benim de bu akıma karşı verdiğim
mücadele giderek şiddetlenecek, bu da ayrıntılarını daha sonra anlatacağım
hadiselerin başıma gelmesiyle sona sonuçlanacaktı.”[6]
Ne olmuştu da
Halife Hazretlerinin emriyle vatanı kurtarmaya, din ve devlete hizmete, hilafet
ve şeriata sahip çıkmaya ve Müslümanlara hürriyet ve istiklal kazandırmaya
gelenler, buna namus sözü verenler ve bunun için milletten destek isteyenler ve
alanlar, evet, ne olmuştu ki, şimdi Hz. Resulullah (sas) Efendimiz için,
Âlemlerin Efendisi, yoluna tatlı canlarımızın feda olduğu yüce insan için
“Arabın oğlu”, aziz Kur’an-ı Kerîm için “yave”, yani “saçma sapan söz”,
Müslüman olmak ve ölünceye dek öylece kalmak için de “budalalık” diyebiliyorlardı?
Bu aşağılama,
bu hakaret ne zamandan beri vardı? Baştan beri böyle düşünüyorlardı da ipler
tamamıyla ele geçirinceye kadar takiyye mi yapmışlardı, yoksa bu düşüncelere
yeni mi kanmışlardı?
Mustafa
Kemal’in hayatında böyle zıt fikir ve davranışlar çoktur. O yüzden hakkında
yazılan kitaplardan birisinin adı çok ilginçtir: “Ama Hangi Atatürk?” Öyle ya,
incelerseniz ortada kim bilir kaç Mustafa Kemal vardır! İşte onun dinimiz ve
genel dinler hakkında birkaç sözleri:[7]
"Arkadaşlar,
efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler,
müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki
tarikat, medeniyet tarikatıdır. Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına
sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa kendilerine başka
taraflarda sahne arasınlar."[8]
"Bazı
yerlerde kadınlar, görüyorum ki başına bir bez veya bir peştamal veya buna
mümasil bir şeyler atarak yüzünü, gözünü örter ve yanından geçen erkeklere
karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mânâ ve medlûlü
nedir? Efendiler, medenî bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşî
vaziyete girer mi? Bu hâl milleti gülünç gösteren bir manzaradır. Derhâl
tashîhi lâzımdı."[9]
“Ben, manevî
miras olarak hiçbir âyet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural
bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim
aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere
tamamen erişemediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber
edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim
ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler,
bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî
mirasçılarım olurlar” (30 Ekim 2006)[10]
"Benim bir
dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını
istiyorum. Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar
zayıf yöneticilerdir. Âdetâ halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım
demokrasi ilkelerini, gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir.
Batıl inançlardan vazgeçilmelidir. İsteyen istediği gibi ibadet edebilir.
Herkes kendi vicdanının sesini dinler. Ama bu davranış ne sağduyulu mantıkla
çelişmeli ne de başkalarının özgürlüğüne karşı çıkmasına yol açmalıdır."[11]
"Benim
elime büyük yetki ve güç geçerse ben sosyal hayatımızda istenilen inkılabı bir
anda bir cop ile yapacağımı zannederim. Zîrâ ben, bâzıları gibi halkı
ve ulemayı yavaş yavaş benim görüşlerimin derecesinde görmeye ve düşündürmeye
alıştırmak suretiyle bu işin yapılabileceğini kabul etmiyorum ve böyle harekete
karşı ruhum isyan ediyor. Ben, bu kadar yıllık yükseköğrenim gördükten, sosyal
ve uygar hayatı inceledikten sonra neden halk seviyesine ineyim? Onları kendi
seviyeme çıkarırım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar; şu da var
ki bu konuda incelemeye değer bazı noktalar var; bunları iyice kararlaştırmadan
işe başlarsak hata olur."[12]
"Biz bir
inkılap yaptık. Buna devem ediyoruz… Memleketin birçok yerleri, bilerek veya
bilmeyerek isyan etti. Âsîleri cezalandırdık. Şimdiye kadar yaptıklarımız ondan
sonra yerleşebilmiştir. Biliyorsunuz ki, Fransa Büyük İnkılâbı hemen hemen
yüzyıl devam etmiştir. Üç yılda esaslı bir inkılâbın bitebileceğini fark etmek
hata olur. “Hocaların memnun edelim, İslâm âlimlerini memnun edelim, herkesi
memnun edelim” dersek biz, maksadı sağlamış olamayız, idare-i
maslahatçılar esaslı inkılâp yapamaz. Bugünkü sefalet ve rezalet içinde esasen
kimseyi memnun etmeye imkân yoktur. Yurt imar edildiği gün, millet zengin
olduğu zaman herkes memnun olur."[13]
"Biz,
ilhamlarımızı gökten ve gâipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış
bulunuyoruz.
Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk
milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir fâcia ve ıstırap kaydeden
yapraklarından çıkardığımız neticelerdir."[14]
Bizim devlet
idaresinde takip ettiğimiz prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların
dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten
değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizi yanlış yola sevk eden
habisler, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Bu devletin halife
ile alaka ve münasebeti yoktur. Halkı kendi halinde terk edersek bir adım ileri
atamayız. İnkılabın kanunu mevcut kanunların fevkindedir.”
“Bu esasları
ihtiva eden cümlelere ayet, ayetlerden mürekkep parçalara da sure derler. İslam
an’anesinde bu ayetlerin Muhammed’e Cebrail adında bir melek vasıtası ile Allah
tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul olunur. Muhammed birdenbire
Allah’ın Resulüyüm diye ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin
pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için
tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra
kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur.
Vahiy insanda
fikir olarak doğmaz ve bir insan hiç bir şekilde vahiy almaya karar veremez.
Bir insanın kendisinde vahiy fikrinin doğması, ancak çevresine böyle bir
telkinde bulunarak insanlar üzerinde etki sağlamaya çalışması fikrine kapılması
şeklinde açıklanabilir. Burada da Muhammed’in aynı kavram içinde bulunduğu çok
açık bir şekilde belirtilmektedir. Tenha yerlere çekilerek, yıllarca
tefekkürden kastedilen Hira dağında geçirdiği zamandır.
Vahiy ilham
fikri Muhammed’den evvel de Araplarca meçhul değildi. Bütün iptidai kavimler
gibi, Araplar da, şairlerin akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına
inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi. Cinler güya, kâhinlere gaipten
haber vermek kudretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistan da her
zaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki, Muhammed dahi cinlerin vücuduna
samimi olarak inanmıştır.
Araplar şairleri
bir kâhin gibi telakki ederlerdi. Muhammed’in Musa, İsa, dinlerine dair
öğrendikleri de, kendisinde bu itikadı kuvvetlendirmiştir. Bu peygamberler de
melekler vasıtası ile ilham aldıklarını söylemişlerdi.
Muhammed, uzun
bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri lüzum ve ihtiyaçlara göre
takrir ediyordu. Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde
bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi. Muhammed’i harekete getiren
ilk amil bu samimi heyecanlar olmuştur."[15]
"Din, bir
vicdan meselesidir. Herkes vicdanın emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı
gösteririz. Düşünce ve tefekküre karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet
ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz, kaste ve fiile dayanan bağnaz
hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere fırsat vermeyeceğiz."
"Din,
lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız
şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır."
"Din
birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat
biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.
"Efendiler,
bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşüncede yükselip olgunlaşması,
Hıristiyanlığı, Müslümanlığı, Budizm’i bir yana bırakarak basitleştirilmiş ve
herkes için anlaşılacak duruma getirilmiş saf ve lekesiz bir Dünya dininin
kurulması ve insanların, şimdiye kadar kavgalar, çirkeflikler, kaba istek ve
iştahlar arasında bir sefalet hanede yaşamakta olduklarını kabul ederek, bütün
vücutları ve zekâları zehirleyen zararlı tohumları yok etmeye karar vermesi
gibi şartların gerçekleşmesini gerektiren «birleşik bir Dünya devleti» kurma
hayalinin tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz."[16]
"Efendiler,
tekke ve zâviyelerle türbelerin seddi ve alelumum tarîkatlarla şeyhlik,
dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık ve ilâh gibi
birtakım unvanların men'i ve ilgâsı da Takrîr-i Sükûn Kanunu devinde
yapılmıştır. Bu husustaki icraat ve tatbîkat, heyet-i içtimâîyemizin
hurâfeperest iptidâî bir kavim olmadığını göstermek nokta-i nazarından ne kadar
elzem idi; bu takdir olunur."[17]
"Natür (doğa)
insanları türetti; onları kendine taptırdı da. Ancak, insanların Dünya'da
yaşayabilmeleri için, onların doğaya egemenliğini de şart kıldı. Doğaya egemen
olmasını bilemeyen yaratıklar, varlıklarını koruyamamışlardır. Doğa onları,
kendi unsurları içinde ezmekten, boğmaktan, yok etmekten ve ettirmekten
çekinmemiştir."[18]
"Türk milleti
birçok asırlar, bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuran'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara
döndü…"
Fetvâ ile
veyahut şu ve bu gibi telkînâtla milleti irticâya sevk etmek isteyenlerin yeri
zindan olacaktır. Kat'îyetle ve bilâpervâ söylerim ki, hâkimiyet-i
milliyemizin bir zerresini şu veya bu sûretle takyit etmek isteyenler en koyu
mürtecîdir. Öylelere karşı milletin yapacağı şey, onları parçalamaktır."[19]
Konuyla ilgili
Serdar Kaya[20]
şu tespitlerde bulunuyor; “Gelenekle ve geleneği çağrıştıran öğelerle bağların
koparılmasını esas alan Kemalist devrimcilik, bu prensibinden ötürü, söz konusu
gelenekte birincil derecede belirleyici olan İslam diniyle sıklıkla karşı
karşıya geldi. Zira yapılan yeniliklerin neredeyse tamamı, İslam diniyle
doğrudan ya da dolaylı olarak ilgisi bulunan konulardaydı.
Kemalizmin
İcraatları
Bunları uzun
uzun anlatmaya maalesef vaktimiz yoktur.
Ancak kısaca şu icraatları sayabiliriz:
1- Hilafet
Kaldırıldı: İslam’ın
savunmasız, Müslümanların başsız ve güçsüz bırakılması, birlik ve bütünlüğünün
parçalanması.(3 Mart 1924 431 nolu kanun)
2- Şeriat
Kaldırıldı: Hem de
hakaret ve alay edilerek, aşağılanarak. Oysa şeriat İslam’dır. Çünkü İslam, bölünmez
bir bütündür. O iman, ibadet, hukuk ve ahlak bölümlerinden oluşur. Bunlardan
birisini inkar, tamamını inkar gibidir. Bizim dinimiz, adaletimiz, huzurumuz,
kalkınmamız, mutluluğumuz, gücümüz olan şeriatımız kaldırıldı. Yerine bizimle
hiç alakası olmayan Avrupalı kafir ülkelerin bu iklime hiç uymayan faşist,
yobaz, soğuk ve zorba kanunları alındı. Başına da yalandan bir “Türk” eklendi
ve kafirlerin kanunları oluverdi Türk kanunları…
Şeriat
kaldırılınca artık işe yaramayan şeriat mahkemeleri de kaldırıldı. (8 Nisan
1924 469 sayılı kanun.).
1928 anayasanın
2. Maddesi değiştirilerek “Türkiye devletinin dini, din-i İslamdır” ibaresi
kaldırıldı, yerine M. Kemal’in hazırladığı CHP’nin altı oku kondu. (10
Nisan 1928. 1222 sayılı kanun.)
3- Laiklik Getirildi. Şeriat
kaldırılınca, onun yerine Avrupadan tercüme edilen ecnebi kanunlar getirildi ve
Türk kanunları diye yutturuldu. Gerisini kitap boyunca okuyorsunuz zaten,
uzatmayalım.
4- Takrir-i
Sükun Kanunu: Yapılan
devrimlerin zorla halka dayatılması tepkilere sebep olacağı için bu kanun
çıkarıldı(4 Mart 1924) İstiklal mahkemeleri ölüm makinesi gibi çalışıyordu
devrimlere itiraz edenler için. Faili meçhul cinayetler işin cabası.
5- Yeminde
Değişiklik: İslam’a
düşmanlık o safhaya varmıştı ki, 1928 de anayasanın 16. Maddesinde değişiklik
yapılarak, “vallahi” şeklindeki yemin, “namusum ve şerefim üzerine söz veririm”
şekline getirilmiştir.
6- Medenî
Kanun: İsviçreden
aynen tercüme edilerek alınan ve adına “Türk Medeni ve Borçlar Kanunu” denilen
ilk beşeri, laik kanun getirildi. (4 kasım 1926) zamanın Adalet Bakanı Mahmut
Esat Bozkurt, kürsüden şöyle haykırıyordu: “Bizi indiği çağa bağlayan dinden
kurtulmamız gerekiyor.” Arkasından Faşist İtalya’dan “Türk Ceza Kanunu”
alınacak ve bu iş böyle devam edip gidecektir.
7- Eğitimde
Laiklik: Tevhid-i Tedrisat kanunu: Bu kanunla güya eğitimde birliğe gidiliyordu. Amaç eğitimi “din’i”
olmaktan çıkarıp “millî” yapmak idi. (3 Mart 1924. 430 sayılı kanun.). Artık
laiklik eğitime girmişti. Amaç tek tip insan yetiştirmekti. O da dinden uzak,
kendi din, kültür ve medeniyetinden kopuk, batıcı bir tipti. Din eğitimi veren
bütün medreseler ve Kur’an Kursları kapatıldı. Böylece 600 yıllık ilim ve irfan
yuvaları karartıldı. Kur’an da dahil, din öğretmek yasaklandı. Millet cahil
bırakıldı. Yasağa uymayanlar şiddetle cezalandı. Millet o hale geldi ki,
cenazelerin nasıl yıkanıp kefenlenip, namazının kılınıp gömüleceğini bilen bile
kalmadı… Köyden köye hoca aranır oldu kaçak göçek.
8- Azınlık
Okulları: Onlar dahi
laiklik bahanesiyle kapatıldı. Fırtınadan onlar da nasibini almışlardı.
9- Tekkeler
Zaviyeler Türbeler Ve Camiler Kapatıldı: O tekkeler ve zaviyeler ki sivil eğitim verir, iyi vatandaşlar
yetişmesi için çalışır, halkı gece gündüz eğitir, açlara, çıplaklara, evsiz
barksızlara şefkat kanatlarını açar, savaş zamanlarında askerlere yardım eder,
bizzat cihada katılır, barış zamanlarında huzurun, sanatın, estetiğin, ince ruh
ve gönül terbiyesinin merkezi olurdu. İşte o mübarek mekanları hiç acımadan
kapattılar ve mallarını, mülklerini yağmaladılar. (30 K asım 1925. 677 sayılı
kanun.) Bunu yapmakla halkın damarlarındaki kanı boşalttılar. Bahanesi “bunlar
bozulmuş, tembelhane olmuş”. Halbuki bazı bozulmalar olmuş ve “Meclis-i
meşihat” ıslahat için “Talimatname”
çıkarmıştı. İşler yavaş yavaş düzeliyordu. Bozulma her yerde olabilirdi. Var
diye kapatmak mı lazım, ıslah etmek mi? Ama amaç bellidir.
Güya telafi
için “Halk Evleri” açtılar. Ama orası kaba bir CHP parti binası oldu ve sürekli
devrimler işlenerek milletin dinine imanına, irfanına küfredildi.
Ve türbeler
kapatılıyor. İnanabiliyor musunuz, Osman Gazi, Fatih, Yavuz, Kanunî ve sair
padişahların türbeleri kapatılıyor. Bakımsızlıktan dökülüyor. Kırılan camlardan
giren kuşların pisliği metreyi bulacak sandukalar üstünde. Bütün dünyadan gelen
turistler o cihan padişahlarının mezarını görmek istiyorlar, ama yasak var,
göremiyorlar. Soruyorlar, “niçin?” nasıl izah edeceksin? Kendisi için
başkentteYunan mimarisini taklit ile Anıtkabir yapılıp, - neûzü billah - Kabe gibi tavaf yapılan M. Kemal istemediği
için. Peki, ama o niye istemez? Bu kitaplar da bunu açıklamak için yazılıyor ya
zaten.
Ya camiler? Bu
kadarı çok” diye satılanlar, Ayasofya misali başka dairelere verilip cami
olduğu unutturulanlar, bakımsızlıktan yıkılan, taşları inşaatlarda
kullanılanlar, ahır yapılanlar, kültür ve sanat evi olarak kullanılanlar,
yıkılıp yerine inşaat yapılanlar. Şimdi “kaybolan camiler” diye istatistikler
yapılıyor. Biz bir gün oturduk, Kahramanmaraş gibi o zamanlar küçük bir şehirde
ondört cami tesbit ettik. Daha bunlar
bizim bir çırpıda saydıklarımız. Çoğunun üstünde banka, karakol vs. binalar
vardı. Hatta bunların bazıları Belediyenin bulup yayınladığı şehrin eski tarihi
fotoğraflarında gözüküyordu.
10- Harf
Devrimi: Milletin din
ve mazi ile bağını koparmak, zihnini dinden boşaltmak, ibadet ettiği dili
değiştirmek, daha kolay yabancılaşmasını, yani Batılılaşmasını sağlamak ve
yepyeni bir nesil oluşturmak için, harf devrimi yaptılar. (1 Kasım 1928, 1353
sayılı kanun.) Bin yıldan fazla kullandığımız ve bir sanat harikasına
çevirdiğimiz inci gibi İslam yazısını kaldırdılar, yerine yurdumuzu işgal
ederek yakıp yıkan kafir Avrupalıların kullandığı lafin harflerini getirerek
yazıyı değiştirdiler. Artık mevcut matbaalara işe yaramaz hale geldi. Çünkü
onlarla bir şeyler basmak yasaktı. Ya hurda olacaklardı, ya da çevre ülkelere
yok pahasına satılacaklatdı. Lübnan bizden aldığı bu matbaalar ile Arapçe eser
basmakta dünyada birinci oldu ve paraları ülkesine topladı. Bizde ise
matbaacılar işsiz kaldı. Zira herkese ithal izni vermiyorlardı. Zira bundan
sonra matbaada din eğitim ve öğretimine dair yazı istenmiyordu. Memlekete
özgürlük gelmişti ya…
11- Türkçe
Katliamı: O güzel dilimizde
ihanet üstüne ihanet yaparak bir kuşa benzeterek yabancı dile çevirdiler.
Güneş Dil
Teorisi ile öyle saçma
ve komik bir işe giriştiler ki aklı olan bunu nasıl yapar diye şaşar
kalırsınız. Güya bütün diller Türkçeden doğmuş. Bunu ispat için eserler yazdılar
falan filan. Ama baktılar ki yutulmuyor, vaz geçtiler.
Bu sefer geçmiş
ilim, kültür ve sanatımız anlaşılmasın, atıl kalsın, kütüphanelerde çürüsün
diye “öztürkçe” adıyla bir cinayete giriştiler, “dilde sadeleştirme”
denilen “uydurukça”ya yöneldiler. Bu işlere bakan Türk Dil Kurumunun
başına A. Dilaçar diye birisini getirdiler. Biz de bu A. acaba Abdullah mı,
Abdurrahman mı diye düşünürken iş işten geçtikten sonra anladık ki o A. meğer
“Agop”un A.sı imiş. Meğer o güzelim Türkçenin anası ağlatanların başında bir
Ermeni vatandaş varmış. Bugün onların yaptıkları cinayetler sayesinde M.
Kemal’in “Nutuk” isimli kitabı bile anlaşılmıyor da “Söylev” adıyla
sadeleştirme üstüne sadeleştirme yapılıyor. Oh olsun mu? Olmasın. Zira ne
Fuzulî kaldı, ne Bakî. Bırakın Mecelle’yi, dün yaşayan Mehmet Akif veya Yahya
Kemal’i bile anlamaz olduk. Çöpe mi gidecek ecdadımızın yazdığı milyonlarca
anlaşılmayan eserler?
12- Tarih
Düşmanlığı: Müslüman
atalarımızı unutturmak için Osmanlıyı kötülediler, Selçukluyu, Karahanlıyı vs.
unutturdular. Ta sözlü devirlerin efsanelerine, Orta Asya dönemindeki eski
kafir Türklere yöneldiler. Onların hatırasını, isimlerini, örf ve adetlerini,
kılık ve eğlencelerini, bayramlarını yeni nesillere örnek olarak sundular. Hele
İslam tarihi tamamen yok sayıldı okullarda. Peygamberimizi (sav) “İslam’ı ve
Kur’an’ı uyduran, sonra da “bu Allah’tan geldi” diyen akıllı ve reformist bir
Arap” olarak tanıttılar tarih kitaplarında.
13- Yerli
Olana Düşmanlık: Artık
Avrupa sanki bir tanrıydı ve ona tapıyor, ne emrederse yapıyorlardı. Onların
karşısında kendilerini küçük görüyor, onların muasır seviyesine çıkmak için her
taklidi yapıyorlardı. Yerli, milli, dinî olan her şey yok ediliyordu.
Bundan müzik de
nasibini aldı. Artık radyo ve resmi kurumlarda türkü, şarkı gibi yerli müzik
öğrenmek ve icra etmek yasaklandı. Opera ve bale teşvik edildi. Senfoni
orkestrası hala başlar tacıdır ve devlet beslemesiyle yaşar.
14- Diyaneti
Kurdular: 3 Mart 1924
de 431 sayılı kanun Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur. Diyaneti kurmalarının
amacı dine hizmet değil, dini ve din adamlarını kontrol altında tutmak, din
eğitimini engellemekti. Zira bu kuruluşun amacı şeriatsız bir İslam’ı halka
kabullendirmekti. Diyanet dinden sadece iman, ibadet, ahlaktan bahsedecek, asla
muamele, helal haram, fıkıh ve hukuk kısmından söz etmeyecekti. Bu konularda
bilgi vermesi yasaktı. Ahkam ayetleri bile camilerde vaaz konusu olmayacaktı.
İmamların hutbeleri merkez kontrolünden sonra okutulabilecekti. Diyanet konum
olarak düne kadar Başbakanlığa bağlı bir devlet bakanının emrindeydi. Ahmet
Davudoğlu’nun kurduğu ikl hükümette doğrudan başbakanlığa bağlanarak azıcık
itibar verildi.
Hey Ya Rabbi!
“Laiklik din devlete, devlet de dine karışmaması” diyorlar, sonra da dini
devlete bağlıyorlar. Mektebini devlet açıyor ve dilediğini okutuyor, memurunu,
yani din görevlisini devlet atıyor maaşını o veriyor. Sicilini, tayin ve
terfisini devlet yapıyor. Devlet haccı yasaklıyor veya yasağı kaldırıp kendisi
hacca götürüyor, zekat ve fitre topluyor, kurban kestiriyor vs. vs. sonra da bu
devlet laik oluyor?
Siz milletle
dalga geçip alay etmeyi ne zaman bırakacaksınız ey devletliler?..
15- Şapka
Kanunu ve Kılık Kıyafet Devrimi: Milletin öz kıyafetini yasakladılar ve yerine Avrupalı kafirlerin
kılık ve kıyafetini getirdiler. Artık şapka giyilecektir. (2 Eylül 1925. 2413
sayılı kanun.) tarif açıktır; ayakta iskarpin, bacakta pantolon, bedende
gömlek, kravat ve ceket, başta şapka. Bayanlar yüzlerini ve başlarını
açacaklardır kamuda çalışıyorlarsa. Allah’ım aklımızı kolla! Bunun için halk
arasında terör estirip adam astılar…
16- Soyadı
Kanunu: 21 Haziran
1934de 2525 sayılı kanun ile her aileye bir soyadı vermek kanunlaştırıldı.
Soyadı Türkçe olacaktı. Bu yüzden kökü Arapça olan isim ve soyisimler dert
oldu. Mustafa serbest, Musap yasaktı. Neden “Musap” yasak? Çünkü Arapça! Ya
“Mustafa? O niye serbest? O da Arapça?” “Ben anlamam, yasak işte”…
İslam’ı
hatırlatan Hacı, Hafız, Molla, Efendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi… gibi
kelimelerin isim olarak verilmesi de yasaktı. Bu arada toplumda belli olan din
salikleri de belirsiz oldu. Yahudi, Rum, Ermeni vatandaşlar Türkçe isim almaya
zorlandılar. Birçokları da bunu fırsat bilerek kendisini ve ailesini gizledi.
Bu işler üzerinde çalışan bir hocamız şöyle demişti: “Kim kendisine Öztürk,
Tamtürk, Asiltürk, Yamantürk, Yalçıntürk, Ersoy, Asilsoy, erkan, asilkan,
temiztürk…” gibi isimler alıyorsa onlardan şüphelenin, bilin ki bir
sakladıkları vard.” Bu bilgi insanlarla tanışmalarım halimde epeyce tebessüm
etmememe sebep olmuştur.
17- Takvim
Saat Rakam Ölçü ve Tartıda Devrim: Müslümanlar hicri ve miladi takvimi kullanırlardı. İslamî ibadetler de
hicrî takvime göre düzenlenirdi. Yine Müslümanlar kendi dünyalarında saat rakam
ölçü ve tartıda kendi ölçü birimlerini kullanırlardı. Devrimler Müslümanları zorla,
baskıyla, cebir ve şiddetle İslam Medeniyetini bırakıp Avrupa medeniyetine
soktular. (26 Aralık 1925de takvim, 1931de de 1782 sayılı kanunla ölçü
birimleri değiştirildi.) Böylece adı geçen huşularda yerli ve dinî olan terk
edildi, ecnebi batılılarınki alındı. Maksat İslam dini ve medeniyeti ile
alakayı kesmek, bağı koparmaktır.
18- Hafta
Sonu Tatil: Müslümanlar
tatillerini Cuma günü yapardı. Yahudiler cumartesi, Hıristiyanlar da Pazar günü
yaparlardı. İslam ile ve Müslüman dünya ile bağları koparmak için 1935de bir
kanun ile Batılılaşma adına Pazar günü tatil edildi. Sonra buna yarım ve derken
tam günle cumartesi de eklendi. Şimdi çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede tatil
günleri Yahudi ve Hıristiyanların tatil günleridir. İbret…
19- Şeriat
Bakanlığı Kaldırılır: evet,
İslam karşıtı bütün bu devrimlerin yapılabilmesi için ilk önce “Şer’iyye ve
Evkaf Vekaleti”, bugünkü tabirle “Şeriat ve Vakıflar Bakanlığı” kapatıldı. ( 3
Mart 1924. 429 sayılı kanun.)
Aslında
“vakıflar” deyince şöyle bir durmak gerek. Çünkü bu bakanlığın üstünde kayıtlı
o kadar emlak var ki, sonucu duymak bile insan aklını yerinden oynatır. O kadar
arazi, tarla, arsa, bina, han, hamam, medrese, müştemilatı, tekkeler ve
zaviyeler, onlara ek binalar, onlara gelir getiren sair iratlar vs. Peki, ne
oldu bunlara, bakanlığı kapatılınca?
Kapanın elinde
kaldı tabiri caizse. Yağmalandı gitti. Üstelik “vakıf malları almak haram.
Çivisini koparan iflah olmaz” gibi dini anlayışla Müslümanlar yanaşmadılar
satın almaya, çoğu da gayr-i Müslimlere gitti. Ecdad Allah için vakfetti,
ihanet edenei lanetledi, ama ihanet ve lanetten korkmayan kimseler vakıfları
yedi bitirdi. Şimdi ayakta kalanlara güç yetmiyor. Ya hepsi kalsaydı, ümmet
için ne servet olurdu.
Daha da acısı,
satın alınan camiler ve tekkeler, yer yer meyhane, hatta pavyon ve umumhane
bile yapıldılar. Artık şahsi mülk olunca kim karışabilirdi.
“Mezarda kan
terliyor babamın iskeleti
Ne yaptık?
Ne yaptınız mukaddes emaneti?”
20- Dinde
Reform Çalışmaları: Batıda
Hıristiyanlığın başına gelen felaketin, yani insan eliyle değiştirilip aslî
şeklinden uzaklaştırma, daha doğrusu laikleştirme çabasının aynısını burda da
denediler. Din ve vicdan hürriyetine zerre kadar saygı yoktu. Laiklik, din ve
vicda özgürlüğünün teminatı değil, biçen tırpanı olmuştu.
Ezanı Türkçe
okutmak kolaydı, yaptılar. Nihayet zavallı müezzine emredersin, mecburen okur.
Asıl arkadan namazlarda “Türkçe Kur’an okuma” saçmalığı geliyordu. Bugün bile
İslam Alimi geçinen kelli felli hoca/koca cahillerin olduğu o günde Elmalılı
Hamdi Yazır Efendi, o muhteşem tefsiri “Hak Dini Kur’an Dili” eserinin
mukaddimesinde, “Türkçe Kur’an mı olur behey sersem?” demesine rağmen, işte
namazı “Türkçe Kur’an” ile okutma çabaları oldu. Mehmet Akif işte bu
dedikodular yüzünden mealini yaktırmıştır.
Hatta bu Türkçe
ayetler ve ilahiler, aynen kiliselerde olduğu gibi camilere sahne yapıp orada
müzik eşliğinde okunacaktı. Tabi namaz da cemaat tarafından günde bir sabah bir
de akşam olmak üzere iki kere sıralara, koltuklara, sandalyelere oturulup öyle
kılınacak, toplam rekat sekizi geçmeyecekti. İşçilere, memurlara, öğrencilere,
askerlere ve sair çalışanlara oruç tutmak yasaklanacaktı. Bunu kabul etmeyen
veya eleştirenler iki kere uyarılacak, üçüncüsünde Türkiye sınırları dışına
çıkarılacaklardır.
Yapamadılar.
Çünkü namaz kılmayı mecbur edemediler, zira kendileri de kılmıyordu. Halk da o
maskaralığı zaten yapmaz, kılan da evinde kılardı. O ihanet akim kaldı. Orucu
kontrol etmek de bir hayli sıkıntılı veya zordu.
Kur’an-ı
Kerîm’i bir kuşa çevirme planları da vardı. Önce “bu çok uzun, kısaltalım”
dediler. Güya akla mantığa, bilime, laikliğe ters düşen ayetler atılacak,
“İsrailiyyat” denilerek Hz. Musa, İsa, Yusuf ve sair peygamberlerin kıssaları
çıkarılacak, o günün tarihte kalmış Arap olaylarından ayırılacak, tekrarlar
temizlenecek, insan haklarına ve Türk kanunlarına ters düşen ayetler
atılacaktır. Onların yerine Atatürk’ün “Nutuk” kitabından “vatan, millet,
ahlak, devlet ve medeniyetle ilgili parçalar bulunup konulacaktır.
Hatta dahası
var, Kur’an’dan başka Kur’an uydurdular. İçine kendilerince önemli konulardan
yeni sureler yazıp koydular. İşte o surelerden bazıları: “Temizlik Suresi”,
“Vatan Sevgisi Suresi”, “İstiklal Ülküsü Suresi”, “Askerlik ve Kahramanlık
Suresi”, “İşbirliği ve Yardımlaşma Suresi”, “Yasalar Saygı Suresi”, “İnsan
Hakları Suresi”, “Vergi Suresi” vs. vs. gibi. Hatta “cennet demek, adalet,
huzur ve mutluluk demektir. Cehennem demek, vicdan azabı ve huzursuzluk, stres
demektir” diye yorumlanacaktı.[21]
Bütün bunlar
“Kemalizm” veya “Atatürkçülük” denilen devrimlerin eksik kalmış yanlarıdır. Bu
düşünceye bugün bile sahip çıkanlar vardır ve şöyle demektedirler: “Kemalist
devrim çok partili devirde ihanete uğramıştır. İleride bir gün mutlaka eksik
kalanlarıyla birlikte tamamlanacaktır.”
Şimdi siz
söyleyin, bu mudur din ve vicdan hürriyeti? Bu mudur laiklik?
Eğer buysa,
laiklik bize ne verdi? Kan ve gözyaşından başka, ne faydası oldu bize
laikliğin? Defolsun gitsin vatanımızdan, cehenneme kadar yolu var!
Allah Teâlâ’nın
lütuf ve keremine şükür ki biz bu felaketler için binden fazla makale yazdık.
Bir başörtüsü zulmü için yazdıklarımızı toplasanız üç beş kitap eder. Hala bana
bunu mu övüyorlar?
Şimdi birisi
kalkıp şöyle diyebilir: “Bunlar artık eskide kaldı. Şimdi laik cephe de az çok
akıllandı. Hak ihlalini gördü. Öyleyse laiklik artık güzel günler gösterecek.”
Hayır! CHP hala dine ve dindarlara zulmedilmesini “bunlar yalan” diye inkar ediyorlar. Adamın yüzüne beraber, “yahu işkenceyi ben gördüm” diyorlar, o hala “yalan” diyor. Redd-i miras etmiyor. Yaptığı zalimliklerden pişman değil. Fırsat bulsalar aynısını yaparlar. Aman aman, uzak olsunlar. Gölge etmesinler, başka ihsan istemez. Din ve vicdan hakkı ise maksat, İslam onu hem de herkese fazlasıyla veriyor. Bizim laikliğe ihtiyacımız yoktur. Alsın, müzelerinde iftiharla mı, yoksa utanarak mı, kendileri bilir, saklasınlar.
[3] Serdar Kaya adı geçen
yazısında şöyle der: “Her ne kadar Kemalizmin doktrinleştirilmesi yönündeki bir
teklife Atatürk’ün karşı çıkarak, ‘O zaman donar kalırız’ şeklinde yanıt
verdiği rivayet edilse de, aksi yönde onca delil varken sırf bu cümleden
hareketle Kemalizmin dogmalaşma eğilimine sahip olmamış olduğunu iddia etmek
mümkün değil.”
[4] İşte, ilgi için sorma
ihtiyacı duyduk. Yoksa M. Kemal hangi söz ve işinde çelişkili değildir ki? O
prakmatist bir adamdı. Zaman ve zemin neyi gerektiriyorsa onu söyler ve
yapardı. Bu onun hayatını okuyanlar için garip değildir. Yeri gelir padişahı
över, yeri gelir hain diye söver. Yeri gelir hilafeti över, yeri gelir
kaldırır. Halk ve sanat müziğini sever, radyoda ve derneklerde eğitim ve
okunmasını yasaklar. Binlerce örnek sayılabilir.
[5] Bu
macerayı “Osmanlıdan Cumhuriyete Büyük Kırılma” kitabımızda anlattık,
bakılabilir.
[6] Kazım Karabekir, Kızıl Pençe, s. 101- 103.
[7] http://tr.wikiquote.org/wiki/Mustafa_Kemal_Atat%C3%BCrk/Din#cite_note-31
[8] Karal (Ord. Prof.), Enver
Ziya (1924-10). Atatürk'ten Düşünceler (Kitap) (Türkçe dilinde), 96, ODTÜ
Yayıncılık. ISBN ISBN 975-7064-12-2. URL erişim tarihi 2011-11-24. “Atatürk'ün
Söylev ve Demeçleri (II)”
[9] KARAL (Ord. Prof.), Enver
Ziya (1925-08). Fatih ÖZDEMİR Atatürk'ten Düşünceler (kitap) (Türkçe dilinde),
78, Ankara: ODTÜ Yayıncılık. ISBN ISBN 975-7064-12-2. URL erişim tarihi
2012-07-11. “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (II)
[11] Karal (Ord. Prof.), Enver
Ziya (1918-07). Atatürk'ten Düşünceler (kitap) (Türkçe dilinde), 62, ODTÜ
Yayıncılık. ISBN ISBN 975-7064-12-2. URL erişim tarihi 2013-05-27. “Türk Tarih
Kurumu Konferansları, 1969”
[12] Atatürk'ün
özdeyişleri". “İzmir İktisat Kongresi'ni açış söylevi”.
[13] Karal (Ord. Prof.), Enver
Ziya (1923-01). Atatürk'ten Düşünceler (kitap) (Türkçe dilinde), 62, ODTÜ
Yayıncılık. ISBN ISBN 975-7064-12-2. URL erişim tarihi 2013-05-27. “Atatürk'ün
İzmit Basın Toplantısı, s. 55”
[14] Karal (Ord. Prof.), Enver
Ziya (1927-10-20). Fatih ÖZDEMİR Atatürk'ten Düşünceler (kitap) (Türkçe
dilinde), 192, Ankara: ODTÜ Yayıncılık. ISBN ISBN 975-7064-12-2. URL erişim
tarihi 2012-05-26. “Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (I)”
[15] “Atatürk’ün dini
görüşleri".
[16] http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=Nutuk&IcerikNo=334
[17] KARAL (Ord. Prof.), Enver
Ziya (1927-10). Fatih ÖZDEMİR Atatürk'ten Düşünceler (kitap) (Türkçe dilinde),
95, Ankara: ODTÜ Yayıncılık. ISBN ISBN 975-7064-12-2. URL erişim tarihi
2011-11-24. “Nutuk”
[18] KARAL (Ord. Prof.), Enver
Ziya (1935-05). Fatih ÖZDEMİR Atatürk'ten Düşünceler (kitap) (Türkçe dilinde),
90, Ankara: ODTÜ Yayıncılık. ISBN ISBN 975-7064-12-2. URL erişim tarihi
2011-11-24. “Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (II)”
[19] 30. KARAL (Ord. Prof.), Enver Ziya (1923).
Fatih ÖZDEMİR Atatürk'ten Düşünceler (kitap) (Türkçe dilinde), 203, Ankara:
ODTÜ Yayıncılık. ISBN ISBN 975-7064-12-2. URL erişim tarihi 2011-11-27. “Medenî
bilgiler, Âfet İnan”
[20]
Alaturka Laiklik, www.derindusunce.org Fikir Platformu
[21]
Bu yazılanlar için bkz. Hasan Hüseyin Ceylan, Cumhuriyet Dönemi Din Devlet
İlişkileri, 2/175-195. Bu kitabın son cildi bizzat yaşayanların dilinden
anlatılan zulüm hikayelerine ayrılmıştır.
WebDevelopper © 2018 - Dizayn ve Kodlama GkyKrkc