Yürütme, devlet içinde yasmanın çıkardığı kanunların
uygulanmasıdır. Kanunları uygulama görevi devlet başkanı, bakanlar ve
atayacakları üst düzey devlet memurlarına aittir. Bugün T.C. Devletinde yürütme, yargı ve
yasama ile birlikte, güçlerin ayrılığı ilkesine dayanan demokrasi
rejimlerindeki üç erkten biridir. Yürütme organı Cumhurbaşkanı ve Bakanlar
Kurulu'ndan oluşur. Yönetim birimi de Anayasa'nın yürütme bölümünde yer almış
ve kimi idarî birimlere yine bu bölümde yer verilmiştir. Böylece, Anayasa'da
adından ve örgüt yapısından söz edilen kurumlar "anayasal kurumlar"
statüsü kazanmışlardır. Yükseköğretim kurumları, kamu kurumu niteliğindeki
meslek kuruluşları, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, Atatürk Kültür Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu ve Diyanet İşleri Başkanlığı bu kurumlar arasındadır.
Aslında bu kurumlar yeniden ele alınarak konumları belirlenmelidir. Demokraside
bu kurumların bu haliyle konumları bir hayli sancılıdır.
Cumhurbaşkanı,
başbakan, bakanlar kurulunun seçilmesi ve görevlerinin belirlenmesi hep kanun
iledir ve biz burada bu yasalardan bahsetmeyi fazlalık görüyoruz. Ülkenin
yönetiminde yer alan kurumlar ve birimler de yine kanunlarla belirlenir.
Türkiye yerinden yönetimi değil, merkezden yönetimi tercih etmiştir. Merkezi yönetim iller, ilçeler, mahalleler ve
köyler biçiminde yapılanmıştır. Yerel yönetimler; il özel idareleri,
belediyeler ve köylerdir. Bunlar il, belde ve köy halkının yerel ortak ihtiyaçlarını
karşılamak üzere, karar organları seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan
kamu tüzel kişileridir.
İslam devletinde de
yürütmenin başı devlet başkanı, yani halifedir. Yukarıda onun seçimle iş başına
geldiğini, görev ve haklarını, yetkilerini gördük. Hiç şüphesiz devlet başkanı
ve atadıkları memurları yürütme işini yaparken anayasa ve kanunlara bağlı
kalmak zorundadır. Bu bakımdan asla sorumsuz ve dokunulmaz değildirler. Halife
de kanunlar önünde herkesle eşittir. Dokunulmazlık zırhına bürünemez.
İslam, hukuk
devletinin oluşmasında ve hukukun üstünlüğü prensibinin gelişmesinde, tabiri
caizse büyük bir devrimi başarmıştır. Daha önceki idarelerde, idare edenler
mutlak iktidar sahipleri oldukları için, hukuk devleti prensibi bilinmiyordu.
Krallar, sultanlar, kisralar, kayserler, melikler, hakanlar ya hiçbir kaide ve
kural ile sınırlı olmuyor veya kanunları kendileri koymuş bulundukları için,
yaptıkları tartışılamıyordu. Bunun tabii sonucu zulümdü, kan ve gözyaşıydı.
Bunların da tabii sonucu isyanlar, ihtilaller, baskınlar, sürekli artan şiddet,
işkence ve terör olaylarıydı. Tarihte ilk defa İslam, devlet başkanlarını
hukukun içine çekiyor ve hukukî bir çerçeve ile sınırlıyordu.[1]
Klasik
kitaplarımızda, halifenin vazifeleri ve yetkileri tek tek sayılmıştır. Kısaca
ifade edilirse bunlar, Kur'an ve sünnet gibi temel naslarda beyan edilenler ile
zaman ve zeminin gerektirdiklerinden oluşan ictihadî hükümlerin icra ve
infazıdır.
İslam, ilk defa
idarecileri "çoban”, “hizmetçi" yerine koyarak, kamu yönetimini bir
"emanet" olarak değerlendirmiştir. Emanetlerin ehillerine verilmesi,
idare edilenlerin görevidir.[2]
Emanete ihanet etmemeleri için idare
edenlerin,[3]
görevlerini yaparken yaptıkları her şey şeffaftır, ümmetin gözü önündedir ve
eleştiriye açıktır. Her fert, idarecilerinin üzerinde bir denetleyicidir.
Denetim hakkını rahatça kullanabilme, o yönetimin İslamî oluşuyla doğrudan
irtibatlıdır. Asr-ı Saadet ve Raşid Halifeler döneminde, ileride bazı
örneklerini göreceğimiz gibi, bu denetim işi gayet güzel yapılabilmiş ve bütün
bir insanlığa üstün değerler ilham eden örnek olaylar yaşanmıştır.
Ebu Yusuf
"Kitab-ul Harac"da bu konuya dair hadislerden ve sahabe
uygulamalarından örnekler verir ve der ki: "Halife, yalnız Allah'a karşı
değil, aynı zamanda halka karşı da sorumludur". O ispat eder ki müslümanlar
idarecilerini tam manasıyla tenkit etme hakkına haizdirler. Bu, her iki tarafın
da hayrınadır. Bunun yokluğu, azap kapılarının açılması demektir. Bu sebeple
idareciler, hak sözleri dinlemeye ve cevaplandırmaya tahammüllü olmalıdırlar.[4]
Devlet başkanı,
görevlerini yaparken, halkın kendisine itaat etmesini ister. Elbette ki İslam
hukuku halkı da bağlar. Eğer başkanın kendisi ilahi emirleri yaşamaz, hukukun
dışına çıkar, fasık ve zalim olursa, itaat edilme hakkını yitirmiş olur. Halka
düşen, ya onu hukukun içine çekmek veya makamından azlederek alaşağı etmektir.
Bu husus halka vacip kılınmıştır. Yani bu halkın kaçınılmaz bir görevidir.
Fısk dediğimiz
harama ve günaha düşmekle hukuku çiğneyen bir başkanın verdiği emirler
bağlayıcı değildir; o emirlere itaat edilmez. Hatta ondan kurtulmak için
herkesin yasal çerçevede çalışıp çabalaması, az önce de belirtildiği gibi hem
dinî, hem de kanunî bir mecburiyettir.
Ne Peygamber
Efendimiz (as), ne de ondan sonra gelen râşit halifeler, devleti mutlakiyet ve
istibdatla yönetmemişlerdir. Tamamen yeryüzünde Allah'ın halifesi olduklarının
bilinci ile O’nun hâkimiyet ve hükümranlığının vekilliğini yürüterek, O'nun
kanunlarını adalet ve hakkaniyetle uygulamışlardır. O dönemde yargı da
bağımsızdı. Gerçi hâkimleri, yargıçları halife atamıştır, ama kararlarından
dolayı onlara asla karışmamış, bir etki ve baskı yapmamışlardır. Onlar sadece
Allah’tan korkarak, vicdanları ve bilgileri ile baş başa kalarak
hükmediyorlardı. Hatta devlet başkanının aleyhinde dava açabiliyor ve mahkemeye
celb edebiliyorlardı.[5]
Bu konudaki Kur'an
ayetlerini zikretmiştik, tekrar etmeyeceğiz. Sünnete gelince, Peygamberimiz
(as) de, ısrarla Allah'ın kitabına dikkat çekmiş ve sosyal hayatın tanziminde
onu esas almıştır. Vefat edip giderken dahi, "Size iki şey bırakıyorum.
Bunlara sıkı sıkı sarılır, iyi bağlanırsanız, yolunuzu şaşırmaz, sapıtmazsınız:
Allah'ın kitabı, Rasulünün sünneti”[6] diyerek,
insanlığı onlara yöneltmiştir.
Peygamberimizin
İslam'ı uygulamada ne kadar titiz olduğunu, hukukun üstünlüğü ilkesini korurken
karşısına en yakınlarının bile çıkma durumunda neler yaptığını,[7] hatta
her yeni gelen emir ve yasaklarda uygulamaya daima önce kendisinden ve
yakınlarından başladığını[8] sanırım
uzun uzun anlatmaya gerek yoktur.
Halifeleri de öyledir.
Onlar, kendi şahsiyetlerini hiçbir zaman kanundan üstün tutmamışlar, “halife”
ile “kral” farkını hep korumuşlardır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Onlar,
kanun önünde sıradan bir vatandaş kabul etmişlerdir kendilerini. Onlar da
mahkemede yargılanmışlar, hiçbir hâkimden, farklı bir muamele ne görmüşler, ne
de istemişlerdir.
İslâm'ın ilk
halifesi (devlet başkanı) bu makama biat ile (bir nevi seçim ile siyasi
sorumluluk üstlenme) gelmiş ve ilk hitabesinde şunları söylemiştir:
"En hayırlınız
olmadığım halde beni bu makama getirdiniz; eğer beni hak (doğru, âdil,
kanunlara uygun bir davranış) üzerinde bulursanız bana yardım edin, bâtıl
üzerinde görürseniz beni düzeltin. Ben sizi yönetirken Allah'a itâat ettiğim
sürece siz de bana itâat edin. Aksi halde bana itâat borcunuz yoktur. İyi bilin
ki, başkalarından onun hakkını alıncaya kadar içinizde en zayıf olan, benim
nezdimde en güçlüdür. Başkalarının hakkını kendisinden alıncaya kadar içinizde
en güçlü olan, benim yanımda en zayıf olandır. İşte bu sözlerimi söyler ve
Allah'tan beni bağışlamasını dilerim."[9]
Hayrettin Karaman’ın ifadesiyle; “bu hitabe,
bugün, adına "hukuk devleti" denilen sistemin bundan on dört asır
önceki ifadesidir ve uygulama da bu yönde olmuştur.”[10]
Halk bu konuda o
kadar özgürdü ki, rahat rahat halifeleri tenkit ediyor, haklı oldukları sürece
verilen hükümlere itiraz ediyor ve dinletiyorlardı.
Ulü’l emre itaat,
dinin bir emridir. Konuyla ilgili ayeti bir kere daha görelim:
"Ey iman
edenler, Allaha itaat edin, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat
edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah’a ve Peygambere döndürün,
eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız. Bu, hem daha hayırlı, hem de
netice itibariyle daha güzeldir."[11]
“Ulü’l emir” kavram
ile amirler ve alimler kasdedilmiştir.[12]
Amirler yürütmeyi temsil ederler. Alimler ise hem yürütmenin içinde olabilir,
hem de dışında kalabilirler. O durumda bile onların devleti ve toplumu
denetleme, murakabe etme, iyiliği teşvik ve kötülüğü eleştirerek önleme
görevleri vardır. Yürütmeyi oluşturan kişilerin yasal emirlerine uyma, aslında
o kişilere değil, yasalara uymadır. Çünkü kanunsuz emir olamaz. Kanunlara
aykırı verilen emirlere uyulmaz. Uyulduğu takdirde sorumluluktan kurtulmuş
olunamaz. İman ve ahlak açısından incelendiğinde, maalesef bu kirlenmedir.
Dikkat edilirse
ayette gayet açık olarak görülmektedir ki ulu’l emre itaat kayıtsız ve şartsız
değildir. İster alimler, isterse idareciler olsun emir sahiplerine ancak
Allah’ın kitabına ve Resu1ü’nün sünnetine bağlı kaldıkları, ortaya çıkan
ihtilafları, anlaşmazlıkları onlarla hallettikleri takdirde ve böylece bizden
bir Müslüman olarak kaldıkları sürece itaat farz olur. Ulü’l emir bu gerçekleri
inkar etmiş ve Allah Teala’nın açık ayetlerinden ve emirlerinden sapmışsa,
İslamî kişilik anlamında “adaletten” çıkmış ve “bizden” biri olma vasfını
kaybetmiştir. Artık böyle bir kişinin Müslümanlara emir verme ve yönetme
yetkisi yoktur. Daha önce var idi de sonradan kaybettiyse, azledilir. Bütün
bütün dinden çıkmamış ama açıkça haram ve günah olan bir şeyi emretmiş ise,
yine bu emrinde ona kesinlikle itaat edilmez.[13]
Allah’a isyan olan
hususta verilen emre gelince, bu emri veren kim olursa olsun ona itaat edilmez.
Bu tavır alış ve pasif mukavemet, isyan etmek değildir. Zalim ve günahkar
imamlara itaat edilmesi, sabredilmesi. gerektiğini bildiren hadisler varsa da
onlar daha ziyade kişisel olarak hakkından vazgeçme ve kendisine karşı yapılan
zulme sabretme şeklindedir. Zira itaat konusundaki ayet ve hadisler gayet açık
ve kesindir: Önce umum ifade etmesi bakımından, dinimizde pek meşhur olan şu
hadisi belirtelim:
“Allah’a isyan
hususunda mahlûka itaat yoktur’’[14]
Nihayet İslam hukukunda şu genel bir kaidedir. “Amirin kanuna aykırı emri, memuru mesuliyetten kurtarmaz.”[15]
[1] Sabunî, age. I. 406; Kurtubî, V. 260; Tecrid-i Sarih, X. 346; İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte, II. 296.
[2] İslam’da idare ve
idarecilerle alakalı her konuda daha sonra geniş bilgiler için bkz. Cemal Nar,
İlim Ve İktidar. Toprak y. İst. 2007.
[3] Buhari, muslim, Ebu Davud’dan
naklen bkz. Tebrizî, Mişkatü’l Mesabih, II. 1086. no:3664 ; İbrahim Canan, II. 295
[4] Tecrid’i Sarih, II. 667,
12/314; Tirmizi, ilim 16 no:2678; Ebu Davud, sunne 6. no:4607; Mişkat, II. 1085
no: 3662-3663
[5] Tecrid-i sarih, XII. 314; Mişkat, II. 1085. no: 3661.
[6] Kurtubî, I. 259.
[7] Konuyla ilgili şu ayetlere
bakılabilir: Al-i İmran, 140-149; Casiye, 23; En’am, 116; Şuara, 151; Yasin,
60.
[8] Konuyla ilgili geniş bilgi
için bakınız, Cemal Nar, Alimin Önderliği.
[9] Fatır 28.
[10] Kenz’ul Ummal, VI. 14872.
[11] Hak Dini Kur’an Dili, Azim neşriyat, IV. 319.
[12] Ali Himmet Berki, Acıklamalı Mecelle, md. 14. s.20
[13] Biz böyle yazıyoruz ama son zamanlarda maalesef “bu kaideyi tanımadığını ve her konuda ictihat yapılabileceğini” söyleyenleri de gördük. Allah bizleri ve alimlerimizi nefsin, şeytanın ve düşmanların hile ve tuzaklarından korusun!
[14] İ. Canan, II. 295; kenz’ul Ummal, V. 14491-14413, VI. 14874, 14911; Ahmet bin Hanbel naklen, Sabunî, Muhtasar ‘u İbn Kesir, I. 408
[15] İslam devletinde idarecilere itaat ve muhalefet hakkında detaylı bilgiler ve farklı görüşler için bkz, Cemal Nar, İslamda Devlet Ve Siyaset, s. 96 vd.
WebDevelopper © 2018 - Dizayn ve Kodlama GkyKrkc