Aydınlanma

Aydınlanma” da çağdaşlaşma, modernizm, laiklik, sekülerizm gibi Batılılaşma sürecinde devreye giren kavramdandır.  Aydınlanma kavramıyla genel olarak anlatılmak istenen insanın geleneksel görüşlerden, otoritelerden, bağlılıklardan, inanç ve önyargılardan aklıyla kendisini kurtarıp ve yine akla dayanarak hayatı kavramaya ve düzenlemeye çaba göstermesidir. Özel anlamında XVII. ve XVIII. yüzyıldan itibaren Batı düşüncesinde, Kilisenin teolojik ve Skolastik anlayış ve zihniyetiyle mücadele ederek insan ve evren konusunda aklın bağımsızlığını ve belirleyiciliğini esas alan öğretiye “aydınlanma” adı verilir.

[1]

Görüldüğü gibi aydınlanma, ilim öğrenmede ve sosyal hayatı yaşamada dini, vahyi, kutsal kitap, semavi inanç ve şeriatları reddeden, bunları batıl ve hürafa sayan bir anlayıştır. Aydınlanma, insanın kendi duyu organları ve aklının dışında, insanın hayatını biçimlendirecek hiçbir ilke ve değer, yani, din, kitap, süünet, şeriat vs. kabul etmeme anlayışıdır. Aydınlanma kavramını Antik Çağ'a kadar götüren ve bir “Yunan Mucizesi”inden bahsedenler varsa da bu anlayış 17. Yüzyılın başından itibaren Batı dünyasını etkilemeye başlamış, günümüzde ise bütün bütün egemen olmuştur.

İsmai Kıllıoğlu şöyle der: “Özet olarak aydınlanma çağı, felsefede skolastik kavramlardan ve dogmatik tartışmalardan aklın belirleyiciliğine olan güvene; dinde imana dayalı bir anlayıştan salt akla dayalı bir din anlayışına; politikada monarşîk ve teokratik bir yönetimden insanların (toplumun) faydasına hizmet edecek bir yönelime; eğitimde dini bir eğilimden insanın kendi yetilerini özgürce geliştirebileceği bir eğitim anlayışına; Özetle dini bir dünya görüşünden insan yapısı ve seküler bir dünya görüşüne geçiş anlamına gelir.”

[2]

Immanuel Kant “Aydınlanma nedir?” sorusuna yanıt olarak yazdıklarında bakın ne diyor: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! “Aklını kullanma cesaretini göster!” Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes) , tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü…

Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar. Biri çıkıp yürümeyi köstekleyen bu zincirleri atsa da, en dar hendekten bile hemen öyle pek kolayca atlayamaz; çünkü o henüz kendisine güven duyarak bacaklarını özgürce hareket ettirmeye daha alışamamıştır. İşte bundan dolayı da ruhlarını, zihinsel yanlarını kendi başlarına işleyip kullanarak ergin olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen, pek az kişi vardır.”

[3]

Allah Teâlâ’nın gönderdiği dini, kitabı, peygamberi inkar eden, onu batıl ve hurafe sayan, kendi aklını beğenen, başka birisine uymayı reddeden bu sözde özgür insan olan aydının hayatı ne kadar zorlaştırdığını görüyorsunuz. Bunu bir marifetmiş gibi görerek, “aydın olmak, ateist olmak zor iştir. Çünkü bütün zorluklarla tek başına mücadele edecek, zorluklara göğüs gereceksin. Kul köle olmak kolay iştir. Emrederler yaparsın” derler. Maalesef ayakları yere basmayan bu insanların bu azgınlığında din diye hep batıl dinleri tanımalarının da bir etkisi vardır. İslam’ı tanımadıkları, onun aklı özgürce kullanmayı teşvik ettiğini bilmedikleri için böyle afakî konuşmalar içindedirler. Ama soralım onlara, ciddi bir hastalıkları olunca acaba akılları ile düşünecek ve zorluklara göğüs gerecekler midir, yoksa bir doktora gidip verdiği ilaçları “bir köle gibi itaat ederek” kullanacaklar mıdır? Çok zor bir dava ile karşılaştıklarında mahkemede kendilerini savunan bir avukat tutacaklar mıdır, yoksa kendilerini kimseye teslim etmeden akıl yürüterek savunacaklar mıdır? Modern hayatta ne tıbba, ne de hukukta avukat kullanarak savunmada vekalet vermeye bir engel yoktur. Nereye gitti öyleyse bunca beylik ekabir sözler?

Aydınlanma düşüncesinin zaman ile bağlantılı ifadesi için “modern” kelimesinden “modernizm / modernite” kavramı türetilmiştir. Aslında bu düşüncelerin kökleri Batıda “pozitivizm” olarak isimlendirilen felsefî akıma kadar uzanır ve oralardan beslenir. Az sonra onu görmeye başlayacağız. Ama önce bu gördüğümüz kavramlar hakkındaki hükmümüzü verelim:

Eğer bu kavramla gelen anlayış, yani laiklik, sekülerizm, modernizm ve aydınlanma zihniyeti, her ne kadar dilde dinlere karşı saygılı olduklarını söyleseler de bu bir kibarlık gösterisinden öteye gitmez. Çünkü dini inkar ve küçümseme, faydasız bulma ve sosyal hayattan dışlama bu birbirini besleyen üç görüşün de ortak tavrıdır. Bu yüzden İslam da bu görüşleri açıkça küfür sayarak reddeder. Böyle inananlar İslam dinine göre kafirdirler. Müslümanların korkusundan kendilerini Müslüman gösteriyorlarsa, açıkça “münafık” olurlar.

Cemil Meriç sözü kısa ve net söyleyen bir aydındır: “Avrupalılaşma, “batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye…  Daha doğrusu, aynı nazenin taze bir makyajla arz-ı endam etti”

[4]

 

Nedir o?

Çağdaşlaşma! Şu bildik macera ve muhteva. Yani şu bildik “gâvurlaşma”.

Üstad’dan dinleyelim: “Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı asrileşmektir; asrileşmek,  yani maskaralaşmak, gâvurlaşmak… Kırk yıllık Kani’nin Yani olamayacağı,  Türk’ün akl-ı selimi için bedâhetlerin  bedaheti;  bir medeniyetin başka bir medeniyete iltihak edemeyeceği, Dani levsky’den  beni bir kaziye-i muhkeme.”

[5]

Son olarak şu hükmü de açıkça ifade edelim ki bu zihniyetler ister tek tek, ister hep beraber bir devletin temel görüşü olursa, o devlet İslam ile çatışma içinde olmaya mecbur ve mahkumdur. İşte İslam toplumlarında sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden laik devlette İslamî siyaset yapmak demek, zıtların çatışması demektir. Bir başka ifadeyle, “yasak alanda yol almaktır.”

 


[1]

Bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/102-105.

[2]

A.y.

[3]

Immanuel Kant, Felsefe Yazıları. Türkçesi: Nejat Bozkurt, Remzi Yayınları.

https://mkaymak.wordpress.com/aydinlanma-nedir-sorusuna-yanit-2/

[4]

- A.g.e.  s. 26.

[5]

- Bu Ülke, s. 26.