Batıcılık

Batıcılık, Osmanlı Devletini kurtarmak ve modernleştirmek amacıyla Tanzimat'tan sonra ortaya çıkan fikir akımlarından biridir. Batıcılık fikrinin temelinde Tanzimat dönemindeki ve daha önceki ıslahat hareketleri yatar. I. Meşrutiyet, Batılılaşma hareketlerinde bir dönüm noktasını teşkil eder.

Bir zamanlar adı “Avrupacılık”, “Garpçılık” olan “Batılılaşma” bir hareket olarak sadece Avrupa'yı değil, aslında çok uzaklarda bulunan Amerika ve Japonya da dâhil bütün medeni ülkeleri içerisine alan bir harekettir.

Batıcılık hareketi III. Ahmet zamanında başlamış III. Selim ile ilk başarısını kazanmıştır desek yanlış olmaz. Ondan sonra Türkiye'nin sürekli yöneldiği taraf batıdır. Çünkü yenilmelerine sebeb olarak Batının üstünlüğü görülmektedir.

[1]

O günden bu zamana henüz bitmemiş bir acı serüven yaşamaktayız. Batıcılara göre Osmanlı Devleti'nin en büyük problemi Batılı olmamaktan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tek kurtuluş yolu vardır, o da bu yüzyılın fikir ve ihtiyaçlarına cevap verecek medenî bir devlet ve millet halini almaktır. Yani o zamanki tabiriyle manasıyla “Evrupaîliliktir”, "Garplılaşmaktır", zira "nur” oradadır. Ona gitmek mecburidir. Çünkü ona karşı çıkacak ikinci bir medeniyet yoktur.

Batıcılık düşüncesini benimseyen insanlar kendi aralarında da tam bir uyum gösterememişlerdir. Çünkü batılılaşmayı isteyen iki grup vardır ve bu iki grup karşı fikirdedirler. “Her şeyi ile Batı” diyen birinci grubun lideri Abdullah Cevdet’tir ve batının “bir gül olduğunu ve bu gülü dikenleriyle benimsememiz gerektiğini” savunur.

İkinci gurup ise, Batıdan alacağımız ilim ve tekniktir, din, ahlak, örf ve adet değildir. Her millet kendi kültür ve medeniyetini yaşamalıdır. İkinci grubun başında ise Celal Nuri ve arkadaşları vardır. Celal Nuri’nin Batı düşüncesi ise “batının sadece ilmini, teknolojisini almamızın yeterliliğini, Osmanlı Devleti hakkında düşmanca duygular besleyen Batıya, kültürel açıdan karşı çıkmamızın gerektiğini" savunur.

Evet, Batıcılara göre Osmanlı Devleti'nin en önemli sorunu Batılı olamamaktan kaynaklanmaktadır. Şimdi aklın, bilimin, felsefenin, hukukun, fennin, tekniğin, sanayinin, kalkınma ve refahın kaynağı Batı'dır, biz de bunları elde etmek istiyorsak ona gitmek şarttır.

[2]

Tek kurtuluş yolu çağın fikir ve ihtiyaçlarına uygun uygar bir devlet ve millet haline gelmek, yani Batılılaşmaktır. Şimdikilerin “modernleşme”, “çağdaşlaşma, “aydınlanma” dedikleri şey yani. 

Sonuçta Batıcılar, İslam din ve medeniyetinden, özellikle de onun idarî ve hukukî, eğitim ve askerî kurumlarından koparak, Batı'nın idarî, ictimaî, siyasî, hukukî, iktisadî, ilmî ve felsefi fikirlerine uygun bir devlet ve toplum oluşturulması gerektiği düşüncesindedir. Hatta bir kısım Batıcılara göre Batı'nın her yönüyle, yani kılık kıyafetten tutun da, içki, kumar, dans, balo, sosyal ilişkiler vs. benimsenmesi gerektiğini belirtirler. Hatta işi “Batıdan damızlık erkek ithal etme ve yeni bir Türk tipi oluşturma” edepsizliğine kadar vardıran oldu aralarında. Onlara göre bu bir yaşam biçimidir, bölünme ve parçalanma kabul etmez.

Batıcılara göre; Batılılaşmak, yani Avrupa devletlerine benzemek kaçınılmazdır. İslamiyet ve batıl inançlar kalkınmaya engel oluşturmaktadır. Onlardan tamamen kurtulmak gerekir. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”            İlim bize yeter. İlim ve fenn'in haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir.

Bu yüzden dini, imanı, vahyi, Kur’an’ı, Peygamberi, medreseyi, tekkeyi, mollayı, mürşidi, müridi terk etmedikçe, yani bize ayak bağı olan topyekûn gerici, tutucu, yobaz, irticaî ve çağdışı hurafeleri terk etmedikçe, hatta vatandan büsbütün kovmadıkça, ilerlemek, kalkınmak ve çağdaşlaşmak mümkün değildir. Bu vatan artık şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar ve mollaların yurdu olamaz.

Bizim bilgilerimize göre bu düşünce ve davranış İslam açısından, küfür ve irtidattır, yani dinden çıkma ve kâfir olmadır, asla tasvip edilemez.

[3]

Bu yüzden Batılılaşma milletimizin intiharı demektir.

Tanzimat döneminden sonra bu durumu gören o zamanki Müslümanlar da zaten yapılan işin adını açıkça koymuşlardır: “Gâvurlaşma”. Onlara göre “tanzimat”, “gâvurla Müslümanın karıştığı ve gâvura ‘gâvur’ demenin yasak olduğu” bir devirdir.

Bunu biraz açalım isterseniz.

Türkler Müslüman olmadan önce büyük devletler kurmuşlar ise de büyük medeniyetler kuramamışlardı. Müslümanlarla temas ettiklerinde İslam’ı tanımış ve sevmişlerdi. Bu yüzden isteyerek ve severek Müslüman oldular. Bugün daha çok “Alevi” kesimin atalarını temsil ve teşkil eden, şehirlerden uzak dağlarda, ovalarda ve vadilerde yaşayan Türkler, belki İslamiyeti tam öğrenemeden ve hayatlarına uygulayıp içlerine sindiremeden kabullenmiş ve uzun göçler sebebiyle bu eksikliği tamamlama imkan ve fırsatını bulamamış olsalar da, onların haricinde kalan ve özelliklede şehirlerde yaşayan Türkler, İslamiyet'i iyi öğrendiler ve bu yüzden bilerek ve severek yaşadılar. Bu durum onların geçmiş din ve medeniyetlerinden yeni girdikleri din ve medeniyete büyük tortular taşımalarına mani olmuştur. Bu yüzden Türkler'in İslamiyet'i saf ve berrak bir İslamiyet olarak tecelli etmiştir.

Sonra gün geldi, Türkler yeni bir devlet daha kurdular ve asırlardır Avrupa topraklarında “i’lay-ı kelîmetullah” davasıyla cihat ettiler ve büyüdüler, geliştiler, büyük bir medeniyet kurdular. İslam ile bağı güçlü olduğu ve dinin ahkâmı ile yaşadıkları sürece büyüdüler, geliştiler. Sonra bu heyecanı kaybettiler ve cihat yerine zevk-ü sefa içinde yaşamaya başladılar. Çok uzun sürmedi, bir de baktılar ki peş peşe mağlubiyetler geliyor.

Komşuları Avrupa ile temaslarının acı neticesinde düşmüş oldukları uyuşukluktan silkinip uyanmak istediler. Fakat bu noktada paniklediler ve mazilerindeki büyüklüğü meydana getiren kuvvetin İslam olduğunu unutarak bu kuvvetin batıdan gelebileceğini zannettiler. Kulaklarına değil, gözlerine aldandılar. Selameti, daha önce buldukları tarafta, yani İslam'ın önderliğinde, onun ahlaki yaşayış ve siyasetinde arayacakları yerde, batının inanç ve yaşama biçimlerinde bulacakları fikrine düştüler.

Bir taraftan Avrupa milletlerinin güç, kuvvet ve refahı, diğer taraftan arada kurulan dostluk münasebetlerinin artması neticesinde, gerek hükümetler ve gerekse umumi efkarı sevk ve idare eden aydınlar şuna inandılar: "Bugünkü düşüşten devleti kurtarmak ve yeniden yükselmek ve bu suretle memleketi muhakkak olan çöküntüden kurtarmak için tek çare batıyı taklit etmektir. Hem böyle yaparsak bizi severler, düşman olmazlar ve bizimle savaşmazlar. Böylece mağlup olma zilletinden de kurtulmuş oluruz".

Diğer bir deyişle, "onların bütün inanç, düşünce, değer, kanun gibi temel esaslarını ve kurumlarını kabul etmeliyiz. Onun için de bizim eskimiş köhne değerlerimizi, kanunlarımızı, kurumlarımızı atmalı ve unutmalıyız."

Zavallılar, ne kendilerini tanıyorlardı, ne de taklit etmek istedikleri Batılıları. Halbuki bizim bütün müesseselerimiz, sırf İslamî esaslardan ve İslamî telakkilerimizden doğmuştu. Batıcılar, onların yerine batıya göre kurulmuş müesseseler koymak için, zayıf ve geri kalmış durumda bulunmalarını bahane ederek, güya bu bu durumdan kurtulmak istiyorlardı. Bir yerde memleketin geri kalmışlığına seviniyor, bundan Batılılaşmaya bir yol bulmaya çalışıyorlardı. Ülkenin içinde bulunduğu kötü hallerden istifade ettiler. Eski müesseselerin düzeltilmesi veya onarılmasına gidilmeyerek, yeniden yapılmasını, daha doğrusu batıdan taklit edilerek alınmasını tercih ettiler. Bu yüzden mesela bir “Mecelle” çalışması gibi muhteşem faaliyetler maalesef akim kalmıştır.

Böylece şeriat kürsüleri olan mahkemeler ile medreseler bulundukları halde bırakıldı. Gelişmelerine izin verilmedi. Halbuki bu iki kuruluş, yani adalet mahkemeleri ile ilim ve marifet müesseseleri birçok asırlar yaşamış, Osmanlı Devleti'nin azamet ve şevketini temin etmişlerdi. Islah çareleri aranacak yerde, zavallılar acınacak bir halde terk edildiler.

Kendisini idare edenlerden daha akıllı ve daha hak tanır ve kadirşinas olan halk, batıcıların eline geçmiş olan iktidarlar atsalar bile bütün bu müesseselere din adına bağlı kaldılar. Aydınlar da sırf bu bağlılıktan çekindikleri için onları tamamen kaldıramadılar. Fakat zayıf halleriyle ölüme terk ederek, yanı başlarında yeni tarzda mahkemeler ve mektepler kurdular.

Bu yeni kurulanlar ise Fransız mahkemeleri ile Fransız mekteplerinden üstün körü bir taklitle alınmış olduklarından, getirildikleri muhiti ile hiçbir ilgileri yoktu. Memleketimize Fransa'nın kendisi kadar yabancı idiler. Böylece millet içinde “yerli” ve “yabancı” olmak üzere ikili bir yaşam biçimi başlamış oldu.

Son asırda bu usul ile meydana getirilen inkılap veya devrimleri burada saymak lüzumsuz olabilir. Biz bunları “Büyük Kırılma” ve “Batılılaşmayla Hesaplaşma” başta olmak üzere bir çok kitabımızda enine boyuna yazdık. Burada size şu kadarını söyleyelim ki, bunların hepsi bizim akaid ve inanç esaslarımıza karşı asırlardır beslenen derin bir düşmanlık hissinin bütün alametlerini taşıyordu.

İşte “tecdit, yenilenme, aydınlanma, batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme” adı altındaki bütün bu yenilikler, asırlardan beri kurulup yerleşmiş olan inançları, fikirleri, töreleri, örf ve adetleri, an’aneleri, kısacası İslam dinini ve ahlakını yıkıp yok etmekten başka bir şey değildir. Sonuçta bu durum memleketimizi her gün bir çeşit kötü neticelerini gördüğümüz maddi manevi kaos, karmaşa ve kargaşaya sürüklemekten başka bir şeye yaramadı.

Çok Garip bir devrim devresi yaşıyoruz. Millet kendini idare etmekte olanlarla mücadele ediyor. Onların aşırılıklarına, hayallere dayanan tasavvurlarına karşı devamlı mücadele ederek aydınlarını itidale çağırıyor. Hikmet ve basirete davet ediyor. Oysa tam tersi olmalı değil miysi? Ne garip işler değil mi?

Türklerin İslam'dan uzaklaşmalarının sebebini sadece batı medeniyetinin manevi tesirlerinde aramak büyük bir hata olur. Çünkü bunda Hıristiyan hükümetlerin bize karşı besledikleri derin düşmanlık ve tükenmez kin ve nefret de ayni derecede tesirli olmuştur. Zira bu tecdidt – yenileşme hareketlerinin başladığı devirlerde, savaşlardan mağlup olarak çıkan ve durmadan toprak kaybeden devlet adamlarımız ve aydınlarımız şöyle düşünüyorlardı:

"Memlekete batı taklidi müesseseleri ve Avrupalı anlayış ve yaşayış esaslarını getirirsek, Avrupa hükümetlerinin sevgisini kazanmaya, eski düşmanlıklarını hafifletmeye ve bencilliklerini yumuşatmaya muvaffak oluruz.”

[4]

Bu batıl zan inanca dönüştü. Bunun gereği de İslam'ı memleketten uzaklaştırmaktı, onu da yaptılar.  Oysa o Batılılar, o “tek dişi kalmış canavar” barbarlar, ülkemizi işgal ettiklerinde ne cinayetler işlemiş, ne vahşetler sergilemişlerdi.

Benzeri görülmemiş olan bu gayrı tabii hal, ne çeşit olursa olsun bütün ihtilallerin muhakkak surette uyandırdığı tepkiyi şimdiye kadar geciktirmiştir. Tarihin getirdiği ağır şartlar, halkın içinde bulunduğu fakirlik, yoksulluk, bitkinlik gibi zaruretler bir gün ortadan kalkacaktır. İşlerin tabii yoluna girdiği bir gün elbette gelecektir. İşte o zaman, İslam inkârcılara galip gelecek, Müslümanlar dine karşı olan bütün sapıklıkları bir kere daha yenecektir. Bütün insanlık için çıkarılmış bu önder ümmet, bu Ümmet-i Muhammed, bir kere daha bütün milletlerin başına geçecek ve onları mutluluk yollarına sevk edecektir.

Bizler önceleri milletçe geri kalmamıza sebep olarak İslamiyet'e daha çok sarılmamayı, onu daha iyi tatbik edemeyişimizi gösteriyorduk. “Kabahat bizde” diyerek kusuru kendimizde buluyorduk. Fakat “Batılılaşma” sürecinde bugüne gelince geriliğimizin sebebini kendi kusur ve ihmallerimizde değil, mübarek dinimizin esaslarında bulmaya başladık. Kendimizin değil, dinimizin yetersiz ve noksan oluşunda arıyoruz geri kalmışlığımızı. Ziya paşa:

İslam imiş millete pâbend-i terakkî,

Evvel yok idi, iş bu rivayet yeni çıktı

diyordu daha o zamanda.

İşte Müslümanlar için en büyük ve en korkunç felaket aslında budur. Bu yüzden “Batılılaşma” bir “irtidatlaşma”, yani “dinden dönme” ve “kafirleşme” sürecidir. Evet, ne yazık ki bu batılılaşma süreci tam bir “mankurtluk” macerasıdır.

Bu konuyu Kur’an, Sünnet ve Fıkıh açısından delillerle uzun uzun anlatmıştık başka çalışmalarımızda.

[5]

Tekrar olmasın diye şimdi burada, Batılılaşmanın nasıl bir dinden çıkıp küfre girme olduğunu bildirmede, sadece peşkeşe gelen üç ayeti yeterli bulmaktayız:

“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden (Yahudi ve Hıristiyanlardan) bir guruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden kafirliğe/inkârcılığa sevkederler.

Sizler nasıl küfre dönebilirsiniz ki, önünüzde Allahın ayetleri okunuyor,  aranızda Allahın Resûlü bulunuyor?  Kim Allah’a gönülden sımsıkı bağlanırsa muhakkak ki o doğru yola konulmuştur.

Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”

[6]

Bu süreçten sonra, sorsan kendisini Müslüman zanneden birçok insan ve devlet içinde kurulan birçok kurum, İslam'ı ülke için doğrudan doğruya tehlike saymış ve onun adını “irtica” koyarak dinle, dinin kurumları ile ve dindarlarla mücadele etmeyi varlık sebebi saymışlardır. Bunlar maalesef Batının gönüllü “yeniçerisi” olmuş, onlar yararına Müslümanlarla savaşmaktadırlar. Ahir zamanda kıyametin en büyük alametlerinden birisi de budur. Bu yüzden içimizde deccaller cirit atmaktadır.   

Bizim için çağın en büyük belası, en yaman fitnesi, en amansız derdi budur ve bu bu fitne ile savaşmak en büyük cihattır.

 


[1]

Bkz. Hilmi Ziya Ülken, a.g.e. s. 313vd.

[2]

Bkz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Bat%C4%B1c%C4%B1l%C4%B1k

[3]

Bkz. Cemal Nar, İnançta Arınma, Toprak y.

[4]

Konu ile ilgili bkz. Said halim Paşa, Buhranlarımız/İslamlaşmak. Alıntı için bkz. M. Ertuğrul Düzdağ, a.g.e. s. 150 vd.

[5]

Bu “çağdaş irtidat” hakkında “İslam Sancısı”, “İslamlaşma Bilinci”, “BU Sistemden İslam’a” kitaplarımızda bilgiler vardır. Ama çok geniş bir çalışmamız için bkz. Cemal Nar, İnançta Arınma, Toprak y.

[6]

Al-i İmran, 3/100-102.