İnsanların Eşitliği

İslam’ın temel inançlarından birisi de insanı Allah Teâlâ’nın yaratmış olması gerçeğidir. Önce Hz. Adem, sonra ondan eşi, bu ikisinin izdivacından da evlatları, zürriyetleri yaratılmıştır.[1] Bu yüzden insanlara “Ben-î Âdem” denmiş ve “mükerrem” kılınmıştır.[2] İnsanlar dünyaya eşit olarak gelirler. Hiçbir ırkın, cinsin, rengin, dilin, yerin insanının doğuştan gelen bir üstünlüğü yoktur. Devlet ve hukuk karşısında, haklar ve hürriyetleri kullanmada insanlar eşittirler. İnsanlar sonradan kendi çabalarıyla toplumda farklı statüler, imkanlar, konumlar elde edebilir. Bunun fırsat olarak herkese eşit olarak sunulması da eşitliğin bir başka boyutudur. Allah Teâlâ’nın katında da insanlar, iman, salih amel, güzel ahlak, başkalarına faydalı olma gibi meziyetlerle bir üstünlük sahibi olabilirler. Biz bu özelliklere “takva” diyoruz. Kur’an-ı Kerîm’e Allah Teâlâ’nın huzurunda üstünlük, ancak takva iledir.[3]

Hz. Ali (ra.) da bu yüzden bütün insanları “yaratılıştan kardeş” olarak nitelemiştir. Buna göre mü’minler iman sebebiyle, gayr-i müslimler de hilkat, yani yaratılış sebebiyle kardeştirler. Eskilerin “kavmiyetçilik”, yenilerin “ırkçılık” dediği durum ise bu inanca tamamen ters düşen bir durum, bir olgu, bir fısk, bir sapkınlık ve küfürdür.

İşte bu inanç sebebiyledir ki, Asr-ı Saadette hiçbir kişinin, sınıfın, soyun, beldenin, dilin, rengin her ne surette olursa olsun bir ayrıcalığı, imtiyazı, üstünlüğü yoktur. İslâm ülkesinde yaşayan bütün insanlar, hukuken eşittirler. Köle veya zimmî (gayr-i müslim vatandaş) bile olsalar durum farklı değildir. O kadar ki bu dinin Peygamberi, ne kendisi için, ne de ailesi için pozitif bir ayırımcılık, özel bir statü ile korumacılık, hukukun üstünlüğünden ve kanunların herkese adil ve eşit olarak uygulanmasından bir dokunulmazlık zırhı ile istisna edilmeyi asla istememiştir.

Bu inanç ve duruşun temelleri hiç kuşkusuz Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyyeden kaynaklanmaktadır. Çünkü Kur'an, bütün insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını, saygınlığın da ancak takva ile olduğunu bildirir.

[4]

Bir temel ilke de, inananların kardeş olduğudur.

Peygamberimiz (sav), çok yoğun biçimde bu kardeşlik ve eşitlik ilkesine dikkat çekmiş, Arab’ın Acem’e (Arap olmayana), Acem’in Arab’a asla üstünlüğünün olmadığını ısrarla vurgulamıştır.

[5]

O'nun (sav) ifadesiyle insanlar "bir tarağın dişleri gibi" eşittirler.

[6]

İslam öncesi cahiliye devrine baktığımızda Araplar arasında korkunç bir ırkçılığın hayat sürmekte olduğunu,  eşitlik diye bir ilkenin asla söz konusu olmadığını görürüz. Alabildiğine kabile ve soy asabiyetine meftun bu cahiliye insanları arasında dolayısıyla haksızlık ve zulüm bitip tükenmiyordu. Zira bünyesinde iman ve fıtrat kadar potansiyel olarak zulüm ve inkarı da barındıran insan, kendini ve yakınlarını sevme, koruma ve üstün görme güdüsüyle, temelinde duygusallık yatan ırkçılığa meyyaldi. Eğer bütün hayatını toptan değiştirecek etkinlikte ilahî bir mesajı almamış olsaydı, sırf akıl ve mantıkla bu duygu ve düşüncelerini bastırmak zor olacaktı. Nitekim tarih de bunun şahididir.

Bırakın başka ırkları, Araplar kendi kabileleri arasında bile büyük bir asabiyet ve ırk davası güderlerdi. İslâm, getirdiği evrensel kardeşlik ilkesi ile Cahiliye Döneminde şiddetle hüküm süren bu ırkçılık adetini ayaklar altına alarak ezip yok etti. Kendilerini soylu ve üstün gören Mekke aristokratlarının zulüm ve baskılarına rağmen İslâm, Romalı Süheyb, Habeşli Bilal ve İranlı Selman gibi aşağılanan insanların çabalarıyla başarıya ulaşarak imana dayanan evrensel bir sevgi, kardeşlik, yardımlaşma ve merhamet toplumu oluşturdu.

Hz. Peygamber (s.a.s)'de câhilî bir âdet olan ırkçılığı sık sık gündeme getirerek eleştirmiş ve yasaklamıştır. Veda haccı sırasında, “Veda Hutbesi” olarak bilinen ünlü konuşmasında “Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arab’a, beyaz renklinin siyaha, siyah renklinin beyaza bir üstünlüğü olmadığını, üstünlüğün yalnızca takva ile olduğunu” ilan etmiştir.

[7]

Mekke'nin fethinde, Kabe'yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Hz. Peygamber (s.a.s) aynı gerçeği şöyle dile getirmiştir:

"Sizden câhiliyye ayıplarını ve büyüklenmesini gideren Allah'a hamd olsun. Ey insanlar, tüm insanlar iki gruba ayrılırlar. Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülükten sakınanlardır ki bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir. ikinci grup ise günahkar ve isyankar olanlardır ki bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır. Yoksa insanların hepsi Adem'in çocuklarıdır; Allah Adem'i de topraktan yaratmıştır."

Irk üstünlüğü düşüncesinin temelsizliği başka bir hadiste de şöyle ortaya konur "Hepiniz Adem'in oğullarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır. İnsanlar babaları ve dedeleri ile övünmekten vazgeçsinler. Çünkü onlar Allah nazarında küçük bir karıncadan daha değersizdirler."

[8]

Hz. Peygamber (s.a.s) insanların aynı kökten geldiklerini ve üstünlüğün yalnız takva ile ölçülebileceğini belirtmekle yetinmeyerek Allah'ın insanları ırklarına göre değerlendirmeyeceğini de ısrarla vurgular. Bir hadislerinde "Allah kıyamet günü sizin soyunuzdan-sopunuzdan sormayacaktır. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanınızdır." buyurmuştur.

Aynı anlam diğer bir hadiste de şöyle dile getirilir: "Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalblerinize ve amellerinize bakar.”2  

Bütün bu gerçek ve uyarılar karşısında ırkçılık davası güden kişinin müslümanlık iddiasının bir anlamı yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s), "ırkçılık davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir" buyurarak böyle bir kişinin yerini tespit etmiştir.3  

Eğer Peygamber efendimizin (sav) ve halifelerinin ısrarlı tutumları olamasaydı, bu güzel ilke tez zamanda bozulabilirdi. Nitekim, Müseylemetü'l Kezzap yalancı peygamber olarak ortaya atılınca, kabilesinden bir adam şöyle demiştir: "Biz, Müseyleme'nin yalancı olduğunu biliyoruz. Fakat Rabî kabilesinin yalancısı, elbette Mudar kabilesinin doğru söyleyeninden daha iyidir."4 

İşte ırkçılık budur. Yani ırkçılık, zalim de olsa, haksız da olsa, yanlış da olsa, suçlu da bulunsa her halükarda ırkdaşını desteklemek, sahiplenmek ve üstün tutmaktır. Bile bile yalanın ve yanlışın üstüne gerçek gibi oturma yani. Bu yüzden ırkçılığa “ahmaklık ve aptallık” diyoruz. Başka sebepleri de vardır bunun. Yeri geldikçe göreceğiz inşallah.

İşte bu taassubu kırmak için, kısmen Hz. Osman dönemi müstesna tutulursa halifeler bilerek kendi aile ve akrabalarını, hatta kabilelerini devlet yönetiminden ve görevlerinden uzak tutmuşlardır. Özellikle ilk iki halifenin bu konudaki uygulamaları, hayret verici ve nerdeyse, "eşitlik ilkesini tersinden bozmuşlar" dedirticidir.

İslâm’ın insana sunduğu sadece hukuk açısından “yargıda eşitlik” değildir. Devlet yönetiminde olduğu gibi, devletin sunduğu her türlü imkanlardan da edinim açısından insanlar eşittirler. Buna “fırsat eşitliği” de diyoruz. Sosyal adalet ve dengenin sağlanması, barış ve huzurun temini, asayiş ve emniyetin korunması, suç ve terörün önlenmesi için eğitimden ekonomiye kadar her alanda imkan ve fırsatlardan faydalanmada eşitlik sağlanmalıdır.

Kanun önünde eşitlik ve adam kayırmanın yasak kılınması ilkesi başta olmak üzere anlatılan bu fırsat ve imkanlarda eşitlik meselesi, doğrusu çok yakın zamanlara kadar dünyanın en önemli sorunlarından biri olmuş, hatta 20. asrın başlarında, insan hakları bildirgelerine girmesine rağmen, uygulamada geçerlilik sağlanamamıştır. Bugün insan hakları evrensel beyannamesine imza atmış birçok ülkeler, birçok sorunun, zulmün, kan ve gözyaşının kaynağını oluşturmaktadır. Daha düne kadar Kuzey Afrika'da ve Amerika'da zenci-beyaz çatışmaları sürerken, hatta bugün dahi üstü örtülü devam ederken, İslâm daha başlangıcında, peygamberimizin ifadesiyle, "Habeşli bir zenci"ye bile devlet başkanı veya başka bir idareci olma fırsatı veriyor ve yasal zeminde kaldıkça ona itaatı emrediyordu.1

Eşitlik esasının bir başka boyutu da, yöneten ve yönetilenlerin kanun önünde eşit olmalarıdır. Şer'i düzenlemeler, buradaki emir ve yasaklar herkese uygulanır. İdareciye bakış açısı şöyledir: O, mü'minlerden biridir. Mü'minlere helâl kılınanlar, O'na da helâl kılınmış, haram kılınanlar O'na da haram kılınmıştır. Öyleyse yönetenin yaptığı işler eleştirilebilir, onlardan dolayı sorumlu tutulabilir veya muhalefet edilebilir.

Çağımızda bile bu seviye yakalanamamıştır. Mesela mevcut anayasada devlet başkanı vatana ihanetin dışında icraatlarından sorumlu değildir, yargılanamaz. Bu dokunulmazlık hakkı sadece onda kalsa neye, ama devletin üst düzey bürokratlarının da böyle dokunulmazlıkları vardır. Hele bir “memurin muhakemat kanunu” var ki, evlere şenlik. Devlet izin vermezse, memur hakkında dava açılıp yargılanamıyor. İşte bu da devlet içinde derin yapılanmaların ve suç örgütlerinin oluşmasına sebep oluyor. Bu yapı bumerank gibi bir müddet sonra dönüp devleti vuruyor.

Maalesef insan fıtrat ve cibiliyetinde, bedeninin kökleri ve ruhunun derinliklerinde iyiliklere olduğu kadar kötülüklere de, bu arada ırkçılık ve üstünlük taslamaya karşı da büyük bir meyil ve muhabbet vardır. Adil bir imtihanın gereği de bu değil midir? İnsan, hayatını yaşarken muhtaç olduğu bu duygu ve huyların enerjisini, alması gereken eğitim ve terbiye süreciyle, olumsuzluklardan olumluluklara yönlendirecek, kendini düşürecek ve mutsuz kılacak duygu, düşünce, güdü ve huylardan kurtulacak, mutlu bir hayat için fıtratına konan o özellik ve güzelliklerden yararlanacaktır. Yani bir yerde kötü huy, duygu, güdü, heves ve şehvet yoktur. Yaratılışımızda var olan bunların hepsi de bu hayat için gereklidir. Ama bunlar iyiliğe de kötülüğe de yönlendirilebilir. İşte iman, bilgi, eğitim ve terbiyenin amacı, bu iyiliğe yönlendirmeyi başarılı kılmak, kötülüğe yönlendirmeyi de engellemeye çalışmaktır, yani bunda başarılı olmaktır.

Bu yüzden gerek tarihin inkar devirlerinde, gerekse İslam’ın doğuşunda bir çok yerde olduğu gibi Araplarda ve Kureyşlilerde de çok çirkin, çok kaba bir ırkçılık vardı. Arap olmayanlarla, hatta Arabın fakirleriyle bile oturamayacak kadar gururlu ve kibirli insanlar vardı. Kur’an-ı Kerim bu olaylardan örnekler sunarak insanları uyarmış, hatta Abese Suresinin hemen başında Sevgili Peygamberimiz (sav)’in bile dikkatini çekmiştir. Hikaye meşhur olduğu için anlatmayalım.

Buradan şunu anlıyoruz ki, eğer vahiy yoluyla ilahî yönlendirmeler olmasa, insan ne kadar erdemli olursa olsun, duygu, güdü, heves, istek, hırs ve şehvetlerini doğru yönlendirmede tam başarılı olamaz. Bu sorunları halletmenin yolu mutlaka dinden geçmelidir. Bu yüzden İslam Dini, insanlık için asla vazgeçilemezdir, birey ve toplum için olmazsa olmaz bir vaziyettir.

Madem gerçek budur, öyleyse eğer yeryüzünde fitne ve fesat olmasın, bozgunculuk kalmasın, kaos ve kargaşa yaşanmasın istiyorsak, orada İslam’ı hakim kılmak mecburiyetindeyiz. Bu bizim için hem ilahî bir görev, hem bir mutluluk şartı, hem de bunu tanımayan, dolayısıyla istemeyerek cahilliğine kurban gidenlere büyük bir hizmettir, ikram ve iyiliktir.

Bu ilahî bir görevi hatırlatan yüzlerce ayetten “iki şahit mahkemede yeter” kuralınca sadece ikisini yazalım isterseniz.

“Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz:   İyiliği yayar, kötülüğü önlemeye çalışırsınız, çünkü Allaha inanırsınız.”

[9]

Hz. Muhammed ümmetinin ayrıca özelliği: Tevhid, iyiliği yayma ve kötülüğü önleme olarak bildirilip bu itibarla en hayırlı ümmet vasfını kazandığı vurgulanıyor. Görevlendirme de çok açık: “insanlar için çıkarılmış”.

İyilik diye çevirdiğimiz ma'ruf: İslam’ın ve aklın meşrû ve makbul saydığı şeydir. Kötülük, yani münker ise: İslam’ın ve aklın gayri meşrû, çirkin ve kötü saydığı şeydir. Bu iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme görevi, yalnız yöneticilerin değil, imkânlarına göre bütün müminlerindir. Hayırlı ümmet olmak için, çoğunluğun bu vasfı taşıması gerekir. Nitekim az önce geçen Al-i İmran 104. ayet bunu ifade eder:

“Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önlemeye çalışan bir topluluk bulunsun.  İşte selâmet ve felahı bulanlar bunlar olacaktır.” Ehl-i Kitabın kınanmasının sebebi, çoğunluğun kötü tarafta yer alıp, az olan iyilerin de bu görevi terketmeleri idi.

[10]

İkinci şahidimiz ise şu ayettir:

“Bu işkence ortadan kalkıp din ve itaat yalnız Allaha ait oluncaya kadar onlarla savaşın.  Eğer inkârdan ve tecavüzden vazgeçerlerse, bilin ki zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”

[11]

Buna çok benzediği için şu ayeti de görelim derim:

“Dünyada fitne kalmayıp din, tamamen Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer fitneden vazgeçerlerse, onları bırakın.Allah zaten onların yaptıklarını hakkıyla görmektedir.”

[12]

 


[1]

Hucurat, 13; karş.  Yunus , 19 ; Nisa, 1; A'raf, 189 

[2]

İsra, 70

[3]

Bkz. Hucurat, 13.

[4]

Hucurat, 10.

[5]

Aclunî, Keşfü'l Hafa, hn: 2847

[6]

Ahmed, Müsned, 5/411

[7]

Rudanî, Cemu’l Fevaid, 2/160 (3634)

[8]

Tirmizi Tefsir sure, 49.

2 Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9

3 Müslim, İmare, 53, 54, 57

4 Mevdudî, a. g. e. s. 112

1 Buhârî, Ahkâm 4, Ezân 54, 56

[9]

Al-i İmran, 3/110

[10]

Bkz. Ayetin mealine Suat Yıldırım’ın düştüğü not.

[11]

Bakara, 2/193.

[12]

Enfal, 8/39.