İslamcılık

İslamcılık, İslamlığı inanç, düşünce, ahlak, siyaset, idare ve hukuk bakımından hayata hakim kılmak, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek İslam ülkelerini batı karşısında geri kalmışlıktan kurtarmak amacına yönelik bir çözüm arayışları sunan bir düşünce akımıdır. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı aydınları tarafından dile getirmeye ve tartışılmaya başlanmıştır. [1]

İlk defa yeni Osmanlı'lar arasında gündeme gelen bu ideoloji, II. Abdulhamit döneminde faydacı bir politika unsuru olarak değerlendirilmiş, ikinci meşrutiyetten sonra ihya ve ıslah çizgisinde bir İslam düşüncesi şeklinde takdim edilmesinin yanında alternatif ve modernist bir toplum ve devlet yönetimi projesi olarak cumhuriyetin kuruşuna kadar varlığını sürdürmüştür.

Cumhuriyet döneminde bu hareketin giderek ilmi ve kültürel bir ilgi alanı haline dönüştüğü, 1960lardan itibarende adlandırma aynı kalsa bile mahiyet değişimine uğrayarak yeni bir popüler kimlik kazandığı görülür. Yeni Osmanlılardan itibaren İslamcılık hareketi içerisinde yer alan aydınların ilmi ve fikri faaliyetleri hukuktan sanat ve edebiyata kadar birçok alanda farklı bir çizgi ve literatürün oluşmasına yol açmıştır.

[2]

İslamcılık düşüncesinin çıkışında yerli sebeplerden ziyade diğer düşüncelere karşı bir reaksiyon vardır denilebilir. Aslına bakarsanız  bir “İslam Devletinde” “İslamcılık” akımı gereksizdir. Çünkü İslam devlet ve toplum hayatında zaten yaşanan vaziyeti ele alan bir din ve bir nizamdır.

Devletin başında İslam halifesinin bulunduğu ve şeriat kanunlarının hakim olduğu bir devirde böyle bir cereyanın gereksiz olduğu açıktır. Ancak görünen odur ki bu devlet tehlikeye girmiştir, dağılmak, parçalanmak ve yıkılmak üzeredir. Kurtuluş için yabancı reçeteler ileri sürülmektedir. Dolayısıyla İslam’ı her cihetten hakim kılmak için çalışmak demek olan İslamcılık fikrinin gereği ortaya çıkmıştır. Anlaşılan odur ki İslamcılık akımı meşrutiyetten sonra bir “nefis müdafası” olarak zarureten ortaya çıkmıştır.

İslamcılık fikrinin oluşumunu hazırlayan sebepler şu şekilde ifade edilebilir. 19uncu yüzyılda Müslümanlar eğitim, bilim ve teknoloji alanındaki geri kalmışlıktan kurtulmak için bir taraftan batılı bilim ve teknolojisini Alman'ın gerekliliği üzerinde dururken diğer taraftan batının pozitivist ve materyalist kültürüne karşı kendi inanç ve geleneklerini koruyup geliştirmek amacıyla bir dönüşüm ve değişim içerisine girmişlerdir. Bunun sonucunda ortaya çıkan kültürel canlanma bu hareketlilik İslamcılığın entelektüel zemini oluşturmaktadır.

İkinci bir sebep de, tanzimat tecrübesi ve bilhassa ıslahat fermanının getirdiği Müslüman gayr-i müslim eşitliğinin sebep olduğu toplumsal huzursuzluk sürecinde kendilerini devletin sahibi telakki eden Müslümanlar artık “millet-i hakime” statülerini kaybedecekleri endişesiyle itirazlarını dile getirirken, aynı zamanda yapılanları şeriattan sapma olarak değerlendiriyor, buna karşı dine sıkı sıkıya sarılmak gerektiğini söylüyorlardı. Bunun yanısıra tanzimat dönemi boyunca hem eşitlik politikalarının, hem de yenileşme çabalarını gereği olarak özellikle hukuk düzeninde yapılan değişiklikler ve Avrupa'dan iktibas edilen kanunlar, halkta dini hassasiyetin gelişmesine ve İslamcı tepkilere kaynaklık etmiştir.

Yine 19. yüzyıl ortaları, Avrupa devletlerinin sömürge siyasetlerinde köklü değişikliğe giderek İslam ülkelerinin doğrudan işgal ve ilhakı ile hakimiyetlerini tesis etmelerinin ivme kazandığı dönemdir. Endonezya, Orta Asya ve Hindistan bu süreci yaşadı. Bunun üzerine sömürge durumundaki Müslümanlar Osmanlı devletinden yardım talep ettiler. Hilafet telakkisinden güç ve ilham alan bu yöneliş Osmanlı aydınlarının dikkatlerini sınır ötesi İslam dünyasının gerçeklerine çevirdi ve bu yöndeki gelişmeler giderek dünya İslam dayanışması fikrinin olgunlaşmasını sağladı.

Bu zamana kadar aralarında ciddi bir organizasyon bulunmayan İslam milletleri birleşik bir güç oluşturabilirlerse Avrupa'nın ilerleyişini durdurulabilecekti. Bu birleşmenin nasıl gerçekleşeceği meselesi dinin milli ve milletler arası siyasette aktif rol üstlenmesiyle, dinin temel kavram ve amaçlarının buna uygun yeni bir içerik kazanmasıyla, yani sonuçta dinin ideolojiye dönüşmesiyle halledilecekti. İslamcılık ilk defa bu süreci ve dönüşümü temsil eden ve siyasi niteliği ağır basan bir tez olarak ortaya çıktı.

[3]

Bu düşünceye göre toplumu bir arada tutan temel faktör dindir. Hangi ulustan olursa olsun, bütün Müslümanlar İslam Devleti ve Halifenin etrafında toplanmalıdır. İslamcılık, özellikle II. Abdülhamit döneminde çok konuşuan ve kendisinden istifade edilen düşünce akımlarından biridir. II. Abdülhamit, İslamcılık politikasıyla herşeyden önc Balkanlardaki etnik grupların devletten kopmalarını engellemek istiyordu.

İslamcıların temel görüşlerini şöylece özetleyebiliriz: 19. yüzyıla hemen her alanda batılı devletlerin ağır baskısı altında giren İslam dünyasında Avrupa'nın sömürgeleştirme hareketine karşı koyabilmek ve İslam toplumunun batı karşısında gerilediğini hissettiği alanlarda gelişmesini sağlayabilmek için “Dünya İslam Birliği” fikri geliştirildi. İslam'ın özünde varolan birlik ve kardeşlik ruhunun Osmanlı'nın temsil ettiği hilafet kurumu etrafında modern anlamda siyasi ideoloji olarak formüle edilmesi tanzimat döneminin aydınları olan yeni Osmanlı'lar tarafından gerçekleştirilmiştir. Batı'nın Osmanlı İmparatorluğuna ve öteki Müslüman ülkelere uyguladığı politikaları engellemenin tek yolu "İttihad-ı İslam", yani “İslam birliği”dir.

Bilindiği gibi İslam yalnızca bir inanç değil, aynı zamanda bir devlet, idare, iktidar ve kanun dinidir. Bunun için İslam, kendi toplumunun dünya hayatına kendi kanunlarıyla bir düzen vermesi, bir sistem kurması gerekir.

Bu yüzden İslamcılar, devlet içinde şeriata uygun olmayan kanunların kaldırılmasını istiyorlardı. İslam'a göre iki türlü vatan vardır. Birincisi İslamî kanunların hakim olduğu İslam ülkesi, ikincisi İslam kanunlarının hakim olmadığı harp ülkesi. Harp ülkesi diyoruz, çünkü Müslümanlar İslam'ı hakim kılmak için onları İslam’a davet etmek mecburiyetindeler. Kabul etmezlerse, en azından İslam Devletinin hakimiyetini kabul etmelidirler. Çünkü bu dini daha ötelere götürüp tebliğ etmek Müslümanların vazifesidir. Eğer “daru’l harp”te yaşayanlar bu şartı da kabul etmezierse, tebliğ amacını gerçekleştirmek için Müslümanlar onlarla savaşmak mecburiyetindedirler. Cihat bunun içindir.

[4]

Devlet yönetiminde İslami kanunlara uygun hareket edilmediği zaman yöneticiler uyarılar ve İslam'ı uygulamaya davet edilir. Halife yani İslam Devlet Başkanı, hak yolundan ayrılırsa kendisini iktidardan indirerek İslam kanunlarını yürürlüğe koymak gerekir. Devlet Başkanı İslam şeriatını uygulamadan sorumludur. Bununla beraber İslam cumhuriyetçi ve halkçı bir dindir. Devlet başkanı seçimle iş başına gelir. Padişahlık ve veliahtlık sistemi İslam’a aykırıdır. Daru’lİslam’da bütün Müslümanlar kardeştir. Gayr-i Müslimlerin hak ve hukuku korunmuştur. Hıristiyanlarda olduğu gibi dini kendi sultası altında tutan ruhanî bir sınıf tanımaz. İslami ilkeler ile İnsan Hakları evrensel beyannamesi büyük ölçüde uyuşur. Yeryüzünde İslam'ın uygulanması için güçlü bir İslam devletinin olması gerekir. Bu bütün Müslümanların sorumluluğudur.

İslamcılar, Batı'nın Osmanlı'ya göre ilim ve teknikte çok ileride olduğunu kabul ediyorlardı. Vaziyet iyi değildi. İmparatorluğun çöküş durumu söz konusuydu. Ne var ki Doğuyu yenen Batı yalnızca ilim ve teknikte üstün olan Batıdır. Bize düşen bunlar karşısında güç, kuvvet hazırlayarak aynısı veya daha üstün ilim, teknik ve silahlarla bunlarla mücadele etmek, hatta manevi bakımdan çöküntü halinde olan batıyı da kurtarmaktır.  Zira Batı'nın ahlakı bizden daha ileri değildir. Onların ahlakının ve yaşantısının taklit edilmesi yanlıştır. Batının dünyevi ilimleri ve tekniği alınmalı, ama taklitçilik olmamalı, işin künhüne vakıf olunmalıdır. .

[5]

Geri kalış ve mağlubiyet sebepleri iyi tespit edilmelidir. Bunun sebebi Batıcıların iftira ettiği gibi İslam dini değildir. Belki İslamiyet, bilime ve yeniliklere açık bir dindir. Bu yüzden Batı'nın bilim ve teknolojisi alınmalıdır; bunda bir sakınca yoktur. “İlim ve hikmet Müslümanın yitiğidir, nerde bulursa alır.”

İslamcıların batı karşısındaki tavrı basittir: “Batının bilgisini alırız, ahlakını almayız.” Hal böyle olunca İslamcılar, Batının ilmiyle beraber ahlakını, yaşayışını, düşünce ve kurumlarını almaya taraftar olan Batıcıları fikren sapık ve din açısından kafir sayıyorlardı. Türkçülerin dini tanımayan kısımları ile de hesapları kesindi. Onları da batıcılardan ayırmayarak fikirleri üzerinde konuşmaya bile lüzum görmüyorlardı.

Bizim asıl konumuz ırkçılık olunca İslamcıların bu konudaki tavrını biraz daha yakından görmemiz sanırım yersiz olmayacaktır. Onlara göre “İslam Birliği” için, İslam ümmetinin birliği için en zaralı fikir kavmiyetçilik, milliyetçilik, ırkçılık iddiasıyla onu parçalara ayırmaktır. Bundan büyük bir suç olamayacağını söyleyen İslamcılar, hali hazırda bu birliğin mevcut olmadığını gördükleri için, onu gerçekleştirme çareleri arıyorlardı. Bunun için bir yandan memleket içinde onların “kavmiyetçilik, ırkçılık” dedikleri “milliyetçilik” fikriyle savaşarak, bir yandan da dışarda İslam Birliğini sağlayacak yardımcılar arayarak bu davalarını gerçekleştirmek istiyorlardı. 

Belki ilkinin tehlikeli hücumlarını atlatmak kolaydı. Fakat ikincisi için pek güç ve imkan sahibi değillerdi. Zira İslam aleminin büyük bir kısmı İngiliz, Fransız, Hollanda, hatta Portekiz kolonisi idi. İslamcılar için, hürriyetleri olmayan kavimleri özgür kılma ve birleştirme çok arzu ettikleri tatlı bir idealdir.

Sadece Türkçülere değil, İslamcıların Arap, Arnavut Çerkes ve diğer ırkların Müslüman isimli ırkçılarına karşı tavırları da aynıydı. Onları da “Osmanlı vatanını parçalayan ve İslam kardeşliğini yaralayan hainler” olarak telakki ediyorlardı.

Ancak İslamcılar kendilerine çok yakın buldukları dindar Türkçüleri müsamaha ile kabul ediyor ve onları kazanarak şeriata aykırı olmayan bir yola sevketmeye çalışıyorlardı.

[6]

Osmanlı aydınları arasında milliyetçiliğe karşı en sert ve olumsuz tepki veren fikir adamları “İslamcılar” olmuştur. Babanzade Ahmed Naim, bu konuda “İslam’da Davay-ı Kavmiyyet” diye kitap yazan bir müelliftir. Mehmet Akif Ersoy, burada örneklerini verdiğimiz muhteşem şiirlerin yazarıdır. Sait Halim Paşa bu alnda fikir ve eser sahibidir. Said Nuraî ve Atıf Hocalar, kitaplarıyla batıcıların ve milliyetçilerin karşısında abidevi duruş sergileyen mücahitlerdir. Bu ve emsali gibi şahıslar başta olmak üzere İslamcılar milliyetçiliği, Osmanlı Devletine ve Müslümanlara zarar veren bir Avrupa hastalığı (Frenk İlleti) olarak algılamışlar ve Müslümanları şiddetle bundan men etmeye çalışmışlardır.

İslamcı yazarların metinlerini okuduğumuz zaman neden onların milliyetçiliğe karşı olduklarını üç nokta halinde özetleyebiliriz:

1) Milliyetçilik denen şey, aslında İslam nazarında kavmiyetçilik ve ırkçılıktan ibarettir. İslam, ilke olarak sadece etnik ve kavmî bağları esas alan birliktelikleri ve bunu propaganda eden anlayışları yasaklamıştır. İslamiyet, insanlık tarihinde köklü bir devrim yaparak kabile ve kavmiyet bağlarının kuvvetli olduğu dönemleri arkada bırakarak farklı etnik ve ırkî unsurlardan oluşan Müslümanları kardeş kılmıştır. Bu din kardeşliği bağını reddetmek ve eski topluluk temellerine dönmek, Cahiliye çağına ve onun asabiyet ruhuna geri dönmektir.

2) Milliyetçilik ilke olarak İslam’ın kardeşlik ve ümmetçilik değerleriyle bağdaşmadığı gibi farklı din ve etnisitelerden oluşmuş bulunan Osmanlı İmparatorluğunu da parçalayacak tehlikeli bir fikirdir. Avrupa menşeli olan bu fikir, aynı zamanda Avrupa’nın “böl yönet, parçala yut” politikalarına hizmet etmektedir.

3) Türkçülerin uğrunda mücadele ettikleri “Pantürkizm” bir ütopyadır. Osmanlı’nın parçalanma sürecine girdiği ve güç kaybettiği bir aşamada mucitleri daha çok ecnebî olan bu ideali gerçekleştirmek ham bir hayaldir. “İslam Birliği”, bir başka deyişle “Panislamizm” (hiç sevmediğim bir kavramdır) ideali, hilafetin hâlâ yaşadığı bir dünyada, “Pantürkizm” fikrinden daha gerçekçidir. Müslüman uluslar uyandırılarak ve cihad ruhu diriltilerek Avrupa sömürgeciliğine karşı daha etkin bir mücadele verilebilir.

[7]

İslamcılar her ne kadar milliyetçiliğe Cahiliye düşüncesi ve hareketi gibi bakmışlarsa da kimi dindar Türkçüleri müttefik bir grup olarak değerlendirip onları tümden dışlama yoluna gitmemişlerdir. Onları “halis Türkçü” ve “İslamcı Türkçü” olmak üzere iki grup halinde ele alarak, ilk grubu yoldan çıkmış görürken, ikincileri ise hâlâ öğüt almaya müsait ve dolayısıyla ikna edilmesi gereken bir grup olarak değerlendirmişlerdir.

Bu açıdan Osmanlı’da milliyetçiliğe karsı iki farklı tepki verildiği söylenebilir. İlki, İttihad ve Terakki Partisi’nin ikinci döneminde fikri çizgisini ifade eden ve bu örgütün ideologu olarak sayılabilecek Ziya Gökalp’ın “harsçı milliyetçiliği”, ikincisi de Yusuf Akçura’nın dillendirdiği ırka dayalı “milliyetçilik, Türkçülük” fikridir. Bu gelenek bugün de “Hilalciler/ Bozkurtlar” şeklinde devam etmektedir.

Sonuçta İslamcılar milliyetçiliği İslamî değerler temelinde yargılamış ve İslam’a aykırı bularak mahkûm etmişlerdir, bu düşüncenin toplumsal, siyasal ve kültürel yönden getireceği zarar ve olumsuzluklara değinmişlerdir.


[1]

Mümtaz’er Türköne, TDV İslam Ansiklopedisi, “İslamcılık” md. XXIII. 61.

[2]

Bkz. Mümtaz’er Türköne, TDV İslam Ansiklopedisi, “İslamcılık” md. XXIII. 61.

[3]

A.y.

[4]

Bkz. Cemal Nar, İslam’da Devlet Ve Siyaset; Cemal Nar, Cihat Ve Zafer Şartları

[5]

Hilmi Ziya Ülken, Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi, s.308 vd.

[6]

Bkz. M. Ertuğrul Düzdağ, age. S.18-19. Bediuzzeman Said Nursi’nin de bu yöndeki çabalarını görmüştük. İleride bir münasebetle bu görüşler tekrar dillendirilecektir.

[7]

Bu yazarların fikirlerini derli toplu okumak için bkz. M. Ertuğurul Düzdağ, Türkire’de İslam ve Irkçılık meseleri. Yine bkz. Kadir Canatan,, a.g.m.