Türkçülük

Kabul edilen anlayışa göre millet, ortak tarih ve ırk, dil, kültür ve din gibi müşterek değerlere dayanan özel bir topluluktur.

Bu millet anlayışı, daha çok Avrupa ülkelerinde geçerlilik kazanmıştır. Bu tanımdan anlaşılacağı üzere millet, gelişigüzel oluşmuş bir varlık değildir. Her şeyden önce o, tarihsel ve kültürel bir olgudur. Bu sebeple bu milliyetçilik biçimi “kültürel milliyetçilik”, kültürel milliyetçiliğin tanımladığı millet ise “kültür milleti” olarak adlandırılmıştır.

Kimilerine göre de bir milleti millet yapan şey, farklı etnik ve ırksal kökenlere sahip olsalar bile tarihsel olarak geliştirilmiş bir aidiyet duygusu ve müşterek bir kader birliği fikrine sahip olmaktır.

Şu veya bu, bir kısım ortak değerlere ve kriterlere atıfta bulunan Batının acı meyvesi milliyetçilik, bu ortak değerlere sahip olmayan kişi ve grupları milletin dışında görür ve hatta onları dışlamaktan kaçınmaz. Çünkü millete ait olmayan unsurlar yabancı, azınlık vs. olarak karşılanır ve bunlara eşit haklar tanınmaz. Azınlıklar için çözüm diye dayatılan, ya eşitsiz konuma razı olmak ya da zamanla millet içinde asimile olarak geniş topluluğun bir parçası haline gelmektir.

Milliyetçilik - Türkçülükle ilgili çalışmaların geçmişi Tanzimat dönemine kadar uzanır. Türtçülüğü ilk kımıldanışları üzerinde bazı dış tesirlerin rolü olmuştur. Türkologların Türk dili ve tarihine dair eserlerin okunması Türklüğü geliştiriyordu. İngiliz Rus siyasi gerginliğinden çıkan olayları da bu arada hatırlamalıdır. “Turan” kelimesi ilk defa Macarlar tarafından 1839 da Türk kavimlerine kök araştırma yolu olarak kullanılmıştır. Budapeşte'de Turan cemiyeti ancak 1911de kuruldu. Türkiye'nin umumu peki havası ise bu yeni kavramın girmesine uzun zaman elverişli olmadı.

[1]

Tanzimat dönemine kadar Türk sözünden yalnız Osmanlı Türkleri anlaşılıyordu; Tanzimat devrinde Türk kelimesinin anlamı birdenbire genişledi ve "Türk" sözü dünyadaki bütün Türkler için kullanılır hale geldi. Türkçülük düşüncesi de sadece Türkiye'de yaşayanları değil, dünyanın her yerindeki Türkleri kapsayan, bütün Türklerin fikrini canlandırmaya çalışan bir hareket oldu. “Türk” sözünün anlamı genişleyerek, yalnız Osmanlı Türkleri için değil, dünyada çeşitli adlar altında yaşamış, devlet kurmuş ve yaşayan bütün Türkler için, hatta o zaman Türk olmaları tartışılan Moğollar için dahi kullanılmaya başlanmıştır.

Yukarıdan beri yazılanlar açısından bakıldığıda genelde bütün milliyetçilik, özelde de Türkçülük için hemen iki tespiti  yapmak mümkündür:

Birincisi ve önceliklisi bu fikir yerli ve bizden bir düşünce akımı değildir. Batıdan gelmiştir, bize yabancıdır, dinimize, örf ve adetlerimize, medeniyet telakkimize, insanlık anlayışımıza terstir.

İkincisi, bu düşünce bizim gibi birçok ırkî unsurdan oluşmuş büyük devletler ve milletler için daha işin başında bölünme ve parçalanmayı gerektiren fevkalade tehlikeli zararlı bir fikir akımıdır. Bizim için bölünme ve parçalanmamıza sebep olan bir düşünce ve davranıştan daha tehlikeli ne olabilir?

İslamcılar Türkçülere şiddetle karşı çıkmışlardır. Bunun iki büyük sebebi vardır. Birincisi ırkçılığın haram olması ve ümmeti parçalama düşüncesidir. İkincisi ise Türkçülerin İslam öncesi putperest, müşrik, kafir Türklere de “örnek kahramanlar” diyerek sahip çıkmaları ve sevmeleridir. Mete Han, Oğuz Kağan, Cengiz Han, Hülagu vs. Fakat

Türkçülük hareketinin Osmanlı toprakları dışında büyük fikri faaliyetleri de vardı. Bunlar Anadolu'daki Türküleri de etkiliyordu. Bu bizim konumuzun dışında olduğu için bu fikir hareketlerine girmek istemiyoruz.

Evet, Batıda dalga dalga yayılan bu “Milliyetçilik” düşüncesi sonunda ilk olarak Osmanlı Devlet’inden kopan gayr-i müslim milletler kendi milli devletlerini kurmuşlardır. Bu anlamda milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına ve Yunanlılar başta olmak üzere Sırplar, Romanyalılar ve Karadağlılar gibi ulusların kendi ulus devletlerini kurmalarını ifade etmektedir.

Milliyetçilik, Avrupa’da bir bütünleşme çerçevesi olarak gerileyen din ve kilise kurumuna bir alternatif olarak doğmuştur denilebilir. Bir yandan Avrupa’da Protestanlık etkisiyle beliren dinî hayattaki çeşitlilik, diğer yandan da ilerleyen bilim ve akılcılık dinin toplumsal etkisini azaltmaya ve dolayısıyla hem siyasal hem de toplumsal anlamda laikleşme ve sekülerleşmeye yol açmıştır.

Fransız Devrimi, siyasal anlamda milliyet fikrinin devrimci bir ifadesi olarak sivrilmiş ve dine dayalı olmayan “laik” bir devlet ve rejim tipini ortaya koymuştur. Dolayısıyla gerileyen din ve din temelindeki bütünleşmenin yerini millet ve milleti kendisine dayanak olarak alan milliyetçilik ve milli devlet olgusu almıştır. O halde milliyet-millet-milliyetçilik ve milli devlet gibi kavramlar, dinden boşalan toplumsal ve siyasal boşluğu dolduran kavramlardır. Din ile kavgalı olmaları da bu açıdan bakıldığında tabiîdir.

[2]

Bizde “Milliyetçilik” düşüncesinin “Türkçülük” şeklinde tezahürünün asıl gerekçesi şudur: “Osmanlı milletinin esasını Türkler teşkil eder. Devleti Türkler kurmuş ve korumuştur. Buna rağmen Türkler devlet içinde gereken ilgiyi görmemişler, hatta küçümsenmişlerdir. Üstelik Osmanlı milletini teşkil eden diğer ırklar bizden önce ırkçılık yapmaya başladılar. Bizim de sonuçta aynı düşünceye yönelme hakkımız vardır.

Bunu biraz daha açarsak milliyetçilerin bahanesini daha yakından görmüş oluruz: “Bizi bu davaya sevkeden şey Türklerin dışta ve işte maruz kaldığı tehlikelerdir. Bu zamana kadar devleti korumak için canımızla, malımızla mücadele ettik, savaştık. Sonunda bir zayıf düştük.

[3]

Bu fedakarlığa karşılık aynı vatanda yaşayan Müslim veya Gayr-ı Müslim kavimlerden daima en çok zarar, ziyan, eziyet ve cefa gören, gönül kırıcı muameleler gören biz olduk. Artık yeter, biraz da kendimiz için çalışalım.

İslam bağı bizi diğer milletlerle birleşmeye zorluyor. Halbuki şimdi biz kendi derdimizle uğraşmalıyız. Üstelik İslam dedikçe Batı’nın sillesini yiyoruz. Belki İslam'dan başka bir dava ile ortaya çıktığımız zaman vatanın işgali tehlikesinden de kurtulmuş olabiliriz. Bundan sonra “Allah yolunda cihad” diyerek Avrupalılarla savaşmamız da gerekmez.

[4]

Üstelik bu cereyan Avrupa'dan kopup gelen coşkun bir seldir, bunu durdurmak, bize de geçmesine mani olmak mümkün değildir. Çağdaşlaşmak ihtiyacı açıktır. Biz Batı toplumlarından kopamayız. Bu yüzden onların kanunlarını almalı, yaşam biçimlerini taklit etmeliyiz.. Bunun başında da laiklik gelir. Zaten Osmanlı Devleti'nde yaşayan bütün unsurlar kendi kavimlerinin ırkçılığını yapıyorlar. Meyvesini de deşirdiler. Milliyetçi olmayan, sadece biz kaldık. Biz de “milliyetçi” olalım ve “Büyük Türk Birliği” idealinin faydalarını devşirelim.

Bundan sonra “İslam birliği” yerine “Türk birliği” davasını gütmeliyiz. “Adriyatikten Çin Seddi’ne kadar” bütün Türkler'i bir bayrak altında toplamak insanı heyecandan titreten bir dava olmalıdır.”

Bu ifadeler hem doğru değildir, hem de kendi içinde çelişkilidir. Savaşlardan mağlubiyet ile çıkmış ve çok büyük zayiatlar vermiş, kırılmış askeriyle seferden ve savaştan bıkmış usanmış ve bu yüzden onların ifadesi ile “Allah yolunda cihadı terk etmiş” bir devlet ve ordu, nasıl oluyordu da, çok çeşitli devletlerin topraklarında yaşayan Türkler'i birleştirmek için, yeniden büyük bir savaşı göze alabiliyordu? Mümkün müdür bu?

Şurada burnunun dibindeki Müslüman kardeşini kendisine “tehlikesi dokunabilir” bahanesi ile tanımaya korkan, ordusunun çoğu yıpranmış, yok olmuş ve yorgun düşmüş bir millet ve devlet, nasıl olacak da Orta Asya'nın bozkırlarında veya Sibirya’nın soğuğunda savaşacak? Hangi Türkü bulabilecekti o büyük coğrafyada savaşacak ve esir Türkleri kurtaracak?

Bu sözlerin hakikatle hiçbir alakaları yoktur. Bunlar olsa olsa savaşlardan ve mağlubiyetlerden yorulmuş ve bıkmış mağrur bir insan topluluğunun perişan ve mağlup ruh halidir.

Bununla beraber dindar milliyetçiler da var. Onlara göre de “Müslümanlık maalesef, milletin içinde yanan bir ateş olmaktan çıkmış, onları heyecana getiremez, hareket ettiremez hale gelmiştir. Bundan sonra hiç olmazsa Türklük gurur ve şuuruyla onları harekete geçirmeli ve canlandırmalıyız.”

Bu kadar saçmalık olamaz. Bizim ecdadımız asırlardır o cepheden bu cepheye hep “i’layi kelîmetullah için nizam-ı âlem” diyerek koştu. Son savaşta bile “Allah için” hareket ediyordu. Bitik bedeni o iman sürüklüyordu. O olmasa parmağını kımıldatacak halde değildi. Sen kalkmışsın, bu imanı atıp yerine “Türklük gurur ve şuuru” koymakla bu insanları çoşturacaksın?

Bu sözler, kendi milletini hiç tanımamak demektir. Bir insan için bundan büyük ayıp mı olur?

Bir de şöyle söyler bu Türkçüler: “Bizim Türkçü olmamız, başkalarını küçük görmemize sebep olmaz. Onlarda kendi ırkları ile övünebilirler.”

Bunu söyleyen Türkçüler her nedense Kürtçüleri ve Arapçıları daima düşman bilmişler ve tehlikeli görmüşlerdir. Nedendir dersiniz?

Irkçılık bir aynadır. Bir Türkçü ancak bir Kürtçü aynasında kendi ırkçı yüzünü görebilir. Değilse, kendisi için istediği bir güzelliğe başkası için istememenin mantıklı bir tarafı var mıdır? Bir Türkçünün başka ırkçılara karşı içinde hissettiği soğukluk veya düşmanlık, aslında bütün ırkçılığın ne kadar bölücü, parçalayıcı birbirine düşürücü çok zararlı bir duygu olduğunu açık seçik ifade eder.

Türkçülük fikrinin üzerinde daha çok Rusya idaresindeki esir Türk illerinden gelmiş fikir ve hareket adamlarının tesirleri görülüyordu. Belki onların amacı da Osmanlı Devleti'nde yaşayan Türkler'i bu düşüncelerle doldurup kendi vatanlarındaki esir Türkleri kurtarmaktır.

Tamam, bu bir yere kadar anlaşılır. Peki ya Yahudi olup da Türkçülük yapanlara, Moiz Kohen ve emsaline ne demeli? Ya şu Yahudi adını değiştirerek “Tekin Alp” gibi Türk adı alan Yahudi dönmesi Türkçülere ne demeli? Ya Ermeni olup da Türkçülük yapanlara ne demeli?

Bu soruların aydınlatılmasında Yusuf Gezgin’in söyledikleri önemlidir: “Türkçülüğün, Türk Milliyetçiliğinin kurucuları kripto Yahudiler. Moiz Kohen bir haham çocuğu iken “Türk! ve Müslüman!” olmuş, Türkçülüğün temellerini atmış, “Kemalizm’in Umdeleri” isimli kitap yazarak Cumhuriyetin kurucuları, teorisyenleri arasında yer almış, misyonu bitince Fransa Lans şehrinde hayatını tamamlamış ve toprağa girerken aslına dönüp bir Yahudi mezarlığına defnedilmiştir. “Türkçülüğün Esasları”nı yazan, kafatasçı olmayan Türkçü görüşlere sahip, Zaza olduğu zannedilen Ziya Gökalp’in Ermeni olduğu yönünde kuvvetli rivayetler vardır. Cumhuriyet döneminin önemli Türkçüleri arasında sayılan ve Cumhuriyet gençliğinin düşüncelerini etkileyen, şekillendiren Adnan Adıvar, Fuat Köprülü, Halide Edip, Halit Ziya Uşaklıgil  vs bunlar hep Kripto ve Beyaz tiplerdir.

Türk milliyetçiliği sonradan İslami tonlar kazanmıştır. Ama Türkçü siyasal partiler, liderleri ve örgütleri, kripto yapıların hükmettiği derinlerin tekelinden kurtulamamıştır. Hamasete ve coşku vermeye açık, gözü kara, sokaklara dökülmeye hazır Türkçüler, çok defa derin operasyonlarda manivela, toplumu karıştırma aracı olarak kullanılmıştır. Ülke genelinde nüfusu ve etkisi azalan Kripto Yahudiler son zamanlarda Türkçülüğü Osmanlı döneminde rakipleri, Cumhuriyet döneminde ortakları olan Kripto Ermenilere devretmiş gibi görünmektedirler. Türkçü hareketin kurucuları Kripto Yahudiler ise de, Kripto Ermenilerin Türkçü hareketler içindeki etkinliği sürekli artmıştır.”

[5]

İleride genişçe yazacağımız gibi bu ve benzeri fikirlerin sonucu olarak Meşrutiyet devri Türkçülerinin dine karşı soğuk, küçümser, hatta aleyhtar tavırlar aldığı görülmektedir. Aslı Arapça olan Ahmet Mehmet gibi Müslüman isimleri öztürkçü olduğu için Kaya, Gündüz, Demir gibi adlara çevriliyor, “Ergenekon Bayramı” diye millete yabancı gelen günler ihdas ediliyordu.  Osmanlı sultanına “Türkler'in Hakan'ı”, Osmanlı ülkesinde “Türk Yurdu” gibi o zamana kadar duyulmadık isimler veriliyordu.

Balkan ve cihan harbine katılan ve muhtelif cephelerde savaşan Osmanlı ordusu çeşitli Müslüman unsurlar tarafından meydana getirmiştir. Bu ordunun ekseriyetini aslen Türk olmayan askerler teşkil ediyordu. Bu yüzden Türkçüler daha önce uzun bir süre “Osmanlıcı” olmak zorunda kalmışlardı. Hal böyle iken fikrin ne kadar tehlikeli olduğu bu vaziyetten bile anlaşılabilir. Fakat daha sonra moda olan bu akım, akılla açıklanamayacak kadar hızlı gelişmiş ve yayılmıştır.

Milliyetçi Türkçüler ikiye ayrılmışlardı. Bir kısmı milli duygunun dışında Batıcılardan ayrılmayarak onların bütün fikirlerine katılıyorlardı. Zaten şahsi ve ailevi hayatları da batı usulü üzere idi. Bugün “ulusalcı” kimliğini taşıyanların onlarla nasıl aynîleştiğini ibretle görürüz.

İkinci kısım Türkçüler ise hem dindar hem Türk olmanın yolunu aramaktaydılar. Birbirine ters düşen Türkçülük ve Müslümanlığın her ikisinden de vazgeçmek istemeyen bu fikren perişan olmuş zavallılar, aklın ve mantığın asla kabul etmediği “cem’ul ezdat”, yani “zıtların birleşmesi” gibi bir yanlışa düşerek, haliyle kendi içinde çelişkili olan “Türk İslam Sentezi” isimli bir ucube ortaya çıkararak, “Tanrı dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” olduklarını beyan edeceklerdir. İslam’ın artırma ve çıkarma kabul etmez bir bütün olduğunu, bölünme ve parçalanma kabul etmeyeceğini, aksine düşünce ve davranışların onun “ilahi olma” özelliğini yok edeceğini, bunun da “dini tahrif ve tağyir”, yani “bozma ve değiştirme” anlamına geleceğini bir türlü öğrenememişlerdir. Çünkü kıt din tahsilleri buna yetmemektedir.

İslamcılar da öteden beri “Batıcı” ve “Batıcı Türkçüleri” bırakarak bunlara seslenir ve salt İslam’a, arı duru ilahî vahye davet ederler. Bugün de bunlar ulusalcılardan kopmuş, daha dindar olarak İslamcılara yaklaşmış iseler de bünyelerinden bir türlü ırkçılık safrasını tam olarak atarak manevi sağlıklarına kavuşamamışlardır. Biz de bu kardeşlerimizin dini doğru anlayarak ve ihlas ile uygulayarak manevi sağlıklarını kazanmalarında muvaffak olmaları için gece gündüz dua ederiz.

 


[1]

Bkz. Hilmi Ziya Ülken, age. S. 318 vd.

[2]

Bkz. Yrd. Doç. Dr. Kadir Canatan, Said Nursi’nin Demokratik Toplum Tasavvuru, Köprü Dergisi, Yaz 2010 Yaz 2010   Sayı  111.

[3]

Oysa bu savaşlardaordumuzda bulunan  unsur sadece Türkler değildir. Hatta Osmanlı ordusunda başka ırkların toplam sayısı Türklerden az değil, çok daha fazladır. Bunu ileride Çanakkale örneğinde de göreceğiz.

[4]

Daha sonra “Hilafet” de bu düşünceler ile kaldırıldı. İslam Ülkeleri ile ilişkiler bu bahanelerle koparıldı. Oysa bunlar zahiri kurtarmaya matuf boş sözler, ayıbı örtmek isteyen yalan bahanelerdi. İşin aslı Batı bunu dayatmıştı. Önce verilen gizli sözler, sonra da Lozan’da varılan anlaşmalar bunu açık seçik gösteriyordu.

[5]

Bkz. http://www.yusufgezgin.com/turkculerle-kurtculerin-mukayesesi/