Dostluk Davet Devlet

İnsanlarla İç İçe

Esnaf kardeşlerimizden birinin dükkanındayız. Nasılsa, tatlı bir sohbet oldu. Sohbetten hayli zevk alan esnafımız:

 

-Yahu hocam! Bizim bu sohbetlere her zaman ihtiyacımız var. Allah razı olsun, bak ne kadar sevindim bu sohbete, ne kadar memnun oldum, faydalandım. Buradan şunu çıkarıyorum; hocalarımıza çok iş düşüyor. Özellikle de emekli hocalarımıza. Bu kadar İmam Hatipten emekti hocalarımız var, vaizlerimiz, imamlarımız var. Bunlar, belli aralıklarla esnafı dolaşmalı, onlara nasihatlar etmeli. Emin olun bizler açız, bu insanlar aç. Çok da memnun olurlar. Yoksa, bu dini nereden öğreneceğiz, nereden öğrene¬cekler?..

 

Nereden mi öğrenecekler? Öğrenmek isteseler, öğrenmeyi bir ihtiyaç görseler, bu zamanda öğrenecek çok yer var, imkan var. Mesela radyolar var bu kadar; sürekli İslami yayın yapıyorlar. Gazeteler, dergiler, kitaplar var. Hatta televizyonlar var. Camilerde va'zlar  var.. İşin kötüsü, öğrenmeye ihtiyaç hissetmiyorlar. Herkese tavsiye ediyoruz; aile doktorunuz gibi, bir de aile hocanız olsun. Haftada en az bir kere bir dini sohbete katılın. Tazelenin, açlığınızın ihtiyacınızın farkına varın, diye...

 

-Haklısınız! dedim. Önemli olan, açlığının, muhtaçlığının kına varmak, vardırmak. Bu yüzden ilk hareket, hocadan, yani davetciden gelmeli. Bunun için hocalarımızın belli bir plan ve program dahilinde, esnafı ziyaretleri  hakikaten önemli.

 

Tanıdığım bir imam efendi vardı. Bunu hep yapardı. Başta kendi cami mıntıkası olarak, çevredeki esnafı belli aralıklarla ziyaret eder, çaylarını içer, onlara varlığı ile en azından camiyi, cemaati, namazı hatırlatırdı. İnsanlar, İslam fıtratı üzerine yaratılmıştır. Halkımız da müslümandır hamdolsun. İslam’ı bilmese ve yaşamasa da, kendisine müslüman muamelesi yapılmasını istiyor Zor zamanlarında hocalara sığınıyor. Hocaların ziyaretinden, genellikle hoşnut oluyor. Arada bir camiye gelirse, görülsün, takdir edilsin istiyor. Bir gün oruç tutsa, farkedilsin istiyor. “Efendim bunlar doğru mu?”  Canım efendim, kimden bahsediyoruz, bu soruyu neden soruyorsun ki?..

 

Topu başkasına atmak için söylemiyorum ama, bu işin en kestirme halli, imamlarımızdan geçiyor. Her imam, kendi camii çevresiyle ilgilense, ilgilenilmeyen insan kalmaz. Hani "herkes evinin önünü süpürse" denildiği gibi..

 

Yeryüzünde yapılan en kıymetli iş, insanlara Allah'ı sevdirmek, dine ısındırmaktır. İrşaddır, tebliğdir, davettir. Hele de insanların buna ihtiyacı varsa... Bu sebebten ötürü bu zamanda hoca olmak, en büyük bahtiyarlıktır. Neden? Çünkü hocalar görüldü¬ğünde, Allah hatırlanır, din hatırlanır. Oysa, bakın bu ne büyük bir nimettir; Peygamberimiz bir gün:

-Size, en hayırlıma haber vereyim mi? diye sordu. Ashab:

-Evet! Ey Allah'ın Resulü dediler:

-Sizin en hayırlınız o kimselerdir ki, onları görenler aziz ve celil olan Allah'ı hatırlarlar, buyurdu. 

Bu zamanda bunlar, önce müftüler, vaizler, imamlar, müezzinlerdir. Sonra din dersi öğretmenleri, Kur'an Kursu hocalarıdır.  Bunlar, doğrudan din hizmeti gördükleri, va'z ve nasihat ettikleri, dini sohbetler yaptıkları için görenler Allah'ı hatırlarlar. En azından böyle olması lazımdır. Bir de, din görevlisi olmadıkları halde dindar, dillerinden zikir düşmeyen, çok çok ibadet eden, insanlara haliyle kaliyle dini telkin eden, lüzumsuz söz ve işlerden uzak, her yaptıkları hikmet olan bahtiyarlar vardır. Hadisteki kastedilenler de, Allah'u a'lem, bunlardır. İnsanlar, bunları hep bu güzel hallerde görmeye alıştıkları, belki şartlandıkları için, görür görmez, Allah'ı hatırlarlar.

 

İnsanları İslama davet etmenin, emr-i bil ma'ruf, nehy-i an'il münkerin, irşad ve nasihatin ne büyük, ne sevablı bir iş olduğunu yazmaya, bilmem ki gerek var mıdır?.. Bir kişinin sizin vesilenizle hidayete erdiriilmesi, güneşin doğduğu yer ile battığı yer arasında¬ki her şeyin sizin olmasından, sizin için daha hayırlıdır. Onun yaptığı bütün iyilik ve ibadetlerin sevabının aynısı, ondan hiç noksanlaştırılmadan, sizin amel defterinize de yazılır. Sonra, o kardeşleriniz, dinen fakir düşmüşlerse, ihtiyaç içinde ve manevi sıkıntı içindelerse, biliyorsunuz din kardeşinin ihtiyaç ve sıkıntılarına giderene, Allah ne sevaplar veriyor, kıyamet gününde ne sıkıntılarını gideriyor  Bütün bunları hatırlatıp geçelim ve soralım; Allah aşkına evinizde oturup kalmakla, hangi kardeşinizin ihtiyacını giderebilecek, sıkıntısını sona erdirebilecek, yardımda bulunabileceksiniz? Hiç olacak iş mi, evinizde oturacak ve insanların gelip sizden nasihat almasını bekleyeceksiniz? Hayır hayır!.. Bu olacak şey değil, kalkıp siz gideceksiniz insanlara... Dinin de teş¬vik ettiği bu, aklın ve ihtiyacın da gerektirdiği bu?..

 

işte bu sebeple, esnaf kardeşim isteğinde haklıdır. Dine davet edecek olan insanlar, insanlar arasına girecek, onlarla Allah rızası düşüp kalkacak, sevecek, sevilecek, gönüllere girecek ve oradan Allah'a bir yol bulmaya çalışacaktır. Bunun gerekliliğini anlatan bir çok ayet ve hadis var. Biz sadece bir tanesini ele alalım ve üstünde biraz düşünelim:

 

Peygamber Efendimiz (SAV) buyuruyorlar ki: "Güneşin doğduğu her yeni günde kişiye, her bir mafsal için bir sadaka vermesi gerekir. İki kişi arasında adalet yapman bir sadakadır. Ki¬şiye hayvanına binerken veya eşyasını yüklerken yardım etmen sadakadır. Güzel söz  sadakadır. Namaza gitmek için attığın her bir adım, sadakadır. Yoldan eziyet verici bir şeyi kaldırıp atman, sadakadır." 

 

Evet, Allanın bahşettiği şu harika organizmamıza, onun sağ¬lık ve sıhhat içinde yeni bir güne çıkmasına bir şükür ifadesi olarak, el¬bette sadaka gerekir. Bulunamazsa, veya bulunmakla beraber sa¬yılanlar da sadaka yerine geçer. Nedir bunlar? Sosyal bir kısım davranışlar. İnsanlığın içinde olmamızı, onlar için bir şeyler yap-mamızı isteyen davranışlar. İnsanın yalnız yaşamasını imkansız kılan davranışlar. Allah’ın rızasının, cemiyet içinde olduğunu gös¬teren davranışlar. 

 

Nedir bunlar? İşte iki veya daha çok insanlar arasında adalet yapmanız, adaletle hükmetmeniz. Takvaya ve rı¬zaya en yakın davranıştır adalet. Allah, âdilleri sever. Kendisinin ve yakınlarının aleyhine bile olsa... Oradan gelecek olan eza ve cefalara katlanarak adalet. Niçin? İnsanlık için!.. Yönlendirmeye bakınız, istikamet nereyi gösteriyor?

 

 Sonra, insanlara yardım, hayvanına binmeye veya  yükünü yüklemeye varıncaya kadar. Daha önemli konularda, daha önemli yardım. Maddi veya manevi yardım. İşte güzel söz, işte tebessüm. O da bir yardımdır insanlara... Cemaata giderken atılan adımlar.. Yani insanların arasına giderken... Ve yoldan eziyet verici, rahatsız edici şeyleri kaldırma... Hep insanlık için, insanlar yararına...

 

Bütün bunlar, evde oturup kalmayı değil, cemiyete çıkmayı, sosyal hayata katılmayı, insanlara faydalı olmayı gerektiriyor... İslam’ın hedefi bu. Allah'ın razı olduğu davranış bu. Selef, insanlara hizmeti, nafile iba¬detten üstün tutardı. Neden? Çünkü efendimiz: "İnsanların en ha¬yırlısı, insanlara faydalı olandır"  buyuruyor.. "İnsanların arasına karışan ve onların eziyetine sabreden mü'min, insanlara karışma¬yan ve onların eziyetlerine sabretmeyen mü'minden daha hayırlıdır"  buyuruyor.

 

Akıl da bunu gerektirir dedik. Nitekim peygamberimiz de buna işaret etmiştir: "Allaha imandan sonra aklın başı, insanlar ile sevgi ve dostluk kurmaktır." 

 

Herkesle dostluk kurmanın bir yö¬nü, bir yolu yordamı vardır, aranırsa bulunabilir. İşte sana Peygamber (SAV) izahı: "Dört hususta müslümanların sende hakkı vardır: İyilerine yar¬dım etmen, günahkarlarına istiğfar etmen, haktan ve hakka des-tekçi olmaktan yüz çevirenlerine davet etmen, tevbe edenlerini sevmen. " 

 

Öyle ya, bu dinde amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.  Allah teala, kendisi için sevişenleri, ahirette peygamber ve şehitlerin bile gıbta edeceği nurdan min¬berlerde ağırlayacağını"   onlara sevgisinin vacib olduğunu,  mahşerde yegane gölge olan arş gölgesinde gölgelendireceğini,  onlara asla ne korku, ne keder olmayacağını  bildiriyor.

Müslümanlar ise ya iyi, ya günahkar, ya hakka sırt dönmüş, ya da yaptığına pişman olup tövbe etmiş bir durumdadır. Öyleyse her birine ayrı bir görevle gitmemiz ve onu Allah (azze ve celle) a yönlendirmemiz, üstümüze bir vecibedir. Bilmem ki insanlık, sosyal hayat için bundan daha ulvî, daha yüce, daha değerli bir düşünce düşünce düzeyine erişebilir mi?.. İslam’ın yanında hangi sosyal ilişkilerden, hangi sosyal adaletten, hangi sosyal yardımlaşmadan, kısacası hangi sosyalleşmeden bahsedilebilir?.. Eğer sosyalistler cahilliklerini yenip İslam’ı bir anlasalar, o davadan vazgeçerlerdi. Hem kendileri için, hem de insanlık için ne kadar hayırlı olurdu!... Biz, sosyalleşmenin gerçekleşmesi¬ni emreden nice ayet ve hadisleri burada zikredemiyoruz. Ancak diyoruz ki, İslam bunları konuştuğu kadar, uygulamaya da koymuş ve Müslümanlar yukarıda sayılanların  her biri için ayrı  kurumlar kurmuşlardır. İnsan, İslam’ı bildiği oranda, kendi kıymetini de kavrayacaktır. Ne diyelim, kendimiz için şükür, sonsuz şükür!.. Onlara ise hidayet, hidayet, hidayet…

 

Bizim bu yazımızdan amacımız, insanlar arasına karışmak ve onlara faydalı olmak için çalışmaktır. Bunun usül ve adabı nedir? O ayrı bir konu. insanlar arasına girmeden zaten İslam’ın amaç¬larına da erişmek mümkün değil. Mesela eğitim, öğretim, edeb, terbiye, görgü kurallarını öğrenme ve uygulama, geçim için ka-zanç sağlama, başkalarına faydalı olma, Allah için dostluk ve kar¬deşlik, hayır yapabilme, hak ve hukuku yerine getirme, insanların tecrübesinden yararlanma, kötülüklerle ve düşmanlarla savaşma, hep insanlar içinde olmayı gerektiren durumlardır.

 

Bırakın bütün bunları, insan insanın aynasıdır, kendi durum¬larımızın farkına varmak için bile, insanlara karışmamız gerekir. Ya onları gözetler, beğenip beğenmediğimiz huyları, "acaba bizde de var mı?" diye kendimizi yoklarız. Veya dostlar edinir, kusurları¬mızı onlardan sorarız. Ya da bizi sevmeyen, düşmanlık besleyen¬lerin aleyhimize konuştuklarını değerlendirir, kendimize çekidü¬zen veririz. 

 

Velhasıl, kendimizi muhasebe ve murakabe için geçici olarak uzlette kalsak bile, asıl olan ihtilattır, insanlarla iç içe olmaktır. Bunun niyyeti bile, bize sevap kazandırabilir. 

 

DOSTLUKTAN DAVETE

 

İslam’ı yayma yollarından biri, belki de birincisi, şahsi dostluklardır. Dostlarımızın bir kısmını hazır buluruz; akrabamızdır, komşumuzdur, okul veya iş arkadaşımızdır. Bir kısmı¬nı da arar buluruz. Her iki dostlukların da kendine göre bir güzelliği vardır, bir tadı, bir kıymeti vardır. Malum ya, insan yalnız yaşayamaz. Mutlaka arkadaşlıklar edinecek, dostluklar kuracaktır. Her şeyden önce bu bir ihtiyaçtır, bir zarurettir. Dostluklarımız hayatımıza birçok faydalar getirmiş, güzellik¬ler ve neşeler katmış, olumsuzlukları, sıkıntıları, hatta tehli¬keleri alıp götürmüştür.

 

Hazır bulduğumuz dostlarımız, hazır bulduğumuz hazinelerimizdir. Arayıp bulduklarımıza ise biraz emeğimiz sin¬miştir. İslam sancısı çeken insan, bir yerde insan avcısıdır. Davasını anlatacağı yüzler arar girip çıktığı, gezip tozduğu yerlerde. Uygun bulduklarına yaklaşır önce bir selamla. Se¬lam, sevdirir insanları bir birine.  Bir kaç kere güler yüz, tatlı dil, tevazu ve ilgi ile verilen selamlar konuşmaları; konuşma¬lar tanışmaları getirir. Artık bir kapı açılmıştır dostluk için; girilebilir. Artık bir kitabı okur gibi, daha yakından tanınabi¬lir, insanlar. İnsanları birbirine sevdiren, şüphesiz Allah'tır. Allah bir insanı sevdi mi, onu Cebrail’e de, cümle meleklerine de, veli¬lerine de, veli olmaya namzet insanlara da sevdirir.  Seven insanların, ülfet eden ve edilen insanların sözleri de, fiilleri de sevimlidir. Hem nasıl sevilmez o insan ki, kendisi için istedi¬ğini, kardeşi için de ister, hatta kendine tercih eder de, kendin¬den önce ister.

 

Ancak her dostluk bir akittir, bir anlaşmaya imza atmak¬tır. Çünkü dostluğun karşılıklı bir adabı vardır, hakları ve so¬rumlulukları vardır. Bunlara riayet, en azından dostluğun de¬vamı için bir zarurettir. Bizim burada amacımız, bu hak ve vazifeleri saymak değildir. Bütün bunlar, hadislerde ve onlar¬dan çıkarılacak ahlak kitaplarında uzun uzadıya anlatılmıştır. Bunları, arayıp sormak, görüp gözetmek, ihtiyaçlarını gider¬mek, iyi ve kötü günlerinde beraber olmak şeklinde özetleye¬biliriz.

 

Bizim bu yazıdan amacımız, bu dostluktan İslam’ın yayıl¬masına bir yol aramaktır. Eğer, yeryüzüne İslam’ın yayılması¬nı istiyorsak, yapacağımız öncelikli iş, tek tek insanlara ulaş¬maktır. Dolayısıyla onları aramak, ahvalini araştırmak, tanış¬mak, sevişmek ve bu sevgiyi İslam’ı tebliğde bir araç olarak kullanmak, hem bir İslami ve insani vecibedir, hem de insanı Allah’ın rızasına eriştiren bir güzelliktir. Nitekim peygamberimiz, sırf Allah rızası için başka bir yerdeki kardeşini ziyarete giden bir kişiye, Allah'ın insan kılığında bir melek yollayarak şöyle

söylettiğini bildiriyor: "Senin onu sevdiğin gibi, Allah da seni seviyor."  

 

Müslümanlar arasındaki kardeşliği, dolayısıyla gereken arayıp soruşturmayı, dayanışma ve yardımlaşmayı, en güzel ifadelerle ortaya koyan şu hadis, ne kadar anlamlı ve önemli¬dir: "Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, bir kardeşinin ihtiyacını gö¬rürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeble onu Kıyamet günü¬nün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onu kıyamet gününde örter."   "Kişi kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da onun yardımmdadır."  

 

Yardımlaşma deyince ilk akla gelen, maddi olandır. An-cak, biraz derin düşündüğümüzde, özellikle de günümüzde esas yardımlaşma, manevi alanlarda olan yardımlaşmadır. Çün¬kü insanlar bu çağda din açısından fakir düşmüşler ve yardı¬ma muhtaç hale gelmişlerdir. Din açısından fakir düşmek, azıcık düşünülürse açıkça görülür ki, dünyaca fakir düşmekten daha acı ve daha zararlıdır. Birinin zararı hem geçicidir, hem de kısmen katlanması ve giderilmesi kolaydır. Ama ahiretteki yoksulluk ve muhtaçlık hem kalıcı, hem de katlanıl¬ması zor, giderilmesi imkansız bir yoksulluktur, zarardır, sı-kıntıdır.

 

İşte burada, kardeşlik akdi, yani karşılıklı hak ve hukuk devreye girer, girmelidir. Akitlere bağlı kalmak, hak ve huku¬ka riayet etmek, böylesi zor zamanlarda vefakar olmayı ge¬rektirir. Yani vefakarlık, kardeşini fakirlik, muhtaçlık zama¬nında, sıkıntılı anında terketmemektir.

 

Bu sebebten ona, Allahı tanıtmak, sevdirmek ve yakın kılmak insanın kardeşine yapabileceği en büyük yardımlar¬dan sayılır; Bunun için ona, imanı, ibadeti, şeriatı, ahlakı, ya¬ni İslam’ı öğretmek. Farzları, vacibleri sevdirmek, haramlar¬dan, mekruhlardan, müfsidlerden uzaklaştırmak...  Bunların temini için onu ilme teşvik etmek.. Namazı cemaatla kılmaya yönlendirmek, Kur'an’ı okumasını ve anlamasını sağlamak, hz.peygamberi bütün hayat ve ahlakıyla tanıtmak... Bütün bunları usulü dairesinde, yani sohbetle, telkinle, dostlukla, ama asla başa kakmadan, minnet etmeden, mürşidlik taslama¬dan, kalabalıkta küçük düşürmeden yapmak... Öyle ki, bera¬ber yaşadığı birkaç yıl sonra, farkına varmadan İslam’ı tanı¬masını ve Allah!ın boyasıyla boyanmasını sağlamak. Bütün bunlar, ona yapılabilecek en büyük, en faydalı ve en kutsi bir yardımdır.

 

Günah işlemek, elbette övünülecek bir şey değildir ama, insanlar için mazur görülebilecek bir olaydır. Bu yüzden dos¬tun hata yaptığını, günaha battığım gören kimse, hemen onu terketmemeli; yarı şaka, yarı ciddi, daha doğrusu nasıl uygun¬sa öyle yaparak onu uyarmalı, böylece ona gereken manevi yardımı yapmalı, bunun için elinden gelen bütün gayret ve çabayı sarfetmelidir. Çünkü, kulluktan uzaklaşmak, başa ge¬lebilecek en büyük felakettir. O ister imdat beklesin, ister beklemesin, derhal dostun yardımına koşulmalı, kurtarmak için gereken her şey, hiç ihmal edilmeden yapılmalıdır. Bu yardım, önce tanışmak, sonra sevişmek tertibiyle, imkan nisbeünde, bütün insanlığa uzanmalı, en azından bir niyet olarak amaçlanmalıdır. Bu niyet, insana çok şey kazandıracaktır.

 

Bir kitaptan okuduğum iki olay, böylesi bir manevi yardımlaşmayı çok güzel izah ediyordu ve bana çok dokunmuştu. Bakalım sizler nasıl değerlendireceksiniz:

 

Allah için birbiriyle kardeş olmuş iki kişiden birisi istikametten ayrılma belasına düştü.. Bu kimse kardeşine gidip:

 

-Ben bir illete tutuldum. Eğer istersen, Allah'a olan muhabbetine zarar gelmemesi için beni terket, deyince, o kardeşi o andan itibaren Allah ile sözleşti ve:

-Ya Rabbi! Kardeşim eski istikametine dönerek hali düzelinceye kadar, ne bir lokma yiyeceğim, ne bir yudum su içeceğim, dedi.

 

Kırk gün süreyle yemedi ve içmedi. Her gün onun duru-munun düzelip düzelmediğini sorardı. Kendisine yemesi ve içmesi için ısrar olundukça:

-Sözümde sadığım. Kardeşim manen şifa bulmadıkça, vallahi yemeyeceğim ve içmeyeceğim! dedi.

 

Fakat, hüznünden ve açlığından ölecek hale geldiği vakit, kardeşinin ıslah olduğu görüldü. Kardeşi gelip düzeldiğini gösterdi. O da yiyip içti. Fakat az kaldı ölüyordu. 

Yine selef-i salihinden iki kardeş vardı. Biri, istikametini bozdu. Bazıları:

-Görüyorsun ki kardeşin istikametini bozdu. Onu terketmeyecek misin? dediler. O ise:

-Hayır, kardeşim şimdi bana her zamankinden daha fazla muhtaçtır? Eğer ben onun elinden tutar, güzellikle veya azar¬layarak da olsa bir şeyler söyler, onun bu halinden dönmesi için dua edersem, belki bir gün ıslah olmasına sebeb olurum. Kardeşlik hukuku bunu gerektirir, terk edivermeyi değil!”   diye cevap verdi. İslam’da iyi niyet, adetleri ibadet yapar. Eğer, dostluklarımızı bir de bu yönden inşaya çalışırsak, tabii olan ülfet ve muhabbetlerimiz dahi, birer tebliğ ve irşad, birer cihad olabi¬lir. Niye kaçıralım ki?..

 

(6) Muhammed bin Abdullah el Hani. Adab. Erkam y. İst. 1995. s.

(7) A.g.e. s. 150

 

 

İNSANDAN DEVLETE

"Bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir orduyu kurtarır" demişler. Olur mu olur. Hiç bir hizmeti küçümsememek, hiç bir insanı küçümsememek kadar önemlidir. "Bir insanı küçümse¬mek, hakir görmek, şer olarak kişiye yeter" denmiştir, bilirsiniz.

Küçümsemenin, hakir görmenin altında yatan, ucubtur. Ya¬ni kendini beğenme. Yani kibir, gurur, tekebbür... Hiç bir mümi¬ne, hele hele hizmet adamına, hele hele de irşad ve tebliğ ile meşgul "mukteda bih", yani uyulan insana, önder insana hiç ama hiç yakışmaz bunlar. Kibirli insanın, kendini beğenmiş in¬sanın kaba olmaması, katı olmaması, kinci olmaması eşyanın tabiatına, yani insan hakikatına aykırıdır. Kinciliğin, kabalığın sonu da, etrafını kınp dökmek, kınp kaçırmak, birliği dağıtmak, cemaatı bozmak, hizmeti yok etmektir. Bir insan büyürken, nef¬si, enaniyeti, olumsuz duygu ve düşünceleri küçülmeli, hatta yok olmalı. Baştan sona tevazu, mahviyyet kesilmeli. Ta ki insanlar ona bütün bütün güvensin, teslim olsun. Davası büyürken nefsi de büyümüş insanlar, hep problem getirmiş ve sonunda davalarını da yemiş bitirmişlerdir. Üstelik arkalarında, temizlenmesi zor bir enkaz, harabe bırakarak, yıkıntı bırakarak, yanlış bırakarak, yıkılıp gitmişlerdir. "Keşke hiç olmasalardı", diyesi geliyor inşanın. 

 

Bir gerçek de, tıpkı bireyler gibi, hizmet gruplarının da olumsuzlukları olabiliyor maalesef. Cemaatlerin de arınması gerekiyor ucubdan, fahrdan,

 gururdan, kibirden... Hasedden, haksız rekabetten kaçınmaları gerekiyor.

 

İşte size iki örnek. Birisinin adını iftiharla verirken, diğerini gizlemek zorundayım. Farkı takdir buyurun. Şehrimiz Kahramanmaraşta "Hayır ve İhsan Vakfı”nı kuran muhterem Ömer Faruk Paksu hocam, vakfın gayesini anlatırken şöyle söylemişti: "Herkes bir hizmetin ucundan tutmalı, tutuyor. Ancak görüyorum ki diğer vakıflar, bize lazım olan "İnsan yetiştirme" hususunda hizmet görüyorlar. Ben bunları, hudutta çarpışan mücahidlere benzeti¬yorum ve takdir ediyorum, dua ediyorum. Ama unutulmaması gereken bir şey var; o da bu mücahitlerin arkada bıraktıkları ai-leleridir. Onların da bakılıp korunması lazım. Ta ki mücahitler, gözleri arkada kalmadan savaşsınlar... İşte bu yüzden, bu kadar vakıf arasında, biz de bir vakıf kurduk ve fakir fukaranın ihti¬yaçlarını gidermeyi amaçladık. Açlar, çıplaklar, hastalar, kışta kıyamette garibanlar unutulmasın istedik.." Mütevazi bir vakıftı, büyüdü dal budak sardı... Allah hizmetlerini daim etsin ve hede¬fine erdirsin. 

Diğeri ise, yurt çapında yaygın bir vakfın başında “imam” olarak bulunuyordu şehri¬mizde. Çok başarılı hizmetler yapıyordu. O vakfın hizmetlerini takdir ediyorduk. Takdir ne kelime, bendeniz hayran oluyordum. Öğretmen olduğum için iki kerre teşekkür ediyordum. Çünkü amaçlan eğitimdi; özel okullar, dersaneler, yurtlar, yuva¬lar; derken basın, yayın, medya... Hizmet üstüne hizmet.. İçim¬den dualar ediyor, dışımdan da arıyor "Bana bir hizmet düşerse başım üstüne" diyordum. Aynı zamanda fahri vaizdim. Bir gün gözümün içine bakarak, yapmaya çalıştıklarımın faydasızlığını şöyle anlattı: "Bu zamanda eğitimle uğraşacak, insan yetiştire¬ceksin. Camide vaizlik, evlerde sohet bitmiş artık."

 

Kan beynime sıçradı.. Bu sözde her şeyden önce gurur var, kibir var, kendini beğenmişlik vardı. Sonra da hata var, yanlışlık var, cehalet vardı. " Bre büyüklenmenin beynini sulandırdığı adam, insan yetiştirmekse, bendeniz öğretmenim, vaizim, sohbetçiyim.  Yani bunların faydalı olması için ille de sizin vakıfta olması mı lazım? Bir şey ancak siz yaparsanız mı güzel? Din nasihattir, hatırlatmadır; bunu inkar; Kur'an'ı inkardır, Resullullahı inkardır. Senin ne haddine... Fayda¬sızmış… Bu kadar insan hizmet diye niye senin etrafında dönü-yor? Sen mi yetiştirdin, yoksa senden önce gelen bir öğretmen, bir vaiz, bir mürşid vs. mi?.. Biraz mütevazi olsana be adam!.. Hem ma¬dem va'z, sohbet faydasız, ne diye akşamları etrafına bir sürü insan topluyorsun? Neden çağırdın beni ve arkadaşlarımı bu gece buraya? Sohbetten başka bir şey için mi? Nerden buluyorsun bu hizmetlerin kaynağı¬nı, finansını?.. Talebe yetiştirmek iyi güzel de, onun evindeki ana babası insan değil mi?. Onların dini öğrenmeye, öğrendikle¬rini yaşayarak cennete gitmeye ihtiyaçları, hakları yok mu?.. Onların hiç kıymeti yok mu ki, hizmet vermeyesin?.. Kaldı ki veriyorsun ve benden de yardım istiyorsun. Peki ne demek şimdi va’z ve nasihatı inkar? Senin peygamberin camiden başladı, sohetten başladı, gariblere, kimsesizlere gitti, bir kocakarı için sıcakta ayakta bekledi, köleleri eğitti, kimse¬sizlerin kimsesiydi, gariplerin sığınağıydı, hatta haber verilmeden gö-mülenlerin mezarlarına kadar gidip namazlannı kılıyor, dualarını yapıyordu... Sen toplumu sarmadan, kucaklamadan sadece öğrencilerle, bürok¬ratlarla ne yapailirsin? Davanı halk desteklemedikçe, neyi başarabilirsin?. Hem başarılı olmak, hizmet etmenin şartı mıdır? Başarılı olmayanlar, hizmetten vaz mı geçmeliler? Başarı senden mi, Allah’tan mı?"

 

İyi kızmıştım ama!.. Bu öfkeyle konuşsaydım, bu düşün¬düklerimi dile getirseydim, kıracaktım. Cemaatı da dağıtacaktım. Sustum, söylemedim ağzıma gelenleri. Ve o şehrimizden gidip, yerine başkası görevIendirilinceye kadar, çok da karşılaşmadık. Benim soğukluğum ona da sirayet etmişti. Sanki zoraki gülümsüyorduk karşılaştığımızda...

 

Oysa hizmet, her alanı kucaklamalı. Toplumda boşluk bırakmamalı. Hamdolsun bugün bunu gerçekleştirdi müslümanlar. Asıl olan insana hizmettir. İnsanın ise birçok yönleri var. Her yönü dıkkate alınmalı. Eğitim mi? Çok önemli. Evi mi? Çok önemli. Dini, siyasi, iktisadi hayatı mı, kültür ve sanat hayatı, oyun ve eğlence hayatı mı?.. Hiç biri gözden ırak tutulmamalı. Tutulmuyor da!. Başka başka hizmet gurupları, başka başka hizmetler sunuyor. Herkesi kendi alanında takdir etmeliyiz. Yapılanları sevinçle karşılamalı, olumsuz duygulardan kaçınmalı, işi "biz –siz” e dökmemeliyiz. Burada tenkit edilecekse, tembellik edilsin, "ha gayret" densin, daha fazlası istensin, o kadar!..

 

Suya atılan bir taşın etkisi, düştüğü yerde kalmaz, dağılır halka halka, kendi gücünce... Aynen öyledir insana hizmet. Sen bir insana hizmet verirsin; imanlı, ahlaklı, olgun, güçlü kuvvetli kültürlü, olsun, topluma yararlı, dinine yararalı bir birey yetişsin istersin. Bu birey, başta nefsi olmak üzere, içinde bulunduğu ce¬miyete karşı kendini sorumlu hissedecektir ve Allah’a kavuşun¬caya kadar O'nun kanunlarına göre bireysel ve toplumsal haya¬tını düzenlemeye çalışacak, nizam ve intizam içinde yaşayacaktır.

Müslüman bir bireyden, müslüman bir aile oluşacaktır. Çünkü, kendine dindar bir eş seçecektir bu müslüman. Eşiyle ve çocuklarıyla evinde İslami bir hayat yaşayacak, İslam’ın getirdi¬ği güzellikleri bütünüyle evinde sergileyecek ve öylece sessiz sedasız bir devrim gerçekleştirecektir. Bu mutlu yuva, başlı ba¬şına bir örnektir, bir modeldir, bir mekteptir artık toplum için. Toplum, onların yemesinden, içmesinden, giyim kuşamından, akrabaları, komşuları, dostlarıyla olan ilişkilerinden, davranışlarındaki güzelliklerden dersler ve ibretler çıkaracaktır.

 

Müslüman bir aileden, müslüman bir toplum oluşacaktır. Çünkü toplum, nihayet evlerin yan yana gelmesi demektir. Ev¬lerde, aile içinde bireylerin İslam’ı yaşaması demek, toplumun İslam’ı yaşaması demektir. Eğer aile, demin dediğimiz gibi îslam’ın güzelliklerini yaşayabiliyorsa, o zaman bu yaşantı doğrudan topluma sirayet edecek ve İslam’ın kanunlarına bağlı, edebli ve terbiyeli, hayırda ve her türlü iyiliklerde yanşan ve yardımlaşan, küçüklerine şefkat ve merhametli, büyüklerine hürmet muhabbetli, muhtaçların yardımına koşan, birlik ve dirlik içinde mutlu ve müreffeh yaşayan bir toplum oluşacaktır. Allah için birbirini seven ve sayan, her ferdi birbirinin kardeşi, birbirinin kefili, birbirinin vekili bir toplum.

 

Böyle bir toplum demek, aynı zamanda güçlü bir İslam devleti ve güçlü bir İslami hükümet demektir. Eğer evde ve top¬lumda bireyler, Allanın kanunlarına bağlı yaşıyorlarsa, toplumun iktisadi, ticari, medeni ilişkileri hep İslam kanunları çerçevesin¬de gerçekleşiyorsa, devletin ve hükümetin kanunları da kendili¬ğinden İslami olacaktır. Çünkü kanunların amacı, insan ilişkile¬rini düzenlemektir. Bunun için beğenilmesi, kabul görmesi ge¬rekir toplum tarafından. Hangi devlet ve hükümet adamı, toplu¬mun istemediği, uygulamadığı, hatta nefret edip karşı tavır aldı¬ğı bir hukuki düzenlemeyi, vatandaşlanna icbar edebilir, zorla dayatabilir?.. Dayatsa ne zamana kadar?.. Böyle bir davranışın akılla, hikmetle, insan ve ülke sevgisiyle bir alakası olabilir mi? Böyle bir tavır sürebilir mi?. Kaldı ki çağımız, kısmen de olsa, halkın iradesinin hükümetleştiği bir çağdır. Diktatörlüğün, krallığın, sultanlığın nefretle reddedildiği bir çağdır.

Müslüman bir devletin, bir hükümetin, bir toplumun amacı, İslam’ın da kendilerinden istediği İslam birliğini gerçekleştir¬mektir. Yani bütün müslümanların bir vatan, bir millet, bir dev¬let oluşu.. Hayali bile insanı ürpertiyor!.. Ne muhteşem bir olay. Ama, bireyler islam’ı yaşadığı zaman, gerçekleşmesi o kadar da kolay bir olay!..

 

Eğer böylesine muhteşem bir olay, sevindirici ve heyecanlanciırıcı bir olay gerçekleşmiyorsa, bunun temelinde yatan, cehalettir. Eğer İslam bilinse ve yaşansa, bu olay bir hakikattir o kadar!.

 

İşte, her bir insana yaklaşırken, her bir insana İslam’ı anlatırken o insandan bir İslam ailesi, o aileden bir İslam toplumu, o İslam toplumundan bir İslam devleti, o İslam toplumundan ve devletinden kainat çapında bir ümmet ve İslam devletleri birliği yani hakiki bir büyük İslam birliği ve devleti çıkarabilme ümi¬diyle yaklaşmak ve işe o çapta eğilmek, insana aşk ve şevk ve¬rir, heyecan verir, gayret verir. Bütün bunlar her dem tazelenen bir iman verir. Sorumluluk duygusunu artırır işin azameti, sık sık muhasebesini yaptırır. İşin azameti insana kendisini anlatır; kendisine kalırsa bir hiç, Allah’a bağlanırsa, her şeydir. Ucub gi¬der böylece. Kendini beğenmişlik yani. Kibir, gurur, riya, sum'a gider, övünme, şımarma, benlik taslama gider, mal, makam sev¬gisi, baş olma sevdası gider bu çaplı dava karşısında... Bu bü¬yük iş heyecan kadar, coşku kadar, tevazu da taşır, alçak gönül¬lülük de öğretir, mahviyyet de belletir. Basit duygular, basit za¬ferlerle yetindirir. Büyük zaferler, çaplı nefisler ister, olgun kişi¬likler, yalçın şahsiyetler ister... Allah bizi büyük davalar için yaratmıştır, himmeti yüce tutmamızı, hatta cümle muttakilere imam olmayı hedeflememizi istemiştir.

 

Bu bir davadır, bir idealdir. Bunun gerçekleşmesi, anlatıl¬ması kadar elbette kolay değildir. Gerçekler gözler önünde... İs¬lam dünyasının durumu ve bu dünyada müslümanlann konumu belli. Ve müslümanların düşmanları da belli. Ama bunların her biri bizim bizatihi İslam’dan, onun iman hakikatlarından, ibadet güzelliklerinden, muhteşem şeriatından ve olgun ahlakından ye¬terince nasiplenemediğimiz gerçeğinin yanında çok basit kalır. Yani biz, bizimle kalbimiz, kalbimizdeki dinimiz arasındaki perdeyi bir parçalayabilsek, avuçlarımızın arasında, istediğimiz gibi düzenleyebiliriz dünyayı...

 

Sadece kendi cemaatımızı düşünmeyelim. “Bizden olsun, çamurdan olsun” ilkelliğini bırakalım. “Bizimkinin ölüsü, başkasının dirisinden iyidir.” Çapsızlığından kurtulalım. Yeter artık, ümmet olarak birbirimizi küçümsemeyelim, birbirimizi büyütelim, birbi¬rimizin hizmetini büyütelim, birbirimizi aziz bilelim, aziz ola¬lım. Böyle olmamız, bir cemaat içinde olmamıza mani değildir, sevdiklerimizle, güvendiklerimizle çalışmaya mani değildir, herkese ve her yere koşmak gibi gücü dağıtan ve insan fıtratını zorlayan bir şeye davet değildir. Gene cemaat olalım, gene farklı alanlarda hizmet verelim, gene yakınlarımızla daha fazla mesai yapalım ama, kardeşlerimizi de kardeşlik hak ve hukuku çerçevesinde sevelim, sayalım, gerekiyorsa destekleyelim. Kırmayalım asla, incitmeyelim. Başarılarımız şımartmasın bizi, kibir ve kendini beğenmişliğe götürmesin. Haset etmeyelim kardeşlerimize, kıskanmayalım. İçimizi yakıp kavurmasın kötü duygular. Çünkü onların başarı ve zaferi, bizim de zaferimiz demektir sonuçta. Değilse Allah (azze ve celle) kabul etmeyebilir çalışmalarımızı, suratımıza bir paçavra gibi çarpabilir. Hatta eziyet vermeden ötürü, riyadan ötürü, gurur, kibir ve enaniyetten ötürü, sevap şöyle dursun, cezalandırabilir. Neye yarar o zaman onca çalışmalar? Keşke yapmasaydın, elin olmayınca dilin de olmazdı ve hiç olmazsa cezalandırılmazdın.

Kendimize,yani kalbimiz ve dilimize, elimiz ve ayağımıza, kaşımız ve gözümüze, kalemimiz ve kitaplarımıza sahip olmalıyız... Peygamber Efendimiz (Aleyhi's Salatu ve's Selam)in “bilirmisiniz müflis kimdir” sorusundan korkmalıyız, Evet, korkmalı ve korunmalıyız iflastan.