Mücahid İle Militan Farkı

Cihadın gündemde olması elbette güzeldir, sevindiricidir. Ancak, onu işportacı acemilik ve aceleciliği ile sulandırıp amacından saptırmak veya kendi içinde gözetilmesi gereken usulünden ayırmak, onu basit bir "propaganda" ve "reklama" çevirmek, cihada karşı yapılan en büyük cinayettir. Çoğu zaman düşmanlarımız da, engel olamadıkları bir hareketi yozlaştırarak amacından saptırmaya çalışırlar. Mümkünse hareketin içine sızarak, değilse, karşısında yeni bir hareket geliştirerek bu saptırmayı gerçekleştirmek isterler. Bunda başarılı oldukları da, maalesef, yaşanmış acı gerçeklerdendir.

 

Malum, cihad Allah rızası için yapılır. Amacı İslamm tebliğidir. Yeryüzünden her türlü bozgunculuk ve istismarı önlemek için İslama omuz vermek, güç vermektir. Onu hayata hakim kılmak ve korumaktır. İyilikle, güzellikle, gönülden gelen hikmet dolu sözle, yazıyla, yayınla, ama söylediğini yaşayarak, davet ettiği güzelliği önce kendinde gösterip akıl¬ları ikna ederek, kalbleri yatıştırarak engelleri aşmanın çabasıdır cihad. Başka çaresi yoksa, Allahın davetine etten kemikten engeller konmuşsa, onları aşmak adına çarpışmak¬tır

 

Ancak, mücahid başkadır, propagandacı ve militan başka. Ne kendimizi kandırmak, ne de dost düşman insanları ürkütmek maslahat değildir, menfaat değildir.

 

İslamı insanlara ulaştırma cihadının başka adları da vardır, davet gibi tebliğ gibi, irşad gibi, emr-i maruf, nehy-î münker gibi. Burada dikkat etmemiz gereken bir husus vardır. Mürşid ile, tebliğci ve davetçi ile, propagandacı ve militan arasında çok ama çok büyük farklar vardır. Bir fikri yaymak, bir harekete taraftar toplamak için yapılan her türlü plan, program, çalışma ve gayret diye tanımlayabileceğimiz propaganda, ahlakilik ve doğruluk tanımaz. Hedefe varmak için her şeyi mubah sayar o. Maksat da meşru olmayabilir, amaçlanan menfaat da. Zaten propagandaya bu yüzden "beyin yıkama" ve "reklam" da denilebilir. Özellikle demokratik düzenlerde menfaat temini için "soğuk harp" "psikolojik harp" gibi çoğu zaman yalana, dolana, hile ve entrikaya dayalı bin bir vasıta kullanarak elde edilen iktidar, hakkın, doğrunun, güzelin iktidarından çok vaya büsbütün "palavranın" iktidarıdır. His ve heyecana dayanan propagan¬danın hemen hemen kullanmadığı malzeme yok gibidir. Çıkar için herkesi kullanabilir, her kutsalı istismar edebilir. Çoğu zaman esas maksat ve menfaatini gizler de başka yönlerden dem vurarak aldatır insanları...

 

İşte öyle bir propagandacı ile tebliğci arasındaki en büyük fark iman, istikamet, sıdk ve ihlastır. Bütün bunların da en büyük alameti, davasını önce kendisinin yaşaması, davası için mal ve mesaisini harcayarak çaba ve gayret sar-

fetmesidir.

 

İslamı özünde yaşamayan, söz ve davranışlarıyla İslamm ilahi ikliminden çok beşeri bir ideolojinin" militanı gibi davranan' insan kim ne derse desin, hevasının kavgasındadır. Herkese bir heyecan, oyalanacak bir kavga, menfaatlanacak bir dava, yada şan ve şöhret lazım ya, o da İslam demiştir, işte o kadar… Bunlar çok acı sözlerdir, farkındayım. Bunlar mübalağa da değil. Şu ana kadar yaşadığımız bir çok tecrübenin ürünüdürler. Acaba yaptığı yanlışlıklarla alemi zamansız ve zeminsiz İslam’ın aleyhine ayağa kaldıran ve onu daha başında boğdurmaya çalışan insan, İslam’a ne kadar hizmet etmiş veya düşmanlık etmiştir, bunu iyi değerlendirmek gerekmez mi? 

 

Her dava kendine bir hareket metodu seçmiştir. Elbette İslamın da kendine has bir metodu, bir usûl ve uslübu vardır ve onsuz İslami hareket hüsrandır. "Vusülsüzlük, usulsüzlük¬tendir" kelam-i kibarı, tecrübe edilmiş bir kaide-i kübra ve esas-ı azimdir.

Kaldı ki, küçücük kendi vücut ülkesinde, gerekli donanım, eğitim ve silahlan vaktinde hazırlayamadığı, dolayısıyla kullanamadığı için nefis düşmanına "büyük cihadında" mağlup olmuş bir komutanın, sahtekarlık yaparak muzaffer bir komutan edasıyla başka vücutlar ülkesinde harb meydanına atılması, hem akılsızlık, hem de amansız bir hüs¬randır.

Böyle sahtekarları dost sanıp sinelerine basanlar ve safiyane saflanna katanlar, göz göre göre tuzağa düşen veya bilerek kendilerine hile yapan(!) insanlardır ki onlar, ne kendilerini, ne dostlarını, ne düşmanlarını, ne zaferi, ne boz¬gunu anlamamış, ancak düşman sevindiren iyi niyetli budalalardır. Donkişot bile güler bunlara...

Şu da var ki, propaganda ile kazanılan taraftar, çoğu zaman karşı propaganda ile kaybediliverir. Çünkü propagandada olgunlaşan bir fikir yoktur. Herkes bilir ki, iktidara gelen partiler sürekli değişir. Sırf propagandanın gücüyle zevklerine, duygularına, beklentilerine hitap eden bir partiyi "yaşasın" diye alkışlayarak iktidar edenler, veya bir ideolo-jinin militanı olanlar, kısa bir zaman sonra "kahrolsun" diye onlan iktidardan etmişler veya karşı ideolojiye katılmışlardır. Demek ki önemli olan, kalıcı olan, düşünceyi yerine oturt¬mak, daha doğrusu, doğru düşünmeyi öğretmektir. Hiç bir Peygamber (A.S.) kolaya kaçarak propaganda yapmamış, aksine davasını her türlü olumsuzluklara göğüs gererek sabır¬la, çileyle, çoğu zaman canım ortaya koyarak, ama muhakkak ki, her şeyden önce davet ettiğini kendi yaşayarak ve örnek olarak en güzel bir usul ve uslübla tebliğ etmiştir.

Evet, cihad ciddi bir iştir, dostlar alış verişte görsün edasıyla yapılmaz. Bunun dünya boyutunda -bize düşen kadarıyla- dengeleri iyi kollayıp kaybetmeme, dolayısıyla zaferle, devletle beraber, yok olmama, bitip tükenmeme gibi bir netice nimetiyle beraber, yapılanın büsbütün elden gidip haybet ve hüsrana düşmeme, kötü niyetle "riyakar" diye sura¬ta çarpılarak cehenneme atılmama, makbule geçerek cennete konulup razı olunma gibi, gözetilmesi gereken bir ahiret boyutu da vardır. Riyasız, süm'asız, garazsız bir ihlas boyu¬tu... Kısacası, cihadla büyüyen İslam olmalı, kendimiz değil.

Bize ahirette zafer kazandırmayan zaferler olmaz olsun... 

 

 

MÜNAZARA ADABI

Edep, hayatımızın her anında ve durumunda dikkat etmemiz, asla terketmememiz gereken bir keyfiyettir. Şahsi mutluluğumuz da bunda içtimai mutluluğumuz da bundadır. Bütün üzüntü, ayrılık ve dargınlıkların altında edep noksanlığı veya yokluğu yatar. Bu yüzden ki Efendimiz "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”  diyerek, geliş sebebini edebe bağlamıştır. Bir başka kutlu hadisinde de "İslam güzel ahlaktır"'  buyurmuştur. Edep ve ahlak eşanlamlı kelimelerdir. Bu yüzden sünneti yaşamak, edebi yaşa¬maktır. Edeb, sünneti gözetmektir. Kemal ehli hayatın her anında edebe riayetle kemâlâta ermiştir.

Her şeyin edebi olur da münazaranın edebi olmaz mı?. Edeple yapılmayan her münazara, kırgınlıklara sebeb olduğu gibi, çoğu zaman, Allah korusun, sırf mağlup duruma düşülmesin diye, enaniyet uğruna hakkı bile bile örtmeye kadar gidebilir. Bu yüzden, münazara kelimesi, muhasama, muâruza, münazaa, münakaza, münakaşa manalarına da kullanılmıştır. Veya bunlar en azından birbirine yakın kelimelerdir. Tecrübeyle sabittir ki, münazara ve münakaşadan pek hayır gelmemiş, hayırlı bir sonuca erilmemiştir. Ka-zanılsa da çok şeyler kaybedilmiştir onda. Herhalde bundan olsa gerek ki kitaplarımızda mezmum sayılmış, yerilmiştir. Elbette ki, nezaketle kazanılan hak, münazara, münakaşa ile elde edilenden * daha uygun ve daha güzeldir.

İmam Gazali, İhya da bu konuya geniş yer vermiştir. Oradan bazı hadis mealleri sunalım: "Kardeşine itiraz etme, onunla lağıv konuşma." "İtirazı terkedin, zira onun hikmeti anlaşılmaz ve fitnesinden emin olunmaz." "Haklı olduğu halde mücadeleyi terkeden imse için cennetin ortasında bir köşk inşa edilir. Haksız olduğu halde ücadeleyi terkeden için ise, cennetin kenannda bir ev bina edilir." "Kul, haklı da olsa, mücadeleyi terketmedikçe imanını ke¬mâle erdiremez." 

Neden tehlikelidir? Sebebi basit: Münakaşa niçin yapılır? Muhatabı ilzam için. Gaye, onu sözlerinde haksız, hatalı göster¬mek, şahsını küçük düşürmek, cahilliğini ortaya koymak, kusurunu ilan etmek... Madalyonun ters yüzü ise kendi ilim ve üstünlüğünü göstermek, faziletini izhar etmek. Bunun altında yatan nedir? Nefsin arzusunun ta kendisi. Yani kibir, gurur, enaniyet, övünme, bö¬bürlenme ve üstünlük iddiası. Tehlike işte buradadır.

Bir gün, güzel bir meclis kurmuşuz, güzel kardeşlerimizle. Bir müddet tefsir okuduktan sonra, nefis bir sohbet sürüyor. Söz in¬tihara geliyor ve yarasının acısına dayanamayarak intihar eden sa-habiyi naklediyor bir kazamızın müftüsü. Arkadaşımın biri "Uhud"da diyor. Fakir ise "Hayber'de Kuzman" diyorum. Arkadaş, yıllarca Peygamberimizin hayatını okutmuş, siyer hocalığı yapmış¬tır. Kendinden emin olarak "Uhud"da diyor. Fakir, yakında bu ko¬nuda bir va'z hazırladığımı, bu hadiseyi de orada anlattığımı, hazır¬larken de bu hadiseyi, İbrahim Canan Bey'in "Sulh Çizgisi"  adlı güzel eserinde, Buhari ve Müslim'den naklen gördüğümü”  söyle¬dim. Arkadaşım: "Ben siyeri çok okudum ve iyi biliyorum. Sen, unutmuşsundur" demez mi? Fesübhanallah?.. Yahu ne olur bir ihti¬mal olsun bırak bari.. Nasıl bu kadar kendi lehine kesin konuşur, kestirip atar da muhatabı hiçe sayarsın?. Bari "bir bakalım, ben öy¬le biliyorum" de canım!..

Fakir, meded diye, o anda orada bulunan Hikmet yayınların-dan "Büyük İslam Tarihi"nin 1. cildinin indeksine koştum. "Kuzman" kelimesi yok. Mecliste bulunan ve ders hocası olan muhterem, "gerek yok" dedi bu arada... Belli ki münazarayı hoş görmüyordu. Onun huzurunda böyle bir durumdan doğrusu üzülmüştüm ve utanmıştım.

 

Eve gelince, hemen açtım "Sulh Çizgisi"ni. Evet öyle... Araştırdım. Tecrit-i Sarih. C. 10. sh. 266-270 arası aynı hadise an¬latılıyor, Hayber'de Kuzman Hadis no: 1609 ve 1610 Bak şimdi içimde deprenen enaniyetime.. Hemen telefona sarılıp "aç bakalım falan kitabı" diyesim geliyor. Kendimi tuttum "bir başka zaman, münasip bir üslupla" dedim, yeni bir tartışmadan kaçınmak için. Bilmem Cennette bir köşk elde edebildim mi?

Evet, münakaşadan sakınmalı, muhatabımızı incitmemeli, tevazuyu elden bırakmamalı, işittiğimiz Hak ise kabul etmeli, dinle alakası olmayan yanlışda, gerekirse susmalı, ilmi bir mesele veya sorulan sualde ise lütufla konuşmalı kendi üstünlüğümüzü izhar ve başkasının cehaletini ortaya çıkarmak, küçük düşürmek için yapılan münazaralardan sakınmalıyız, kaçınmalıyız.

Kalp çok hassas, dostluklarda çok kıymetlidir. Dikkat gere¬kir her hâl-u kârda...