Seçim

Bir İslam devletinin gerekliliğinden bahsetmek, aynı zamanda ona bir “Devlet başkanı” ve yeterli sayıda “İdareciler” seçmenin gerekliliğinden de bahsetmektir herhalde. Şöyle düşünelim; mademki bir devlet gerekli, öyleyse bu devlete bir başkan, bu başkana yeteri kadar yardımcılar ve memurlar da gereklidir.

Bir ülkede devlet başkanı ve genel yöneticileri seçmek çok önemli bir iştir. Hiç şüphesiz seçimlerde iyi ve ehil insanların idareciler olarak seçilmeleri ile o ülkenin birlik ve beraberliğini korunacaktır. Huzur ve bekasını temin edecektir. İç ve dış düşmanlara karşı ülke savunulacaktır. Haklar, hukuklar ve hürriyetler adalet esaslarına uygun olarak düzenlenecektir. Gelir ve giderler tanzim edilecek, idari, hukukî, iktisadî vs. mekanizmaların adil ve sosyal dengeler içinde kurulup işlerlik kazandırılması sağlanacaktır. Her devlet gibi İslam Devleti de bunun için vardır.

Hz. Peygamber, Medine'de kendi devletini kurmuş, aynı zamanda onun fiilen başkanlığını da yürütmüştür. O, toplum açısından bakıldığında yalnızca bir devlet başkanı değildi. Aynı zamanda hâkim, komutan, öğretmen, diplomat vb. gibi devletin bütün yönetiminde de örnekti. Tarih şahittir ki O, İslam'ın kurallarını tam bir tarafsızlık içinde, en adaletli bir biçimde uygulamıştır. Onun bu konuda ne kadar ciddi ve hassas olduğunu, "Vallahi, kızım Fatıma da hırsızlık yapsa, O'nun da elini keserdim" demesinde bir kere daha görürüz.

Bütün bu bilinenleri zikretmekten maksadımız, sözü şuraya getirmektir; O'ndan sonra İslam devletini yönetmek, bir nevi O'nun görevini üstlenmektir. Bu görevi yürütene bu “üstlenme” yüzünden de “Halife” denildiğini biliyoruz. Bu konuları “İslam’da Devlet Ve Siyaset” kitabımızda genişçe yazmıştık, bakılabilir.

Hakkını vererek O’nun makamına oturmaktan daha güzel, daha olumlu, daha şerefli, daha faziletli, daha sevap ne olabilir ki! Hakkını veremeden O’nun makamına oturmaktan daha kötü, daha çirkin, daha belalı ne olabilir?

Seçimler yaklaşırken, seçilme konumunda bulunanların sevinç ve heyecanına bakıyorum da hayret ediyorum. Sanırım siz de benim hayretime şaşırıyor ve “hangi devlet, hangi başkan, hangi seçim?” diyorsunuzdur. Eh, nükteyi anlamışsak işte burada birleşiyoruz. Biz Müslümanız ve bizim derdimiz davamız İslam Toplumuna İslam devlet Başkanı seçmenin heyecan ve mutluluğunu yaşamak olmalıdır, öyle değil mi?

Evet, ama gel gör ki biz nelerle uğraşıyoruz?

Acaba bütün yüreğimizle sevinç ve heyecan duyacağımız kendi seçimimize bir kere olsun katılabilir miyiz? Allah’ım bize de göster!

Bu sistemin en ayıplı yanlarından birisi de, seçimler yaklaşırken kimin nereden aday konması, kişilerin kalitesinden ziyade kazanma şanslarına bakılarak yapılmış olmasındadır. Seçmene de ayıp, seçilene de. En büyük ayıp ise bunu yapan liderlerin boynundadır.

Bu “adayları liderlerin seçmesi” meselesi ülkenin en büyük sorun ve ayıplarındandır maalesef. Böyle bir seçim sistemi halkın iradesini mümkün değil, gerçekleştiremez. Kaç defa yaşayarak gördük bunu değil mi? Acaba iktidara gelenler bunu neden uygun bir şekilde adalete bağlamaz? Bu ayıp onların yüzünde hep yapışık kalacaktır.

Sonra ellerinde imkân varken neden bu işi gerçek demokrasilerde olduğu gibi halka bırakmazlar? Bütün partilerde de mi jakoben anlayış var yoksa? Hepsi de mi halka güvenmiyorlar? Yoksa milletvekillerine mi, konjoktör efendiye midir bu güvensizlik? Yoksa çıkar kaygısı mı var bu kulak üstüne yatışta?

Keşke çıksalar da açık seçik bunu anlatsalar halka! Değilse, hep suçlanacak ve ayıplanacaklardır haklı olarak.

Adayların tespitinde halkın isteklerinin veya tersinin ne denli önemli olduğu öne çıkan bir durum olarak her zaman vurgulandı. Biz de bunu zaman zaman vurgulamış ve “Halka kulak vermeyenler, cezasını çekmeliler” demiştik. İslam açısından yasama ve yönetme büyük bir sorumluluktur. Bu doğrudan imana varıp dayanan büyük bir sorumluluktur, dağ gibi ağır bir emanettir ve mutlaka ehline verilmelidir. Emaneti ehline vermeyenler, unutmasınlar ki, kendilerine de, dinlerine de, milletine de, tarihine de ihanet içindedirler.

Acaba ehli kimdir?

Bu işin ehli, bedeni görevi yerine getirmeğe elverişli olacak kadar sağlam, bu işi götürebilecek bilgi ve tecrübesi yerinde, ahlak ve erdem açısından mutlaka faziletli bir insandır. Göreve talip olmama, bu konuda hırs göstermeme de, İslamî yönetim biçiminde bir edep olarak sayılmıştır. Sevgili Peygamberimiz (sav)in hadislerini incelediğimizde idareciler ve hâkimler için çok büyük sorumluluklar ve o nispette de mükâfatlar verildiğini görürüz. Peygamberimizin idareci seçerken aradığı ilk özellik, kişinin o işe ehil, yani o işi yürütecek donanımlara sahip olmasıdır. Bu aynı zamanda Allah'ın kesin bir emridir de.

[1]

Onun için İslam’da usul ve gelenek, yönetime talip olmamaktır. Görev, isteyene özellikle verilmez. Bu prensip şüphesiz ki, devlet başkanı ya da ona niyabeten atama yapacak olanların işini kolaylaştırmıştır. Konuyla ilgili şu hadisleri örnek verebiliriz:

Abdurrahman ibnu Semure (ra.) anlatıyor: "Resullullah (a.s) buyurdular ki:

-Ey Abdurahman! Emirlik isteme. Eğer senin talebin üzerine sana emirlik verilirse, istediğin sorumluluğun şeyi sana yüklenir. Eğer sen talibi olmadan sana emirlik verilirse, o işte yardım görürsün. Bir iş için yemin eder, sonra da aksini yapmakta hayır görürsen, daha hayırlı gördüğün ne ise onu yap, ettiğin yemin için de keffarette bulun."

[2]

Hadîs-i şerîfte sözü edilen yöneticilik, valilik, kaymakamlık, belediye başkanlığı gibi devleti ve milleti temsil etme görevidir. Peygamber Efendimiz devletin gücünü kudretini temsil edecek kişilerin bu göreve lâyık, şahsiyetli, bilgili ve işinin ehli kimseler olması gerektiğine işaret buyurmakta, makam ve mevki heveslisi değersiz ve şahsiyetsiz kimselerin böyle önemli mevkilere getirilmemesi icap ettiğini hatırlatmaktadır.

Zira koltuk sevdasına kapılmış olan menfaatçiler, o makamlardan hesapsız çıkarlar elde etmeyi umdukları için, araya hatırlı kimseler koyarak, hatta gerekirse büyük rüşvetler vererek göz diktikleri mevkileri elde etmek isterler.

Sonuçta bir kimse böyle önemli görevlere lâyık ise ve bu hizmet devleti yönetenler tarafından kendisine teklif ediliyorsa, görevi kabul edip devletine hizmet etmelidir. Kendisi tâlip olmadığı halde lâyık görülerek iş başına getirilen kimse, Peygamber Efendimiz’in belirttiğine göre, Cenâb-ı Hakk’ın yardımını görür ve işinde başarılı olur.          

Bakalım ne zaman seçimlerde halkın istek ve arzuları seçmen listelerine yansıyacaktır?

Eğer buna dikkat edilmezse, halkın şamarı er ya da geç onu dikkate almayanların suratında patlayacaktır. Artık her şey gibi halk da değişmektedir. Halk sürü değil, söz sahibi olduğunun bilincindedir. Bunu görmeyenlere o şamar gösterecektir elbette. “Denemesi bedava” diye bir söz vardır. Ama bu sahiden bedava mıdır acaba?

Her neyse, adayları seçen liderlere hatırlatırız; artık bu konuyu iyi değerlendirerek aday seçiminde titiz olmalıdırlar. Başarmanın mutluluğu kadar, kaybetmenin acı hüznü de buna bağlıdır değil mi?

Bir tavsiye de adaylara; “Siz adayımızsınız” denildiğinde iki kere düşünsün. Bu işin sonunda saçlarından Süreyya yıldızına asılmak da vardır. Daha önce de uyarmıştık: Hadis-i Şeriflerden öğrendiğimize göre, layık olmadığı halde görev isteyen kadar, layıkları varken görevlere başkalarını seçenler ve atayanlar da Allah Teâlâ’ya, Resulullah Sallallahu aleyhi veselleme ve ümmete ihanet etmiş birer haindirler.

Buradan parti genel merkezlerine çağrı yapıyorum; adaylarınızın en belirgin özelliği cesaret ve kahramanlık olsun. Para pul, şan şöhret, makam mansıp nasıl olsa olacak, bari millete hizmet edecek kadar, bunun için engelleri aşmaya cesaret edecek kadar kahraman olsunlar. Karşılarına dikilen zorbaları halktan aldıkları güçle saf dışı etmeye şimdiden gözleri kessin, feri yetsin. Bizi utandıracak teslimiyetçi korkaklara ihtiyacımız yoktur. Ne kendilerini, ne de bizi perişan etmesinler. Adaylıktan daha baştan çekilsinler. Buna rağmen gider de gerekenleri yapmazlarsa, çok büyük vebalde olacaklardır. Dünya ahiret ellerimiz yakalarını bırakmayacaktır.

Her neyse, dindarların beklentisi, kendilerini temsil iddiasıyla ortaya çıkanların, temsil ettikleri kitlelerin boyunlarını bükecek, onurlarını iki paralık edecek tavırlardan uzak durmaları ve ülkede herkese verilen haklardan, hukukun üstünlüğü, adalet ve eşitlik ilkelerine aykırı olarak Müslümanların mahrum edilmesine mani olmalarıdır.

Evet, ey adaylar! Dünyalığınızı elbette düşüneceksiniz ve zaten elde edeceksiniz. Fakat bu arada milletin hak ve hukukunu da düşünecek, onlara karşı çıkan zalimlerle mutlaka mücadele edeceksiniz. Bu mücadele bilgi, tecrübe ve imkân kadar aynı zamanda mangal gibi yürek de ister. Sizlerde bu varsa ne âlâ! Yoksa yol yakınken vazgeçiniz. Dünya, uğrunda yanmaya eğmez.

İslam tarihini dikkatle inceleyenler, devletin başında bilgili, adil idareciler olduğu sürece devletin güçlenerek geliştiğini, böylece halkın devlete güveninin arttığını, İslam'ı yaşamanın kolaylaştığını, dolayısıyla toplumun barış, huzur ve saadetinin sağlandığını, sonuç itibariyle refahın artarak ümran ve uygarlığın geliştiğini gözlemlerler.

İmam Gazali de devletin ömrünü, ahlakî ve insanî faziletlerin devamına bağlamıştır. O'na göre hükümdarın bozulması halkın bozulmasına sebep olur. Hükümdarın bozulmasını da alimlerin bozulmasına bağlar. Bu da devletin yıkılmasında, halk ve onu idare edenlerle aydınlatanlardaki dinî ahlakî değerlerin önemini ortaya çıkarmaktadır. "Adil olmak şartıyla, kafir de olsa devlet devam eder;  fakat zalim olan devlet yaşamaz" vecizesini zikreden Gazali'ye göre "Sadaka insanın ömrün uzattığı gibi, adalet de devletin ömrünü uzatır."

[3]

İdarecilik ve memurluk her ne kadar hakkını veremeyenler için ahirette bir rüsvaylık ve pişmanlık ise de görevini yapanlar için endişelenecek, korkulacak bir vazife değildir. Devletin işini yürüterek ümmete hizmet edenler, faziletli insanlardır. Dünyada ve ahirette ücret ve sevaplarını alacaklardır

Şunun farkındayız, laik devlette sandıklar halkın önüne konduğunda bizler bu seçimlerle İslam Devletine yönetici seçmiyoruz. Sözde laik demokrat bir devlete idareciler seçiyoruz. Çünkü öyle ucube bir sistemde yaşıyoruz ki, komünist, faşist, materyalist, kapitalist vs. gibi beşeri her düşünceye dayalı parti kurulabilir ve seçilebilir, ancak sadece İslam Partisi kurulamaz ve seçilemez. Evet, % 99 u Müslüman olan bu ülkede sadece İslam yasaktır! Ne partisi kurulabilir, ne seçimlere girebilir. Ve güya bu demokrat ve özgür ülke, bütün Müslümanlara örnektir. Sakın kimse “bu laikliğin gereğidir” demesin, Almanya’da Hıristiyan Demokrat Partisi el’an iş başındadır.

Bu yüzden biz, ister milletvekili, isterse belediye başkanı ve benzeri görevlere talip olarak seçimlere katılanlara buradan sesleniyoruz:

“Hey arkadaş, niyetin nedir? Ne bekliyorsun bu seçimlerden? Yüklendiğin emanet ne? Sorumluluğunun farkında mısın? Ne yapacaksın kazanırsan? Bu sana ecir mi, azap mı olacak, muhasebesini yaptın mı?”

Emanet ve sorumluluk deyince kim ne anlarsa anlasın, bizim aklımıza ilk gelen şu ayettir:

"Biz emaneti göklere, yere, dağlara arzettik, ama onlar yüklenmekten çekindiler ve bunlardan endişeye düştürler. Fakat bu emaneti insan yüklendi. Çünkü o, kendine karşı çok zalim ve çok cahildir."

[4]

Bu ayetin hemen yanında, şu ilahi ikazı unutmak mümkün müdür?

"Ey iman edenler! Allah'a ve Peygambere hainlik etmeyiniz. Size verilen emanetlere bile bile ihanet etmeyiniz?"

[5]

Bizde maalesef  “cumhuriyet” ve “demokrasi” hiç ağızlardan düşmemesine rağmen, “halkın iradesine ve egemenliğine” hiç bakılmamıştır. Hatta halk, kendi hukuku düzenlenirken bile hiç hesaba katılmamıştır. Baskı, cebir ve şiddetle “batı hukuku”, inanç, örf ve adetler açısından çok farklılıklar gösteren bu millete zorla dayatılmıştır. Türkiye’de laikliği ön plana alanlar, bu “halksızlığı”, “cumhursuzluğu” övgüyle karşılıyorlar. Hatta bir de “Laiklik ve batı hukuku bu halka sorulmadı” diyerek aba altından deynek gösterip tehdit ediyorlar.

İyi mi bu? Yakışıyor mu? Halkına sorulmayan, halkı hesaba katılmayan bir ülkede demokrasi olur mu? Faşizan baskıların adını “demokrasi” koyarsanız, mesele halledilmiş olur mu? Kendini kandırmak da bir çeşit fitne değil midir?

Burada bir meseleye daha dikkat çekelim. Seçimler yaklaştıkça liderlerin söylemleri de değişiyor ülkemizde. Zaman zaman eylemleri de. Gittikçe eylemler ve söylemler çok renkleniyor, zevkleniyor izlemesi. Bizi ilgilendiren daha çok din dilidir. Artık liderler konuşmalarında daha çok “Allah” diyecekler, “inşallah” diyecekler, “Allaha ısmarladık” diyecekler. Belki ayet ve hadis de okuyacaklardır meydanlarda. Ayetli hadisli pankartların altında nutuk atacaklar. Bizde de bıyık altından gülerek dinleyeceğiniz bunları “sizi gidi utanmaz takiyyeciler sizi” diyerek.

Bu konuda aklına bir fıkra geldi. Milli Şef İnönü seçimlerde Konya’ya varınca ilin parti başkanı kendisine özellikle rica etmiş.

- Efendim Konya halkı dindardır. Konuşmanızda bol bol “Allah” deyiniz. Bu bizim menfaatimize olacaktır.

- Tamam, demiş İnönü.

Ve ertesi gün konuşmasını yapmış meydanda. Ama hiç “Allah, maşallah, inşallah” filan dememiş. Nihayet “Allah’a ısmarladık” diyerek konuşmasını bitirmiş ve kürsüden inmiş. Zavallı il parti başkan sızlanmış:

- Hani efendim çok Allah diyecektiniz!

Kendisini “Kadiri şeyhi” zanneden zavallı parti başkanına dönmüş İnönü ve demiş ki:

- Allah’a ısmarladık dedik ya!

Onun dinle imanla işi ancak bu kadar olabilir. Daha fazlası zarar getirir. Ne olur ne olmaz, bakarsanız “irticacı” diye onu da suçlarlar. Devir öyle bir devirdir çünkü. Bunla yadırgayanlara hatırlatırım, Kemalist Darbeci Evren’e aynı şeyler söylenmedi mi?

Şaka bir yana, insan her zaman samimi olmalı, içten olmalı. Her yaptığını ihlas ve sadakatle yapmalı. Nabza göre şerbet vermemeli. Ne ikiyüzlü olmalı, ne de iki yüz yüzlü olmalı. Mevlana ne güzel demiş, “ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün”. Bizi kim okur kim dinler onu bilemem, ama biz yine de doğru bildiğimizi söyleyelim:

İdareci olmanın iyilikleri yanında sorumluluklarını da az çok biliyoruz. İşin içinde cennet kadar cehenneme yakın olmak da var. Şimdi bu bilgiler ışığında bakacak olursak, acaba bu seçimlerde aday olan insanlar, nasıl bir yükün altına girdiklerini, nasıl ulu bir imtihanla karşı karşıya kaldıklarını, hatta diyelim nasıl bir belaya duçar olduklarını biliyorlar mı?

Bunu anlıyorlarsa, ne mutlu onlara! Kurtuluş ve mükâfat için durmadan çabalar ve kendilerini sürekli kontrol ederek hesaba çekerler. İyi insanları yanlarında barındırır, ehli ile istişare eder, sorumsuzları, laubalileri çevrelerinden uzaklaştırırlar. Kendilerini, tıpkı Hz. Ömer gibi “kurban” görürler. Hatırlar mısınız, o ölüm döşeğindeyken, “yerine oğlunu tavsiye et, o buna layıktır” diyenlere, “bir evden bir kurban yeter” demişti. O kendini kurban görüyor ve “mükâfat şöyle dursun, yarın hesapta el elde, baş başta kurtulursam, o bana yeter” diyordu.

Ey seçimlere hazırlanan vatandaşlarım, eğer siz böyle düşünmüyorsanız, kendinize yazık etmeyiniz ve bu işe daha baştan girmeyiniz. Bırakın, cehenneme kim gitmek isterse gitsin, aman siz gitmeyiniz. Bizden uyarması.


[1]

Nisa, 48.

[2]

Buhârî, Ahkâm 5, 6, Eymân 1; Müslim, İmâret 19, (1652); Ebü Dâvud, Harâc 2, (2929); Tirmizî, Nüzür 5, (1529); Nesâî, Adâbu'l-Kudat 5, (8, 225).

[3]

Fahreddin Korkmaz, Gazali'de Devlet, s. 40,47.

[4]

Ahzab, 72.

[5]

Enfal, 27.