Teokrasi

Yunanca theos (tanrı) ve kratein (hâkimiyet), iktidar kelimelerinden oluşan teokrasi, siyasal iktidarın Tanrı'dan kaynaklandığı ve bu iktidarın Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi veya bir grup tarafından kullanıldığı inanışına dayanan toplumsal düzen olarak da tanımlanmaktadır. Teokratik siyasal örgütlenmede, toplumsal sistemi belirleyen otorite din adına ilkel toplumlarda doğrudan tanrı iken, sonraları Hıristiyanlıkta kilise ve ruhban sınıfı olmuştur. Yani siyasal iktidarı kullananlar, din adamlarıdır.

Teokrasi, idare edilenlerin gözünde idare edenlerin kendilerini meşrulaştırmak ve itaatlerini sağlamak için yönetim yetkilerini tanrıdan aldıklarını söyleyenlerin yönettiği devlet biçimidir. Bu yöneticiler güya tanrının temsilcileridir, dolayısıyla mutlak itaati hak ederler. Halka karşı mesul değillerdir. Ancak kendilerine idare etme yetkisini veren tanrıya karşı sorumludurlar.  

Ömer Demir Ve Mustafa Acar "Sosyal Bilimler Sözlüğü"ünde, teokrasi için şu tarifi yaparlar: "Siyasal örgütlenme, devletin yönetim organları, tüm siyasal ilişki ve iktidarı kullanım biçimlerinin dini kurallara göre düzenlenip yürütüldüğü yönetim biçimi."

[1]

Oysa bu tarif biraz yanlıştır. Çünkü az sonra göreceğimiz gibi teokrasi daha çok din adamlarının Allah adına devleti yönetme biçimidir. Bu açıdan bakıldığında İslam'da “din adamı” diye bir sınıf da yoktur, devleti yöneten özel bir sınıf da yoktur. Dolayısıyla onların yönettiği bir devlet de olmamıştır. Ancak bu ülkede yıllardır Müslüman halktan korkan yöneticiler, İslam şeriatını kastederek, “teokrasiye izin verilmeyeceğini” söyleyip durmuşlardır. Oysa İslam ile teokrasinin bir alakası yoktur. Bu, din düşmanı “takiyyeci” bir “münafık” anlayışın, kelimeleri asıl anlamından saptırarak kavram kargaşası meydana getirip halkı yanlış düşüncelere götürme biçimidir.

İlkçağ devletlerinde din ve devlet işleri iç içedir. Belki devletin bütünüyle dinî bir örgütlenme olduğu düşünülürse bu devletlerin "teokratik" olarak nitelendirilmesi mümkündür. Bu tür teokratik toplumlarda siyasal iktidarı elinde tutan şef, tanrısal niteliklere sahip bir lider olarak görülmektedir. Hatta yer yer mabud şeklinde de telakki edilen bu liderler, kutsal kabul edilmiş, kendilerine kurbanlar sunulmuştur. Mısır, İran, Hindistan, Çin medeniyetlerinde bunları görürüz. Nitekim Firavunlara tanrı diye tapılmakta ve yaptıklarından sorumlu tutulmamakta idiler.

Daha sonra Avrupa’da bu yöneticinin kutsanması Hıristiyanlık ile bitmiştir. Fakat bir kul olarak bu yetki Kilise ve ruhban sınıfına geçmiştir. Artık devlet başkanı ilahî bir varlık değil, belki ilah’ın seçtiği bir kuldur. Teokrasinin Batıda bugün geldiği noktada Kilisenin yetkileri hala devlet ve yönetim üstünde hissedilmektedir. Orada ince bir ayar vardır; idareciyi seçmesi için halkı sevk eden dolaylı ilahî irade tarafından idare edilen halkın eliyle idareciye iktidar verilmektedir. Bu, kilisenin idareciyi bir nevi kontrol etme, haksızlıklarını, yolsuzluklarını önleme yetkisi olarak yönetimdeki tanrısal gücünün devam etmesiydi.

[2]

İşte siyasî iktidarın kaynağı ve meşruiyeti konusunda görüldüğü gibi belli başlı meşrûlaştırma yollarından biri de, iktidara ilâhî bir güç ve temel sağlamayı hedefleyen teokratik anlayıştır. Bu teokratik meşrûlaştırma anlayış çeşitlerinin en önemli üç şeklini görmüş olduk.

Hıristiyan Batı toplumlarının tarihinde teokrasinin değişik türlerine ve uygulama biçimlerine rastlanılır. Hatta bugün demokrasi uygulanırken bile bunun izlerini görmek mümkündür.

Laiklik Teokrasi İlişkisi

Siyasî-hukukî bir ilke olarak Lâikliğin varlığı tümüyle "teokrasi" diye nitelenen "dine dayalı tanrısal devlet" karşısında anlam kazanmaktadır. Bunun için lâikliğin açıklanabilmesi, tanrı ve din kavramlarının Batı tarihi içinde ne gibi bir anlama sahip olduğunu açıklığa kavuşturmaya bağlıdır. Theos, Yunanca tanrı (= ilâh) anlamına gelir ve Latincedeki karşılığı "deus'tur. Deus, âleme müdahale etmeyen ilâh demek olup insan zihninde uyandırdığı anlam Aristo'ya kadar geri gider. 

Ali Şafak “Hukuk Terimleri Sözlüğün”de laiklik için şöyle söyler: "Laik, dünya işlerinin din işlerinden ayrılması, dünyevi saltanat ile dini saltanat arasında kurulmak istenen ayrılık, her iki kural ve otoriteden günlük hayatta birbirine karışmaması, lâ dinî,  dinî olmayan, dinsiz. Kişilerin dünya işlerini düzenlemeyen, yalnız bu moral ve öte dünyası ile ilgilenen dinlerde ve buna inanan toplumlarda laiklik ilkesini uygulamak mümkündür. Ancak din ve dünya işlerini ortak düzenleyen dinlerde bu ilkeyi uygulamak mümkün değildir.”

[3]

Ali Şafak teokrasi için de şunları söyler: "Teokrasi: Tanrıya mensup, tanrı ile ilgili. Dine bağlı devlet yönetimi. Hıristiyanlık ve Kilis'e kontrolündeki yönetim. İslam'da yeryüzünün yönetimi belli bir sınıfa veya sırf din adamları kontrolüne verilmediğinden ve yönetenlerin de mukaddes bir kişiliği olmadığındandır ki, teokrasi sözkonusu değildir."

[4]

  İslam Teokrasi Değildir

Bu ülkede aydınlar, siyasiler ve yöneticiler yıllarca “din”, “şeriat” kelimelerinin yerine “teokrasi” kelimesini kullandılar. Bunu yapanlar işin farkında idiler ve ne demek istediklerini çok iyi biliyorlardı. Aynı zamanda böyle yaparak bir yerlere sürekli mesaj veriyorlardı.

Daha açık söylersek ülkede demokrasi yerine oturmamıştı. Hükümet vesayet altındaydı. Halkın iradesi anayasal kurumlarca seçilmişlerin elinden gasp edilmişti. Özellikle de asker, laikliğin bekçiliğini üstlenmişti. Vatan savunmasından evvel İslam dinini devlet ve sosyal hayattan tamamen uzaklaştırmayı kendine görev bilmişti. Zamanla bu görevin kimler tarafından verilip neye bedel olarak yaptırdıkları da açığa çıkacaktı.

İşte başta ordu, yargı, üst düzey bürokratlar, üniversite, iş dünyası ve medya işbirliği ile yürütülen batıcı, laik, çağdaş düzen, halkın taleplerine kayıtsız kalamayan kimi siyasetçilerin dindarlara idarede yer yer verdiği tavizleri örtmek için böyle söylerlerdi: “Teokrasiye karşıyız.” Onların kulaklarını çekmek istediklerinde de vesayetin sahipleri aynı şeyi söylerlerdi: “Teokrasiye karşıyız.” Çünkü dine, şeriata karşıyız deseler, halk bunu günlerce konuşur, eleştirir, devletinden ve yöneticilerinden soğurdu. Buna gerek kalmasın diye onlar da “Teokrasiye karşıyız” der, maksatlarını ifade etmiş olurlardı. Anlayan da anlardı.

Davut Dursun’un Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi’ne yazdığı “Teokrasi” maddesine göre en genel şekilde, din adamları sınıfı ta­rafından dinsel kurallarla yönetilen toplum­ların yönetim biçimi olarak tanımlanabilen teokrasi kavramı birbirinden farklı anlam­lara gelmektedir. The’os (ilâh-Tanrı) ve Kratos (kuvvet-güç) kelimelerinden oluşan teokrasi kavramı, tanrı kuvvetiyle idare edilen devlet anlamını vermektedir. Yöne­timin dine bağlı olduğu toplumlara teokra­tik toplum, devlete teokratik devlet ve siyasî-İdarî sisteme de teokrasi denmekte­dir.

Yine oradan öğreniyoruz ki, teokrasi ile kavramlaştırılan dine bağlı siyasî idarî sistemlerde din, toplumsal siste­mi belirleyen tek kuvvet olup siyasî iktidar din adamlarının elinde ve tekelindedir. Toplumda bütün düzenlemeler din tarafın­dan yapılmakta ve idarî kadrolar din adam­larınca kullanılmaktadır. Toplumsal ilişki­leri ve örgütlenmeyi düzenleyen bütün hu­kuk normları, dine dayandırılmış olup dinin dışında hiçbir şey hukuka kaynaklık edememektedir. Devletin siyasî ve idarî ku­rumlan ile hukuk yapısı dinden ayrılmış bulunmamaktadır. Üstelik bu din, ilahî bir hakikat ifade etmez. Yani doğrudan tanrıdan alınan hükümler manzumesi değildir. Din adamlarının dedikleri dindir, o kadar. Aslında, bütünüyle Tanrı gücü île idare edilen, dünyevî güçlerin hiçbir etkisinin bulunmadığı toplumlar yoktur. Teokrasiler­de, siyasî ve idarî liderler, dini, daha çok meşrulaştırıcı bir yapı olarak kullanmakta ve kendi düzenlemelerini dinî motiflerle su­narak otorite sağlamaktadırlar. Dini istismar yani.

Feodal çağda, güçlü imparatorlukların dağılarak çok sayıda prensliklerin ortaya çıkması dinin bu devletlerdeki etkisini artırmada olumlu işlev gördü. Kilise yönetimlere hâkim olarak bü­tün siyasal ve yönetsel kadroları ele geçirdi; böylece Avrupa'da Kilise devletleri doğdu. Kilise'de görevli din adamları (ruhban sınıfı-Clericus) tarafından din kurallarına göre yönetilen bu devletler teokratik sistemlerin başlıca örneklerini teşkil ettiler. Bu çağda Kilise (Ruhban sınıfı) tarafından savunulan "doğrudan iktidar teorisi", dinin siyasî-idarî sisteme egemen olmasını dile getire­rek teokrasinin teorik temellerini oluştur­maya çalıştı.

Ortaçağ'da Kilise'nin gücüne ve siyasal alandaki etkisine karşı ciddi muhalefet hareketleri gelişti. Kilise'nin kendini yenile­mek zorunda kalmasıyla gelişen reform ha­reketleri Kilise'nin birliğini ve gücünü sar­sarken yönetimde giderek etken olmaya ça­lışan yeni toplumsal sınıflar ortaya çıktı. Burjuva sınıfının büyük bir başarısı olan Fransız ihtilali (1789) ile Avrupa'da teokra­tik yönetimler iyice geriledi ve Batıda kilise'nin tamamen devletin dışına bırakıldığı laik yönetimler kuruldu.

[5]

İslâm dünyasında Batıdakine benzer te­okratik yönetimler olmamakla birlikte, İslâm dini kurallarına göre örgütlenen siya­sal sistemler yaşama imkânı buldular. İslamî yönetimlerin Batıdakilere benzeme­mesi, öncelikle İslâm dininin özgün yapı­sından ve kuruluşundaki özelliklerden kay­naklanmıştır. Hz. Peygamber'den sonra İslâm yönetimler, hiç bir şekilde bir din adamları sınıfının egemen olduğu si­yasal yapılar değildir. Sadece toplumun Kur'ân'ın ortaya koyduğu kurallara göre dü­zenlendiği bir hukuk devleti olarak ortaya çıkmışlardır. Biz buna İslam devleti veya hilafet devleti diyoruz.

İslâmiyet, kendisinin dışında bir dün­yevî gücü (Sezar- Melik - parlamento) kabul etmediğin­den, Hıristiyan toplumlarında görülen Kilise-Kral çatışmasına benzer bir mücadeleye tanık olunmamıştır. İslâm dini, toplumsal ve siyasal hayatın her alanında "Tevhid" il­kesinin geçerli olduğunu savunmuş ve top­lumun örgütlenmesini tek bir güce vermiş­tir. Toplumda siyasal iktidarı elinde tuta­nın din adamı olmasına ihtiyaç olmamakla birlikte dinsiz olması da kabul edilmemiş­tir. Samimi bir müslüman olmasının yanın­da bazı özel nitelikler aranmıştır.

Yönetim-din ilişkileri açısından Os­manlı Devleti'nin bir teokrasi olduğunu iddia edenler de, onun bir İslam devleti olduğunu inkar edenler de ne İslam’ı ne de teokrasiyi bilmeyenlerdir. Osmanlı yöneti­minde dinin yönetime bağlı oluşu, şeyhülis­lamlık örgütünün kamu bürokrasisi içeri­sinde yer alması, din gücünün siyasal güç tarafından denetlenmesi ve benzeri yapısal nitelikler Osmanlı'yı bir teokrasi olarak de­ğerlendirmeye imkân vermemektedir.”

[6]

 

Şeriata “Teokrasi” İftirası

Zaman içinde siyasetçiler halk uyandıkça az da olsa değişmiş, öyle ulu orta açıktan şeriat düşmanlığı yapamaz olmuşlardı. Artık meydanlarda "Şeriata karşıyız" diyemiyorlardı. Devlete ve devrimlere bağlılıklarını bildirmek için kendilerince icap ettikçe artık "teokrasiye karşıyız" diyorlardı. Bu üslup ve ifade biçimi de yeni tartışmalara sebep olurdu:

Teokrasi nedir? İslam’da teokrasi var mıdır?

Yukarıdan beri gördük, İslam devletini de ileride göreceğiz. O zaman bu iki soruya cevabımız; “ne alakası var?” olacaktır. İslam’da yönetim yetkisi kendinde olan bir “ruhban/din adamı” sınıfı var mı ki teokrasi olsun?

Asla!

Hatta İslam’da “din adamı” mı var?

Asla!

Son zamanlarda laik devlet Diyanet Kurumu ile “din görevlisi” atadı, o kadar. Dikkat ederseniz “din adamı” değil, “din görevlisi”.

Peki, teokrasi ile şeriat aynı mıdır?

Asla!

Şeriat kaynağı Kur’an ve Sünnet olan İslam’dır. Özellikle de İslam’ın hukuk bölümüdür. Bu da bir sınıfın değil, kendisini ilim ile yetiştirmiş her alimin söz sahibi olduğu bir sivil alandır.

Peki, böyle söyleyenlerin maksatları nedir?

Müslüman halktan korktukları için açıkça “şeriata karşıyız” diyemediklerinden, onu kastederek “teokrasiye karşıyız” diyorlar. Yoksa bu ülkede ne Vatikan, ne kilise hakimdir, ne de “ruhban sınıfı” vardır.

Peki, şeriata karşı çıkanların dinen hükmü nedir?

Bu konuyu az önce geçen “laiklik” bahsinde gördük. İleride şeriatı ayrıca işleyeceğiz. Şimdi burada cevabımız gayet açık olacaktır. Şeriat İslam’dır. Ona karşı çıkmak, kesinlikle dinden çıkmak, mürted olmak demektir. Dinden çıkmış ve küfre düşmüş olmanın ise birey, aile ve toplum açısından dini ve dünyevi neticeleri vardır. Bu konuyu da “tekfir” maddesinde işleyeceğiz.


[1]

A.g.e. s.220.

[2]

Bkz. Muhammed Faruk en-Nebhan, İslam Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları, s. 11.

[3]

Ali Şafak “Hukuk Terimleri Sözlüğü, s. 287. Evet, çıplak gerçek odur ki, din ve dünya işlerine ortak düzenleyen dinlerin başında İslam gelir.  Öyleyse İslam’da bu ilkeyi uygulamak mümkün değildir. Kim “mümkündür” diyorsa, o İslam’ı bilmiyordur. Eğer biliyorsa, yalan söylüyordur.  “Mümkündür” sözünü ispat için her yaptığı da Allah Teâlâ’nın dininde bir operasyon yapmaktır. Yani dinde reform dedikleri bozma ve değiştirme çabalarıdır.  Sistemin emriyle “Gerçek İslam” adı altında bunu yapmaya çalışan bir sürü sözde akademisyen sapkının varlığı ve çabaları daima başarısız kalacaktır. Zira Allah Teâlâ dinini koruyacaktır. Bunlar İslam’a zarar veremez,  ancak bize üzüntü verirler.

[4]

  A.g.e. s. 600.

[5]

Bkz. Davut Dursun, Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi,  “Teokrasi” md.

[6]

Bkz. Davut Dursun, Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi,  “Teokrasi” md.