Deizm

Bu çabaların sonucu “deizm”e vardı. “Deizm” veya “yaradancılık”, tüm dinleri reddeden ancak Tanrı'nın varlığına inanan inanç biçimidir. Dinler reddedildiği için peygamberler, kutsal kitaplar, sevap, günâh, dua, ibâdet, vahiy, kader, ahiret, cennet, cehennem, melek, cin ve şeytan gibi kavramların hiçbirinin deizm inancında yeri yoktur. Yalnızca evreni ve doğa kanunlarını koyan, bunun ardından evrene ve insanlığa hiç bir müdahalesi olmayan bir Tanrıya inanılır. Bu tek inancın kaynağı, dolaysız yoldan algılarımızla doğaya ve insanın yapısına duyulan hayranlık ve bunları bir yaratan bir gücün olması gerektiğine yönelik inançtır. Deizmde insan için en önemli ödev, Evren'i ve yasalarını akıl yoluyla bilmek, anlamak ve zihnini sürekli geliştirmektir.

Deizm doğadaki tasarımlar/kanunlar ışığında akla ve mantığa dayalı bir Tanrı inancıdır. Deizm’in doğasında ve felsefesinde korkutma ve hurafeler yoktur. Ancak, aklımız/mantığımız ve inancımız Deizm'de bir arada bulunur. Evrenin harika yapısı ve gördüğümüz yaradılış sistemi, Tanrı'nın mevcudiyetine, bize kitapların gösterebileceğinden çok daha büyük bir kanıttır ve aynı zamanda onun gücünün büyüklüğünü gösterir.

Erciyes Üniversites Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Deizm Ve Dînî Hayat” isimli bir tez hazırlayan Mehmet Öztaş, “Dogal Din Anlayışı” başlığı altında (s. 21) bu konuda geniş bilgiler verir. Biz kaynaklarını hazfederek oradan bazı iktibaslar yapacağız:

“Rasyonalizmin etkisiyle aklın dine uygulanmasının, deizmin tabiî bir sonucu olarak dini geleneklerin, hatta vahyin reddedilip yerine akıl dininin ikame edilmesi gündeme gelmiştir. Rasyonalizmin tesiriyle aklı ön plana çıkaran deizm kendi içerişinde tutarlı olmak için kaçınılmaz olarak din konuşunda böyle bir sonuca varmıştır.

Nitekim Bury’e göre, Locke ‘un tesirindeki deizmin öncüsü John Toland böyle bir şonuca varmış ve din alanında aklın her şeyi çözebileceğini sanıp "Hıristiyanlık Gizemli Değildir" (Chriştianity not myşteriouş) adlı eşeriyle, Hıristiyanlığın eşrarlı olmadığını işpata çalışırken büyük ölçüde onu reddetmeye varan bir deizme ulaşmıştır. Nitekim Locke da Hıristiyan vahyinin akla zıt olmadığını daha doğruşu makullüğünü ğöştermek için "Hıristiyanlığın Makullüğü" (The Reaşonableneşş of Chriştianity) adlı eseri kaleme almış ve bu eser şonraki yüzyılda İngiltere’de çok yankı uyandırmıştı.

Bu dönemde Toland ve benzeri birçok düşünürün kendine örnek aldığı Locke imanı tamamen aklın hükmü altına koyuyordu. O Hıriştiyanlığın vahiy eşaşını kabul etmekle beraber, eğer vahiy en yükşek hâkim olan akıl ile tenakuza düşerşe vahyin terk olunacağını; çünkü, onun bize akıl ğibi, kati bilği veremeyeceğini şöylüyordu. Kendi ifadeşiyle şöyle diyordu:

“Vahye yer vermek için aklı ortadan kaldıran kimse onların ikisinin de nurunu söndürmüş olur; ve yaptığı iş, âdeta, bir kimseyi, pek uzaklardaki gözle görülmez bir yıldızı teleskopla görmek için gözlerini çıkartmağa ikna etmek ğibi bir şey olur.

İşte, aklın din alanına uyğulanmaşının doğal bir şonucu olarak “Doğal Din” veya “Tabiî Din” diye bilinen akıl dini doğmuş ve kısa sürede yaygınlaşarak birçok düşünür tarafından “deizm” diye isimlendirilmiştir. O, Tanrıyla kurulan doğrudan veya dolaylı iletişime bağlı olan vahiy dini veya doğa üstü teolojiye karşıt olarak, akıl yoluyla Bury, oluşturulabilen veya insanda doğuştan var olduğu düşünülen inançlar bütününü ifade ediyordu.

Yine bu şekilde yapılan, yani insanın salt kendi aklına dayanarak kendi Tanrısını ve evren teorisini meydana getirebileceğini varsayan teolojiye de “Doğal Teoloji” adı veriliyordu. Nitekim böyle bir din anlayışının ünlü temsilcileri olan Jean Bodin ve Herbert of Cherbury, aklı doğal bir ışık olarak görmüş ve dinin, vahyin değil de, aklın ürünü olduğunu şavunmuşlardır. Bu iki düşünüre göre, dinin temel inançlarını bize akıl göşterir, çünkü bu inançlar bizim doğamızda, aklımızda yerleşiktirler. Onlar, Tanrı’nın varlığına, O’na inanma, saygı göstermenin gerekliliğine ve bunun inşanları erdemli yapacağına inanırlar.

Bu şekilde Bodin, Herbert ve Toland gibi düşünürler tarafından gündeme getirilen tabiî din arayışı daha şonra, J. J. Rousseau’da “Uyğarlık Dini” ve nihayet ondan etkilenen Auğuste Comte’da da “İnsanlık Dini” şeklinde devam edecektir.

Nitekim Rousseau’ya ğöre “din, yüksek bir varlığın bizlere verdiği yüksek bir duygudan ibarettir, yeter ki, tapınma biçimleri, kuralları din adamları gibi gereksiz araçlar onu bozmasın!” İşte her vatandaşa ğörevini sevdirecek akla uygun böyle bir evrensel uygarlık dini yeterlidir.

Bu din, ilk ve bağımsız bir kaynaktan çıkar gibi, kalpten, duygudan, vicdan ve tabiattan doğar. Onun gayesi, kalbin ihtiyaçlarını tatmin etmek, ahlâki ve manevi hayatımızı yüceltmek ve kurtuluşa erdirmektir.

Auğuşte Comte’da ise din, onun pozitif doğa bilimi yanında pozitif bir toplum bilimi ve pozitif bir ahlâk biliminin kurulması düşüncesinin bir uzantısı olarak yine pozitif bir zeminde, sosyolojik bir kaynaktan beslenerek ortaya çıkmıştır. Comte, insanlık üzerinde yaptığı araştırmalar neticesinde dinin en eski toplumlardan beri her zaman için felsefe ve bilimden daha etkin olduğunu, dolayısıyla sosyolojinin bu kavramı incelemesi gerektiğine inanıyor. Daha şonra o, ilâhiyatçıların ortaya koyduğu dinin hayallere dayandığı, metafiziğe gömüldüğünü iddia ederek onun yerine şevgi, diğergâmlık, başkası için yaşama gibi esaslara dayanan insanlık dinini kurmaya çalışıyor. Bu din mutluluğun ancak birbirimizi sevip birbirimiz için yaşamakla elde edileceğini ileri sürerek, insanlığı bu dinin Tanrısı, bilginleri bu dinin ermişleri, insanlık şevgisini de bu dinin temel prensibi yapar. Böyle bir dinin hakim olduğu toplumda insan kendi kişişel çıkarını değil, toplumun çıkarını düşünecektir. Böylece bu toplumda bencilliğin yerini diğergâmlık(özğecilik) alacaktır. Nitekim bu anlayışından olşa gerek, Şorbonne kilisesi önündeki Comte heykelinin altına, “başkaşı için yaşamak” sözü kazılmıştır.

Aslında İslam dünyasında da tabiî din anlayışına paralel bazı ğörüşler bulmak mümkündür. Örneğin, Ebu Bekir er-Razi’nin, âlemi meydana getiren bir Tanrı’ya inanmakla birlikte peygamberliği inkar eden akli din yaklaşımında, böyle bir fikrin tohumları veya uzantıları bulunabilir.

Şimdi tekrar bu şekillerde uzantısını görmeye çalıştığımız deizme geri dönersek şunu söyleyebiliriz: Her ne kadar deist diye isimlendirilen filozofları bir çerçeve içinde toplamak güç olsa da, az çok farklılık gösteren deist tavırların çoğu bu akıl dininden etkilenmiş ve mucizenin inkarına varan bir aklileşme çabasıyla Hıristiyanlığı tabiî din anlayışına yaklaştırmaya çalışmış, kutsal metinlerin doğruluğu konuşunda ciddi endişeler beşlemiş ve yoğun eleştiriler yapmış, din adamlarının ruhani otoriteşini reddedip, aklın kendi başına Tanrı fikrine ulaşabileceği ve kurtuluşu şağlayan ahlak kaidelerine ulaşabileceğini iddia etmiştir.

Yine onlardan diğer bir ğurup da, özellikle Katolikliğin temsil ettiği Hıristiyanlığı esrarengiz ve mucizeye gömülü olduğu için reddetmektedir. Yine onlardan bazıları Hz. İsa’nın ulûhiyetinin yani

teslisi kabul etmemekte fakat aynı zamanda dinsiz olmadıklarını belirtmek için çok kere kendilerini “Hıristiyan Deist” olarak isimlendirmektedirler. Onların temel gayelerinden biri, hatta belki de birincisi, ortaçağdan beri oldukça yaygın olan “akla, mantıga sıgmamasına ragmen inanıyorum” fikri yerine “makul oldugu için inanıyorum” fikrini getirmek ve inancı mümkün olduğu ölçüde aksileştirmekti.

Bu “Hıristiyan Deistler” açısından bakıldığında da deizm yine Hristiyanlığın akla aykırı oldugu düsünülen unsurlardan arındırılması seklinde bir dini elestiri hareketi olarak ortaya çıkmakta ve Hristiyanlığa inanmakla birlikte, aklın da aynı gerçeklere ulaşabileceği, bir tabiî din kurabileceği ve nihayet Hıristiyanlıkla akıl arasında hiçbir çatışmanın olmadığı veya olamayacağı şeklinde tezler ileri sürmekteydiler.

Yine, İngiliz Deizminin babası olarak kabul edilen Cherbury’li Lord Herbert, Tanrı’ya ve ahiret hayatına inanmakla birlikte kutsal metinlerin doğruluğu konusunda ciddi kuşkular beslemiş, din adamlığı kurumunu şiddetle eleştirmiş, ayrıca evrensel gerçekleri kavramaya aklın yeteceğini savunmuştu.

Sunu da ilave edelim ki, deizmin kabul ettiği dünya, içinde mucizelerin gerçekleşmesine imkân vermeyen, buna ihtiyaç göstermeyen, çünkü bizzat kendisi, gösterdiği mükemmellikle bir mucize gibi görünen düzenli ve ince bir makinedir sanki. Dolayısıyla Tanrı’nın arada bir düzeltmek için ona müdahale etmesine gerek yoktur.

Görüldüğü üzere, bu kuramda mucizeye yer olmadığı gibi, Tanrı ile insan arasında devamlı bir ilişkiye de yer yoktur. Bu görüşte insanın, Tanrı’ya ibadet ve dua etmesinin hiçbir anlamı yoktur; çünkü Tanrı onunla ilgilenmez, onu işitmez. Öte yandan dünyadaki işlerin Tanrı tarafından su veya bu şekilde değiştirilmesini istemek, bu kurama göre, onun mükemmel bir şekilde yaratılmamış olduğu fikrine götürecektir ki, bu da kuramın temel ilkesine aykırıdır. Nihayet bu kuram, Tanrı ile insan arasında aracı bir rol oynamak iddiasında olan Kiliseyi de tümüyle devreden çıkarmakta ve insanların Kiliseye başvurmalarında da hiçbir anlam bırakmamaktadır.

Dolayısıyla bütün bu açılardan baktığımızda, yarı dinî yarı felsefî bir hareket olan deizmin, dini konulara akli metotların uygulanması, buna bağlı olarak da tarihi Hristiyanlığa, esrarengiz din anlayışına, dindeki tabiatüstü olaylarla ilgili inanışlara, kilisenin otoritesine karsı çıkılması, bütün bunlardan dolayı da Batı Hıristiyan dünyasında taassubun, baskının kırılması, batıl inanışların yıkılmasında ve diğer dinlere karsı daha makul bir tavrın benimsenmesinde çok faydalı bir hizmet gördüğü söylenebilir.

Bütün bu bilgilerden sonra genel anlamda deizmi tanımlamaya çalışırsak, kısaca şu temel tez ve tavırları içerdiğini söyleyebiliriz:

  1. Tanrı ilk neden olarak evreni varlığa getirmistir.
  2. Tanrı, evreni yöneten değişmez yasaları da yaratmıştır.
  3. Tanrı yaradılışa, yarattığı evrene hiçbir şekilde içkin olmayıp, tıpkı bir saatçinin, saatini imâl edip, kurduktan sonra, saatiyle bir ilişkisinin kalmaması gibi, evrene askındır. Evrene müdahale etmez.
  4. Akıl vahiyle uyum içindedir, ya da vahiy akla uygun olmalıdır.
  5. Dinin kutsal kitabı, aklın ışığında analiz edilmeli ve mistik ögelere ve mucizelere yer verilmemelidir.    

Bunlar, asılları bakımından Allah Teâlâ ve O’nun dini olan İslam ile ve en büyük özelliği olan tevhid inancı ile ilgisi bulunmayan dinlerdir. İlâhî vahye dayanmayan, kaynağı tamamen insan düşüncesi olan batıl dinler.