1- Hz. Peygamber Devri

I- HZ. PEYGAMBER DEVRİ (FIKHIN DOĞUŞU) :

Hz. Peygamber devri, fıkıh devirlerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşri faaliyeti, bu devir içinde tamamlanmış ve sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. 

Hz. Peygamber devrine, vahiy devri de denir. Bu devrin ayırıcı vasıflarını önce Mekke ve Medîne devri olarak ikiye ayırabiliriz:

 

a) Mekke Devri

Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye mazhar olmuş, vazifesi gereği İslam dinini tebliğe başlamış ve 622 yılına kadar Mekke’de kalmıştır. Bu müddet içerisinde Kur’an-ı Kerim’in yaklaşık üçte biri nazil olmuştur. 

Bu dönemde Rasulüllah’ın tebliği, daha çok iman ve ahlakla alakalıdır. Zaten ibadet ve hukuki münasebetler bu iki esasa dayanmaktadır. Mekke’de fıkhî hükümler hem az, hem de umumi, külli bir karakter arz etmektedir. 

İslam, önce zihinleri batıl inançlardan, sapık fikir ve hurafelerden temizlemek, sonra da ilim, iman, güzel ahlakla donatmak ve İslam’ı hayata hakim kılmak istemiştir. Bunun için de, iman ve ahlakla ilgili ayetler daha çok bu dönemde inmiştir. 

 

b) Medine Devri

Hz. Peygamber Medine’ye hicret edince, orada bir devlet kurdu. Artık bu devletin siyasetini ve bu çekirdek İslam toplumunun sosyal hayatını tanzim edecek kaide ve kurallara ihtiyaç vardı. Teşri, bu sahaya yönelerek, ferdî ve içtimaî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibadetler, cihad, aile, miras ile alakalı, diğer taraftan da ceza, muhakeme usulü, muamelat ve devletler arası münasebetlerle alakalı kaideler, esaslar bu dönemde ortaya konmuştur. 

Hz. Peygamber Medine de İslam devletini kurduktan sonra bir anayasa hazırladı. M. Hamidullah’ın tespitine göre bu anayasa, dünyanın ilk yazılı anayasasıdır. Hazırlanan bu anayasada; Müslüman ve gayr-ı müslim vatandaşların adlî, siyasî, malî ve benzeri sahalarda takip edecekleri metot ve yollar gösterilmiştir. 

 

A - Vahiy Devrinde Fıkhın Kaynakları

Hz. Peygamber devrinde, hükmü gerektiren bir hâdise, bir problem, bir soru olduğu zaman, ya onların hükümlerini açıklamak üzere bir âyet iniyor veya onunla ilgili hükümler, Hz. Peygamber tarafından açıklanıyordu. Bazen de herhangi bir sebep olmadan bir âyet iniyordu. Bu devirde fıkhın kaynakları Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet idi. 

 

1) Kur’ân-ı Kerim:

Medîne’de bir taraftan ibadetlerle ilgili diğer taraftan muâmelât ve cezalarla ilgili hükümler konuluyordu. Bazı alimlere göre Kur’an’da ahkamla ilgili, ibadetler de dahil olmak üzere 500 âyet vardır. Bu ayetlerden 70 tanesi âile hukûku, 70 tanesi muâmele ve akitlerle alakalı, 30 tanesi ceza, 13 tanesi muhâkeme usûlü, 10 tanesi hükümet nizamı, 22 tanesi harb ve sulh hukuku, 10 tanesi maliye hukûku ile alakalıdır. 

Ahkâm âyetlerini esas alan tefsir kitapları da yazılmıştır. Mesela, İmam Şafii, Cassas, İbni Arabi ve zamanımız müelliflerinden Sâbûnî’nin ‘Ahkâm'ül-Kur’ân’ adlı eserlerini örnek verebiliriz. 

 

2) Sünnet:

Kur’an âyetleri inmediği zamanlarda, Hz. Peygamber, teşrî faaliyetlerinde bulunuyordu. Sünnet’in teşrîdeki yeri, bazen Kur’ân’ı te’yid etmek, bazen Kur’ân’ın mücmellerini açıklamak, bazen de Kur’ân’ın açıklama getirmediği  yerlerde doğrudan doğruya hüküm koymaktır. 

Bazı alimlere göre 4000 kadar hüküm ifade eden hadis rivayet edilmiştir. Ahkâm hadislerini bir araya getiren çalışmalar da yapılmıştır. Mesela, San’âni’nin ‘Sübülüs-Selam’ı (Bu eser Ahmet Davudoğlu tarafından bazı ilave ve eksiltmelerle tercüme edilmiştir. )  Şevkânî’nin ‘Neylü’l Evtar’ı, Celal Yıldırım’ın ‘Ahkam Hadisleri’ni örnek olarak verebiliriz. 

B - Hz. Peygamber’in Bıraktığı Fıkıh Mirası

Peygamber Efendimiz, İslam Fıkhının esaslarını, ana hatları ile bize miras olarak bırakmıştır. Bu fıkıh, insanları dünya ve ahirette saadete ve selamete çıkaracak niteliktedir. Şimdi Hz. Peygamberin bırakmış olduğu fıkıh mirasını ana başlıklar altında sunalım:

1-İbadetler: Abdest, gusül, teyemmüm, temizlik, namaz, oruç, hac, zekat, kurban gibi, Allah ile kul arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümler. 

2-Ahvâl’üş-Şahsiyye ve Aile Hukûku: Şahıs, âile, evlenme, boşanma, vasiyet, miras, temel insan hakları gibi konularla ilgili hükümler. 

3-Muâmelât: Alış-veriş, ticaret, iktisat, helaller, haramlar, borçlar hukuku gibi konularla ilgili hükümler. 

4-Ahkâmü's-Sultâniyye: Hâkimiyet, hilâfet, şûrâ, devletin görevleri vb. ile ilgili hükümler. 

5-Ukûbât: Had, kısas ve ta’ziri gerektiren suçlar ve cezaları ile ilgili hükümler. 

6-Siyer ve Cihad: Müslümanlarla gayr-ı Müslimler arasındaki ilişkiler, zımmîlerin, müste’menlerin ve harbîlerin hukûku ile ilgili hükümler. 

7-Âdâb ve Muâşeret: Kılık-kıyafet, vazife ve sorumlulukla ilgili hükümler. 

Kısaca Hz. Peygamberin bırakmış olduğu fıkıh mirası, kıyamete kadar insanların bütün hukûkî problemlerini çözmek için vaz’ olunmuştur ve insanların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak niteliktedir. 

 

C- Hz. Peygamber Devrinin Fıkıh Açısından Önemi

Bu dönemde teşrî faaliyeti, insanların maslahatları esasına dayanıyordu. İslam da hüküm ve kâidelerin dayanağı; iyi ve faydalı olanı almak, kötü ve zararlı olanı atmaktır. Vahiy devrinde teşrî faaliyetlerinin mümeyyiz vasıflarını; tedriç, kolaylaştırma ve nesih olarak ifade edebiliriz. Şimdi bu özellikleri kısaca izah edelim:

a) Tedriç: 

Gerek Kur’an ve gerekse onun en sağlam tefsiri ve tamamlayıcısı olan Sünnet, bir anda indirilmemiş. 23 yıla yakın bir zamanı kapsamıştır. İslam’ın binası böylece basamak basamak, taş taş, tuğla tuğla tamamlanırken, insanların onu daha iyi ve kolay anlamaları, öğrenmeleri ve kavramaları sağlanmıştır. Unutmamak gerekir ki, vahyin ilk muhatapları okuma ve yazma ile alakaları az olan ve daha çok hafızalarına güvenen Araplardır. 

Bu tedriç ve hedefe adım adım, yavaş yavaş, ikna ederek gidiş de, birkaç şekilde olmuştur:

 1-Zaman içinde tedriç: Bundan maksat hükümlerin bir an ve zaman içinde değil, uzun zaman içinde arka arkaya gelmiş olmasıdır. Mesela Kur’ân’ın bir seferde inmeyip 23 senede inmesi gibi. Kur’an 23 senede değil de, bir defada inmiş olsaydı, insanların onu anlamaları, kavramaları ve hayata tatbik etmeleri çok zor olurdu. 

 2-Hükümler içinde tedriç: Bu devirde hükümler, insanların nefsine ağır gelmeyecek şekilde azar azar konulmuştur. Mükellefiyetler hep birden gelmediği gibi, gelenler de zamanla tekâmül etmiş,istidat ve intibak kazanıldıkca tamamlanmış ve artırılmıştır.Mesela, önceleri namaz, sabah ve akşam olmak üzere iki vakit kılınırken, . Mîraç hâdisesiyle beş vakte çıkarılmıştır. Zekâtın miktarı önce sınırlandırılmamış, herkesin istek ve gücüne bırakılmış, sonra miktarı sâbit ve mecburî hâle getirilmiştir. İçki (şarap) , önce yasaklanmamış, sadece zararlı olduğu bildirilmiştir, sonra sarhoşken namaza yaklaşılmaması emredilmiş, en sonunda da kesin olarak yasaklanmıştır. 

İslam’ın ilk yıllarında Müslümanlar sayıca az oldukları için, düşmanla savaş emrolunmamış, onların yaptıklarına karşılık af ve sabır istenmiştir. Sonra Müslümanlar sayıca çoğalıp güçlenince, müdâfaa harbine izin verilmiştir. Daha sonra da “Din yüzünden baskı kalmayınca, din ve vicdan hürriyeti tamâmen sağlanıncaya kadar”düşmanla savaşılması, cihad edilmesi farz kılınmıştır. (Bakara:193) 

b) Kolaylaştırma: 

Bu devrin hükümlerinde göze çarpan bir husus da kolaylaştırma prensibidir. Kur’an’da Allah Teala’nın kullarına güçlük çıkarmak istemediği, kolaylık ve hafiflik istediği açıkça ifâde edilmiştir. Mesela, Bakara Suresi 185. ayette: “Allah size kolaylık diler, size güçlük istemez. ” Buyuruluyor. 

 Rasul-ü Ekrem de: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz. ” (Buharî)  buyurmuş, ümmetine güçlük olmasın diye bazı hususları emretmemiştir. Yalnız bu devre mahsus olmayan kolaylaştırmalardan bazıları şunlardır: Hastalık, yolculuk, zarûret, yanılma ve unutma, bazı hükümlerin hafiflemesi için mâzeret kabul edilmiştir. 

 Kitab ve Sünnet, çok mükellefiyet getirmemiş teferruâtla meşgul olmamıştır. Mükellefiyetler dînin gâyesi olan dünya ve ahiret saâdetini temine yetecek kadardır. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: ‘Allah bazı şeyleri farz kılmıştır, onları elden kaçırmayın. 

Bazı sınırlar koymuştur, onları çiğnemeyin, bazı şeyleri haram kılmıştır, onları işlemeyin. Unuttuğu için değil de, size acıdığı için, bazı hususlarda sukût etmiştir, onları da araştırmayın, üzerine düşmeyin. ’ (Nevevî-Erbaîn) 

c) Nesih:

Nesih daha sonra gelen bir hükmün önceki bir hükmü kaldırması demektir. Sâdece Hz. Peygamber devrinde nesih söz konusudur. Bunun hikmeti ilk Müslümanları tedrîcen İslâm’a alıştırmak, terbiye etmek ve irşâdı kolaylaştırmaktır. Neshe bazı örnekler. 

 1-Kocası ölen bir kadın bir yıl iddet bekler (evlenmez) , bu arada ölenin malından nafakası sağlanırdı. Sonra bu hüküm kaldırılarak, iddet 4 ay 10 güne indirildi. (Bakara:234 – 240) 

  2-Ana baba ve hısımlar için vasiyet gerekli iken kaldırılmış, miras ayeti hısımların hisselerini tayin etmiştir. Hz. Peygamber: “Vârise vasıyyet yoktur. ” buyurmuştur. (Bakara: 180) , (Buharî) 

 3-Namazda, önceleri Kudüs'e doğru dönülürken daha sonra KÂbe’ye doğru namaz kılınması emredilmiştir.  (Bakara: 144)  

 

 D – Hz. Peygamber Devrinde İctihad:

 1-Hz. Peygamberin İctihadı:

 Hz. Peygamber devrinde fıkhın iki kaynağı vardır: Kur’an ve Sünnet. Bunların her ikisi de doğrudan veya dolaylı olarak vahye dayanır. Bu arada gerek Hz. Peygamber ve gerekse onun izniyle sahâbe, ictihad yapmışlardır. Gerçi Hz. Peygamberin ictihadı vahyin, ashâbının ictihadı ise onun kontrolü altındadır. Bu sebeple de bu dönemdeki ictihadlar Kitab ve Sünnet’e râci olmaktadır. Fakat buna rağmen ictihad faaliyetinin faydasız olduğu söylenemez. Çünkü sahâbe devrinden itibaren çokça ihtiyaç duyulacak ve başvurulacak olan ictihad bu sayede öğrenilmiş ve meleke kazanılmış olmaktadır. 

Hz. Peygamberin ictihadına bazı örnekler:

  A)  Bedir savaşında alınan esirlere yapılacak muâmele hakkında bir vahiy gelmemişti. Hz. Peygamber, meseleyi ashâbı ile istişâre etti. Hz. Ömer öldürülmelerini, Hz. Ebu Bekir fidye karşılığında serbest bırakılmalarını ileri sürdü. Hz. Peygamber ise ikinci fikri benimsedi. Bu istişârî ictihad üzerine gelen ayet şöyle diyordu: “Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz. Gerçi dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah âhireti kazanmanızı istiyor. Allah aziz ve hakimdir. Daha önceleri Allah’tan bir hüküm gelmiş olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap erişirdi. ’’ (Enfal: 67-68) 

 Bu vahiy üzerine Rasulüllah ağlayarak şöyle demiştir: “Fidye aldıkları için ashâbıma azap şu ağaç kadar yaklaşmıştı… Eğer azab gelseydi, Ömer’den başkası kurtulamazdı…” (Ahmet b. Hanbel) 

Allah Teâla ictihadında hata etmeleri sebebiyle azab etmeyeceğini beyan ettiği için, sadece hatayı açıklamıştır. 

 B)  Bazı münafıklar Tebük seferine katılmamak için mazeretler uydurmuş ve Hz. Peygamberden izin almışlardı. Yüce Allah bunun üzerine Resulüne şöyle hitab etti: “Allah seni affetsin. Doğrular sana belli olup yalancıları da bilmeden önce. niçin onlara izin verdin. ” (Tevbe: 43) 

 C)  Hanımlarından birine Resulü Ekrem şöyle demişti: “Eğer kavmin küfürden yeni ayrılmış olmasalardı. Kâbe’yi Hz. İbrahim’in temelleri üzerine yeniden yapardım. (Buhari) . 

 D)  “Annem vefat etti, adayıp ta tutamadığı oruçları var, onun nâmına ben tutsam olur mu?” Diye soran kadına: “Annenin bir borcu olsaydı da, onu ödeseydin, borcu ödenmiş olmaz mıydı?” buyurdu. Kadın: “Evet ödenmiş olurdu. ” Deyince Hz. Peygamber: “Allah Teâla'ya olan borç ödenmeye daha layıktır” buyurdu. (Buhari) 

  E)  Misvak hakkında: Ümmetime güçlük çıkarmış olmasam, her namaz için misvak kullanmalarını isterdim. ” Buyurmuştur. (Müslim) 

  F)  Oruçlu iken eşini öpen kimsenin orucunun bozulacağını zanneden Hz. Ömer, durumu Hz. Peygambere sorunca, O şöyle cevap verdi: “Su ile ağzını çalkalasan, orucun bozulur muydu?” Hz. Ömer, “bozulmazdı” deyince. “O halde bununla yetin ” buyurdu. (İbni Mace). 

 2- Sahâbenin İctihadı:

 Sahâbe Hz. Peygamber zamanında ictihadda bulunmuş ve Rasulullah da, ashâbını buna teşvik etmiştir. Buna birkaç örnek vermek gerekirse:

 a)  Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel’i Yemen’e kadı olarak gönderirken, ona ne ile hükmedeceksin diye sormuş, Muaz da Kitab ve Sünnetten sonra reyimle ictihad ederim demişti. Bu cevap Rasulullah'ın hoşuna gitmiştir. (Ebu Davut). 

 c)  Hendek savaşının sonunda Hz. Peygamber: “Hiç biriniz Benû Kurayza’ya varmadan ikindi namazını kılmasın” buyurmuştu. Hedefe varmadan ikindi vakti daralınca, sahâbe ikiye ayrıldı. Bir gurup, bundan maksat bir an önce oraya yetişin demektir” diyerek ikindiyi yolda kıldılar. Diğer gurup ise, hadisin lafzına bakarak yola devam ettiler. Hz. Peygamber durumu öğrenince, her iki tarafın ictihadını hoş karşılamıştır. (Buhari) . 

 c)  Yolculukta su bulamayan iki sahâbî, teyemmüm ederek namazlarını kıldılar. Biraz gidince su buldular. Birisi Abdest alıp namazını tekrar kıldı, diğeri kılmadı. Sonra durum Rasulullah'a bildirildi. Rasulullah şöyle buyurdu: “Sen iki kat sevap aldın, senin de yaptığın Sünnete uygundur ve kıldığın tek namaz sana kâfidir. ” (İbni Kayyim) . 

 

E- Hz. Peygamber Devrinde Tedvin 

 Bu devirde yazı ile tespîtine îtina edilen, titizlikle yazılan ve ezberlenen tek kitap, Kur’ân’ı Kerim’di. Hz. Peygamberin bu iş için seçtiği kâtipleri vardı. Zeyd. b. Sâbit, Ali b. Ebi Tâlip, Osman b. Affan . . bunlardandı. Allah’ın Rasulü vefat ettiği zaman, Kur’ân’ın tamâmı yazılmıştı. Ancak yazılan malzeme bir kitap (Mushaf)  içinde toplanmış değildi. Hz. Ebu Bekir zamanında Kur’an, mushaf haline getirildi. 

Sünnet’e gelince: Hz. Peygamber başlangıçta Kur’ân’a karıştırılır endişesi ile, yazılmasına izin vermemiş, bu tehlike geçince de izin vermiştir. Umumiyetle ashab, O’nun hadislerini ezberliyor, bazılarını da yazıyordu. Abdullah b. Amr b. As bunlardandı. Hz. Peygamber, Kur’ân’a karıştırılır endişesi ile Sünnetin yazılmasına bazı sahâbeler hariç izin vermemiştir. Hadislerin yazılmasına resmen, Ömer b. Abdulaziz zamanında izin verilmiştir. 

 

F- Hz. Peygamber Zamanında Kaza Ve Noterlik 

a) Kazâ:

 Rasulullah, hayatı boyunca diğer vazifeleri yanında, kazâ vazifesini de yürütmüş, kendisine intikal eden davaları kimi zaman açık vahiyle hükme bağlamış, adâleti en güzel bir şekilde tevzî eylemiştir. Hükme varırken O’nun objektif delillere dayandığını göstermesi bakımından şu açıklamaları önem arz etmektedir: “Ben ancak bir beşerim. Siz de bana dâvâlarınızı getiriyorsunuz. Olur ki, taraflardan biri, delilini daha iknâ edici bir şekilde sunar, ben de bu sebeple, onun lehine hükmeder verirsem, sakın onu almasın. Ona bir parça ateş vermiş olurum.” (Buhari).  

 Hz. Peygamber fiilen hâkimlik etmekle beraber, muhâkeme usûlü ve âdâbı ile ilgili kâideler koymak ve açıklamalar yapmak sûretiyle de İslam kazâ müessesesinin temelini atmıştır. 

İbni Ömer’in verdiği bilgiden anlaşıldığına göre, Hz. Ömer’in hilâfetine kadar kazâ vazifesi bütünü ile hâkimlere devredilmemiş, devlet başkanları bizzat bu görevleri yürütmüşlerdir. Ancak devlet başkanları bu yetkilerini zaman zaman başkalarına yaptırmışlardır. Rasul-ü Ekrem, Hz. Ali’yi ve Muaz b. Cebel’i hâkim olarak Yemen’e göndermiş ve Muaz’a: “Ne ile hükmedeceksin?” diye sormuştu. Muaz’ın sıra ile Allah’ın Kitabı, Rasulullah'ın Sünneti ile hükmederim. Bunlarda bulamazsam kendi reyimle ictihad ederim demesi üzerine de tasviplerini ifade burmuşlardır. (Ebu Davut) .

İki kardeşe ait bir ev vardı, ortasına hayvan bağlamak için bir yer yapmışlardı. Kardeşler ölünce, geride bıraktıkları varislerden her biri, hayvan ağılının kendilerine ait olduğunu iddia ederek Rasulullah'a başvurdular. Rasulullah, Huzeyfe b. El-Yeman’ı görevlendirdi. Huzeyfe gitti, yeri gördü. Hayvanları ve çiti bağlama yerleri (ip veya halkalar) , hangi tarafta ise, bu yerin onlara ait olduğunu söyledi. Sonra Rasulullah'a dönerek yaptığını anlatınca, “İsabet etmişsin” cevabını aldı. (Darekutni) . 

 Bu dönemde dava, şifahî olarak açılır, genellikle mescidde görülür, Kitab ve Sünnette mevcut hüküm ve usul kaideleri ile, ictihada dayanılarak yürütülürdü. Rasulullah'ın hayatı boyunca verdiği hükümleri toplayan kitap bölümleri ve müstakil eserler hazırlanmıştır. Mesela, İbni Kayyım el-Cevzi’nin “İlâm’ül- Muvakkıîn” adlı eserinin son cildi buna aittir. Günümüz yazarlarından Fahreddin Atar’ın, “İslam Adliye Teşkilatı”adlı eseri de bu konu ile alakalıdır. 

b) İftâ:

 İftâ, fetvâ vermek, genellikle bir soru üzerine dînin hükmünü bildirmek manasına gelmektedir. Fetva verenlere sonradan “müfti” denmiştir. Ancak Rasulullah devrinde bu terim yerine: “Âlim, Fakih, Zür’rey” gibi terimler kullanılmıştır. Hz. Peygamberin asıl vazifeleri içinde, iftâ da vardır. O’nun yaşadığı dönemde, dînin hükümlerini bildirecek başka bir kaynak yoktur. Ashab ya O’ndan duyduklarını naklederek fetvâ vermişler, yahut da ictihad ederek fetvâ vermişlerse, bunu Rasulullah'a arz ederek, doğru olup olmadığını sormuşlar ve ona göre amel etmişlerdir. 

 Kaynaklar Rasulullah zamanında şu sahâbelerin gerektiğinde fetvâ verdiklerini nakletmektedir : Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Ubey b. Ka’b, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sâbit, Abdurrahman b. Avf, Ammar b. Yâsir, Huzeyfe b. El- Yemân, Ebu’d-Derdâ, Ebû Mûsâ El-Eş’arî, İbni Mes’ud, Ubâde b. Sâmit (R. Anhüm) . (Hacevi) .

 Şüphesiz bu devirde ashabın ictihad etmesi ve fetva vermesi ya Rasulullah’ın bulunmadığı yerlerde, gerektiği için olmakta yahut da onların eğitilip yetiştirilmesi maksadına dayalı bulunmaktadır. 

c) Noterlik ve Resmî Yazışmalar:

 Kur’an’da borç ilişkilerinin yazıya geçirilmesi, hakların zâyi olmaması ve gerektiğinde ispat edilebilmesi için tedbir alınması emrolunmuştur. “Ey îman edenler, belli bir vâdeye kadar, karşılıklı borçlandığınız zaman onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. İki de şâhit bulundurun…” (Bakara: 282) . Bu emri ilk yerine getiren Rasulullah ile onun ashabı olmuş, karşılıklı borç-hak ilişkilerinin yazılması, hususi hukuk yanında âmme hukûkuna da teşmil edilmiş, anlaşma ve andlaşmalar yazıya geçirilmiş, bu gelişmeler sonunda, uzun zaman dilimizde Kur’an ifadesine uygun olarak “kâtib-i adl” olarak anılan noterlik müessesesi de doğmuştur.

 Hz. Peygamber devrinde, borçlanma ve benzeri hukûkî tasarrufların yazıya geçirilmesi ve vesikaya bağlanması ile ilgili örneklerden zamanımıza kadar gelenleri vardır. Bunlardan birini bize İmam Buhari nakletmektedir: “Rasulullah (s.a.v) , el-Adda b. Hâlid’ den bir köle satın almış ve bir satış senedi tanzim ettirerek şunları yazdırmıştır: “Bu Rasulullah Muhammed’in, el-Adda’dan aldığıdır. Müslümanın müslümana satışıdır. Alınan (köle)  da hiçbir hastalık, kötülük ve kaçaklık sâbıkası yoktur. ” (Buhari) . Bu satım akdinin konusu köledir. Rasulullah, kendisine hediye edilen köleleri bile âzâd ettiğine göre, bunu da âzad etmek üzere almış olacaktır. Köle, önemli bir akit konusu olduğu, akit ve teslim sonrasında da tarafları ilgilendiren gelişmeler, hak iddiaları ve benzeri şeyler olabileceği için, akit yazı ile tespit edilmiş ve satım konusunun özellikleri kaydedilmiştir. Böylece günümüzde taşınmazların, taşıma araçlarının ve benzeri satımında kanûnî şart haline gelmiş bulunan yazım ve tescîle, kapı açılmış olmaktadır. 

 Hz. Ömer’e hayber ganîmetlerinden bir hurmalığın isabet ettiğini, Rasulullah ile istişareden sonra, bu toprağı vakıf haline getirdiğini, bu vakfın vesikaya bağlandığını ve gerektikçe vakıf senedinin yeniden yazıldığını şu rivayetten anlıyoruz: 

 Yahya bin Sait, Hz. Ömer’in torunu Abdulhamid b. Abdullah’ın kendisine şunları yazdırdığını rivayet etmektedir:“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu Allah’ın kulu Ömer’in, semğ adlı hurmalığı hakkında yazdırdığı seneddir. (Senede derç edilen şart şudur)  “Toprağın aslı satılmayacak, bağış yapılmayacak, vârislere intikal etmeyecektir. (Bundan istifade hakkı)  fakirlere, akrabaya, kölelere, Allah yolunda olanlara, yolda kalmış olanlara âittir. Vakfı idâre edenlerin (mütevellinin)  normal ölçüler içerisinde buradan kendine mal biriktirmesi câiz değildir. Ürününden artan, yoksula ve kimsesize verilecektir.

Semğin yöneticisi isterse ürünü satarak, burada çalıştırmak üzere köle satın alabilir… Bunu Muaykıp yazmış ve Abdullah b. Erkam da şahitlik etmiştir. Abdullah’ın vefatı yaklaşınca Hz. Ömer’in şu vasiyeti de senede eklenmiştir: “Yaşadığı müddetçe semği Hafsa yönetecek, ondan sonra da yine onun ailesinden aklı başında olanlar vakfı yöneteceklerdir. ” (Ebu Davut) .