Haramlar Ve Helaller

Fıkıh ilmine girişte gördüğümüz gibi haramlar ve mekruhlar, dinimizde terki istenen, yasaklanan söz ve işlerdir.  Farz ve vacipler ise yapılması emredilen söz ve işlerdir.  Helal ise yasak olmayan, serbest bırakılan alanlardır.  Bilindiği gibi mübah "yapana sevap, yapmayana günah olmayan" şeylerdir.  Bu “ahkam-ı şer’iyye” dediğimiz ve daha önce tanımını yaptığımız sekiz kavrama tekrar bakılmasını salık veririz. 

Hiç şüphesiz haram ve mekruhların yasaklanma sebebi, aslında çirkin, ayıp, zararlı olduklarındandır ve bu işleri yapanlar ayıplanır, suçlanır, kınanır, gerekirse de cezalandırılırlar.  İslam, dini, aklı, canı, namusu, malı korumayı temel amaç olarak almıştır ve dikkat edilirse haramlar bir şekilde bu temel ilkeye ters düşerek birey ve toplumlara zarar verirler.  

Bazen haram, aslında helaldir ama elde ediliş bakımından haram olmuştur.  Mesela çalınmış ekmek, gasbedilmiş toprak gibi.  Bu yüzden harama götüren sebepler, vasıtalar, vesileler, yollar da haramdır.  Meselâ zinâ haram kılmıştır.  Maksat zina suçunun işlenmemesidir.  Bunun için de yalnız ceza kâfi değildir; suça iten sebeplere inmek de gerekir.  Bunun için İslâm bir yandan evlenmeyi kolaylaştırmış, diğer yandan da açıklık, saçıklık, halvet, müstehcen resim, filim ve müzik yasaklanmış, haram kılınmıştır. 

İnsan dünyada emanet bir can taşımaktadır.  Bir imtihan geçirmekte olduğu şu dünya hayatında diğer hemcinsleriyle beraber yaşamak mecburiyetinde olan insan, bu hayat sürerken hakikatte kendisinin olmayan canına da, başkalarının canlarına da zarar veremez.  Zaten toplum içinde yaşamak, canların, malların, akılların, ırzların, nesillerin ve dinlerin korunmasını gerektiren her türlü tedbirin alınmasını gerektirir.  

Bir yerde düzen varsa, bir kısım hürriyetleri sınırlayan bazı emir ve yasakların olması tabii ve zarurîdir.  Bu yüzden haramların, yasakların, günahların olmadığı bir dünya ve onun içinde sonsuz özgür bir insan düşünmek, hayaldir. 

İnsanlığın dünya ve ahiret saadetini sağlayan yüce İslam dini, kendine has erişilmez ve vazgeçilmez yapısında kullar için bazı sınırlamalar getirmiştir.  Haram veya mekruh dediğimiz bu sınırlamalar, İslam’ın her emrinde olduğu gibi, yine bireyin ve toplumun faydası gözetilerek konulmuştur.  O yüzden, bir kısım haramlar vardır ki nefislerin yaşaması ve bedenin ıslahı maksadıyla konulmuştur; insan öldürme, alkol ve uyuşturucu kullanma, pis ve zararlı şeyleri yeme gibi.  Bir kısım haramlar da insanların arasını bozması ve sosyal düzensizliğe sebep olmasından ötürü yasaklanmıştır; zulüm, tecavüz, aldatma, su-i zan, gıybet, tecessüs gibi.  Yine bir kısım fiiller de ırz ve namusların korunması amacıyla haram kılınmıştır; zina, fuhuş, açık saçıklık gibi.  

Bu haramların içinde bir bölümü nefse hoş ve cazip gelir.  Bu sebepten dolayı o yasaklanırken, bir yandan ahiretteki ceza ile korkutulmuş, diğer yandan da dünyada bir ceza konularak, vazgeçilmesi sağlanmaya, caydırılmaya çalışılmıştır.  Ama bir bölümü de var ki, insanlar ondan zaten nefret ettiğinden, dünyada bir cezaya gerek görülmemiş, sadece ahirette o haramı işleyenlerin azap çekeceği bildirilmiştir; pislik yenilmesi, zehir içilmesi gibi. 

Haramların zararları nispetinde dereceleri vardır.  Eğer temel insan hakları da diyebileceğimiz dinin maslahatlarını ve menfaatlarını gözettiği temel ilkelere verdiği zarar büyükse ve insanın isteklerine, şehvetlerine, hırslarına da uygun düşüyorsa,  bu haram büyüktür, (kebire - kebair), cezası da hem dünyada, hem de ahirette o derece büyük olacaktır.  Mesela öldürme, yaralama, zina, şarap içme, hırsızlık gibi.  Burada suç başkalarına zarar verdiği gibi, nefsin de yerine göre arzu ettiği bir şeydir.  İşte bu suçtan insanı alıkoymak için, hem bu dünyada, hem de ahirette bir cezası olacaktır.  Bu da caydırıcılık oranında büyük olacaktır. 

Değilse, yani işlenen günah nefse sevimsiz ise ve zararı kendinden başkasına gitmiyorsa, o günah da, zararı da, haliyle cezası da küçük (sağire - seğair) olacaktır.  Belki de dünyada hiç cezası olmayacak, ceza tamamen ahirete bırakılacaktır.  Biraz önce verdiğimiz örneğe bakalım, taş toprak yemek canın çektiği bir şey değildir ve başkalarına da zarar vermez.  Öyleyse bu günaha dünyada bir ceza vermeye gerek de yoktur. 

Haram Ve Helalde Temel İlkeler

“Eşyada asıl olan ibahadır” hükmü bizde temel bir ilkedir.  Allah Teala yerde ve göklerde bulunan her şeyi insanların istifadesine sunmuştur.  Bu geniş istifadeden çok az bir kısmı haram kılınarak yasaklanmıştır.  Bu yüzden haram gayet azdır, helal ise sayılamayacak kadar fazladır, çoktur. 

Buna rağmen bazı düşüncesiz insanlar, “İslam da her şeyi yasaklamış canım.  Hayatı yaşanmaz kılmış.  Şunu yapma haram, bunu yeme haram, bunu içmr haram.  Ne bu yahu, diri diri mezara mı gireceğiz?” derler.  Bundan büyük yalan ve iftira olmaz. 

Bunlara “say bakalım, neyin yenilmesi içilmesi haramdır?” desen apışıp kalırlar.  Çünkü leş, domuz, başkasının malı veya pisliklerden başka yiyecekte haram yoktur, alkol ve akmış kandan başka içecekte haram yoktur.  İrin ve sidiği de biz saymadık haliyle.  Peki, ya başka? Değilse bu ne yalan, bu ne iftira?

Sonra harama muhtaç etmeyecek kadar helal vardır ve bu helal ihtiyaçtan öte keyfe de yeter.  İslam dinini öyle hayatı yaşanmaz kılmakla suçlamak, çirkin bir iftiradır. 

Helal ve haram kılan Allah Teâlâ’dır.  O da insanın fayda ve zararını esas almıştır.  Bu bir merhamettir.  Bunu ancak nankör kafir görmezlikten gelebilir.  Bu konu doğrudan din ile ilgili olunca haliyle haram ve helâl kılma yetkisi yalnızca Allah Teâlâ'ya aittir.  Peygamberlerin bile bu konudaki ifadeleri Allah'ın iradesini kullarına bildirmek ve açıklamaktan ibarettir.  Bu yüzden insanın bilmediği konularda “şu helal, bu haram” demesi çok çirkin ve tehlikelidir. 

İnsanlar bazen iyi niyetle haramları işlemek isterler.  Mesela yaşlı ve dindar bir adam, yılbaşında milli piyangonun verdiği ikramiyeyi alıp hayır yollarına dağıtmak için bizden fetva istemişti.  Bu bir cehalettir.  Allah temizdir; ancak temizi kabul eder.  Dinin de böyle pis paralara ihtiyacı yoktur.  Buradaki iyi niyet, haramı helal kılmaz. 

Fahat “zaruret” bunun dışındadır.  Çünkü zaruretler yasakları kaldırır.  Zarurette kalan ve başka çare bulamayan müslümana, ölçüyü kaçırmamak üzere haramı yeme veya işleme izni, ruhsatı vermiştir.  Mesela leş, akmış kan, domuz gibi haram yiyecekler, aç kalan kimse üzerine mübah olurlar.  (el-Bakâra: 2/173; el-Mâide: 5/3; en-En'âm: 6/145; en-Nahl: 16/115. )

Şu hadis de bu konuda bir ölçüdür:

"Helâl apaçık belli, haram da apaçık bellidir.  Bunların arasında, halktan birçoğunun, helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır.  Dinini ve namusunu korumak için bunları yapmıyan selâmettedir.  Bunlardan bazısını yapan kimse ise haram işlemeye çok yaklaşmış olur; nitekim korunun etrafında (hayvanlarını) otlatan kimse de koruya dalma tehlikesi ile burun buruna gelmiş olur.  Dikkat ederseniz her hükümdarın bir korusu vardır; Allah'ın korusu da haram kıldığı şeylerdir."

(Buhârî, K.  el-Büyû', 2; Müslim, K.  el-Müsâkat, 107; Tirmizî, K.  el-Büyû', 1. )

Takvâ sahibi kişiler, şüpheli durumlarda o şüpheliden uzak durmaya çalışırlar.  Bu dinde teşvik edilen bir durumdur. 

Haram işleyen, günaha düşen bir Müslümana ertelemeden hemen yapması gereken bir vazife düşer; tövbe. Şimdi onu görelim.