Alimin Bağışı

Konular

Medeniyetin Kurucuları

Âlimin Fedakârlıkları

Can Veren mi Mal veren mi?

Âlimin Topluma Katkısı

Âlimlere Teşekkür Faydalanmaktır

 

 

 

Medeniyetin Kurucuları

Âlimlerin bu kadar değerli oluşlarının sebebi, yukarılarda defaatla geçtiği gibi, Allah Teâlâ’yı iyi bilmelerinden dolayı ona olan sevgi, saygı, haşyet ve hayâları, bundan doğan emirlerine itaat ve yasaklarından kaçma ile takvayı kazanmaları, aynı zamanda bu güzellikleri başkalarına da anlatmaları, kazandıkları faydalı ilimlerle başkalarının hayatlarına da fayalı olmalarındandır. Böyle olmak onlar için bir meziyettir ama ondan da önce bir mesuliyettir. Bu sorumluluk onlara hizmet aşkını aşılamaktadır.

Evet, doğumdan ölüme kadar hayatımızı iyileştirme, güzelleştirme, kolaylaştırma ve koruma eğitim ve terbiyesini âlimlerimizden alırız. Âlimler, bir milletin istikbalinin göstergesidirler. Bir milletin en büyük ümit ve güvencesi olan âlimlerin bilgi ve terbiyedeki seviyeleri, o milletin âlimlerine verdiği değerin ölçüsü, o milletin kültür, sanat ve medeniyetteki seviyelerinin en açık göstergesidir. Bu gerçek tam tersinden şöyle de söylenebilir; bir milletin fikir, sanat, siyaset, sanayi ve ekonomide geri kalmışlığa düşerek korkunç buhranlar içinde kıvranması ile bilgi ve bilgiyi veren öğretmen ve bilim adamlarına değer vermeyişi, ihmal ederek itibar etmeyişi, refah payından gereği gibi istifade ettirmeyişi arasında çok açık bir bağlantı vardır. Yani ilim adamları, onların iyi yetişmesi ve kaliteleri, itibarları, toplumun seviyesinin -ama olumlu ama olumsuz yönden- açık alameti, göstergesidir. Bu açıdan bakıldığında âlimler, bir milletin izzet-i nefsi, haysiyet ve şerefidirler. En büyük öğretmenlerin Peygamberler olduğu gerçeğini düşündüğümüz zaman meselenin önem ve nezaketini bir kere daha teslim etme durumunda kalırız.

İlkokul çocuklarının “ilerde ne olacaksın?” sorusuna verdikleri cevabı genellikle “öğretmen olacağım” şeklinde bulmamız rastgele bir tesadüfün eseri değil, belki çocuk ruhların hissettiği bir minet ve şükran ifadesidir. Büyükler de öğretenlerine hürmet ve hizmetleri oranında değer kazandıklarının bilincindedirler. Hatta devlet büyükleri âlimlerle iyi geçindikleri ve onların ilimlerinden istifade ettikleri oranda hem saygın olmuşlar, hem de başarılı olarak ülke halklarına yararlı omuşlardır. Tarihte hangi idareci büyükse, yanında büyük bilginler görmemiz yadırganmayacak sıradan işlerdendir.

Nurettin Topçu, “Medeniyetler muallimle kuruldu.” Der. “Çin dünyasının kurucuları hakîmlerdi. Mezopotamya medeniyetinin ilk sahipleri pateslerdi. Büyük Yunan medeniyeti; meydanlarla pazarlarda gençlere muallimlik yapan feylosofların eseri olmuştur. İslam, medreselerin çatısı altında üç kıtayı istila etti. Rönesans, üstadların yükseltildiği bir devirdir. Alman birliğinin kuruluşunda muallimin ön planda rolü olduğunu biliyoruz. İstiklal harbimizde, cepheye sırtında gülle taşıyan köylü kadın kadar istilanın acısını damarlara aşılayan muallimin rolü olmuştur.

Muallimi her devirde, o devrin ruh ve idealinin hüviyetine bürünmüş görüyoruz. Devirlerin idealizmini yaşatan muallimdir.”(1)

Âlimin Fedakârlıkları

İnsanlar şu gerçeği bilirler ki âlimler, ömürlerini ilim elde etmek için tüketmiş, aç ve susuz kalmış, uzak diyarlara yorucu yolculuklar yapmış, gurbetin garipliğine katlanmış,(2) ama sonuçta ne elde etmişlerse, seve seve insanlara dağıtmışlardır. Hatta istemeseler de dağıtmışlardır.  Çünkü yerine göre nasihattan hoşlanmayan, hakikati duymak istemeyenlere de hakkı söylemişler ve bu yüzden eziyet ve işkencelere, hatta zindan ve idamlara mahkûm olmuşlardır.

Âlimler bu konuda o kadar cömerttirler ki, hatta gelecek çağlara ve nesillere de bir şeyler verebilmek için, uzun yıllar tahsilinde yoruldukları ilmi, bir o kadar da yazmak için yorulmuş, gece gündüz çalışmışlardır. Bizim bugün rahat rahat okuduğumuz o eserler için âlimler Allah bilir ne kadar çalışmışlar, didinmişler, yorulmuşlardır. Bir yandan bilgi ve belge toplamışlar, sonra onları tasnif ve tertip etmişler, müsveddesini yazmışlar, kontrol ettikten sonra temize çekmişlerdir. Bundan sonradır ki bugünün ve yarının insanlarına arz etmişlerdir. Bütün bunlardan sonra korunması, basımı ve yayımı için çekilen maddi ve manevi sıkıntılar hariç. Hatta zorba idareciler beğenmedi diye çektikleri çileler, işkenceler, sürgünler, zindanlar ve bazen de idamlar hariç.

Can Veren mi Mal veren mi?

İbnu’l Kayyim el-Cevziyye, Şeyhu’l İslam Herevî’nin o hikmet yumağı kitabına yazdığı muazzam şerhinde, “Medaricü’s Salikîn”de “cömertliğin mertebelerini” açıklarken, dördüncü mertebede şunları söyler: “Cömertliğin dördüncü mertebesi, ilimle ve onu dağıtmakla yapılan cömertliktir. Bu ise cömertliğin en yüce mertebesidir. Böyle bir cömertlik, malla yapılan cömertlikten daha faziletlidir. Çünkü ilim, maldan daha şereflidir.”(3)

Yazar, bunun nasıl daha da güzel olarak gerçekleşebileceği hakkında faydalı bilgiler verirse de, doğrudan konumuzla alakalı olmadığı için zikredip geçelim. Ancak âlimlerin ihsanı açısından dedikleri ne kadar güzel değil mi? Evet, cömertler mal, alimler can vermektedirler.

Başka insanlar da, söz gelimi ziraatçılar, tüccarlar, esnaflar, zanaatkâr ve sanayiciler de ömürlerini çalışmakla geçirmiş ve az çok bir kazanç sağlamışlardır. Acaba onlar da, kazandıklarından, âlimler gibi, insanlara alabildiğine verebilmişler midir? Elbette hayır!

Şöyle denilebilir: “Efendim, âlimin kazancı, verdikçe artar. Ama zenginin kazancı, verdikçe azalır. Biri maddi, öbürü manevi!”

Ne var bunda? Bu itiraz niye? Eğer ilim verdikçe artıyor, mal ise verdikçe azalıyorsa,(4) bu ilmin şerefi ve kıymetidir.  Bırakalım bunu da, insafla düşünüp şunu görelim: Şu ilim adamı, bunca sıkıntı, mahrumiyet, hatta eziyetlere katlanarak ilim öğreniyor ve öğrendiklerinden bol bol harcayarak bizim hayatımızı müsbet manada etkiliyorsa, güzelleştiriyor ve olgunlaştırıyorsa, bize düşen, kendi kazandıklarımızdan, aynen onlar gibi bol bol başkalarına vermek değil midir? Onların öğrettiği gibi, öğrettiği yerlere, öğrettiği biçimde vermek, bize düşen bir görev değil midir? İleride zenginlere düşen görevler bahsinde geniş olarak açıklanacağı gibi, onların ilmini muhtaçlarına ulaştırmak için ihtiyaç duyulan maddi imkân ve destekleri seve seve ilim uğrunda sarfetmek değil midir?

Eğer bunu yapabiliyorsak, belki sevapta ve gıpta edilmede onlara yaklaşabiliriz. Çünkü Peygamberimiz: “Şu iki kişi dışında hiç kimseye gıpta etmek caiz değildir: Biri, Allah Teâla’nın kendine verdiği bilgi ve hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah Teâla’nın kendisine verdiği malı Hak yolda sarfeden zengin kimse(5) buyurmuşlardır.

Hemen şunu söyleyelim ki, ilim adamının topluma kazandırdığı bilgilerin, o toplumun en büyük zenginlik kaynağı olduğunu bilen toplum, aslında bilinçli ve değerli bir toplumdur. Mal vermenin cömertlik olduğunu anlayan ve verenlere minnet duyan, ama ilim vermekle gerçekte can vermiş olan âlimlerin cömertliğini anlamayan toplumlar, geri kalmış ilkel toplumlardır. Peygamberimiz buna daha o zamanda dikkat çekmişlerdir:

“Hikmetli bir söz ne kadar güzel bir hediye, ne kadar güzel bir bağıştır ki onu işitir, iyice öğrenir, sonra da din kardeşine götürür, öğretirsin. Bu bir senelik ibadete denktir.(6)

Âlimlerin can vermeleri, yani hayat bahşetmeleri, yani onları her türlü sıkıntı ve felaketlerden kurtarmaları ve esenliğe çıkarmaları, sadece dünyada değildir. Bakınız Peygamberimizin şu müjdesine:

“Allah Teâla’nın âlimi ve abidi diriltir. Abide “Gir Cennete” denilir. Âlime ise “Dünyada onlara edep ihsan edip öğrettiğin gibi, şimdi de onlara şefaat et bakalım.” Denilir.”(7)

Onun için İmam Ahmed’in şu sözü ne kadar yerindedir. Der ki: “İnsanlar ilme, yiyecek ve içecekten daha fazla muhtaçtırlar. Çünkü yiyecek ve içeceğe günde bir veya iki kere muhtaç olunur. Ama ilme, her nefes ihtiyaç duyulur.”(8)

Bütün dünya insanları gibi Müslümanlar da aralarından çıkardıkları ilim adamlarına, işte bu fedakârlıklarından ötürü, saygı duymalı ve hizmetlerinin devamı için kendilerine düşenleri yerine getirmede uyanık ve gayretli olmalıdırlar. Bir düşünelim, eğer ilim zenginleri de, mal zenginleri gibi harcamada cimrilik etselerdi, halimiz nice olurdu? Hem dünyamız için birçok nimetlerden mahrum kalırdık, hem de ahiretimiz helak olurdu. Hz. Ali bu gerçeği şöyle vurgular: “Dünyanın kıvamı dört şeyledir; âlimin ilmiyle amil olması, cahilin öğrenmekten kaçınmaması,  zenginin malında cimrilik etmemesi, fakirin dünyası için ahiretini satmamasıdır. Eğer bunları yaparlarsa, helak onlar için yetmiş kerre.”(9)

Âlimin Topluma Katkısı

 

Âlimler toplum hayatının dengeleridir. Gerek dünya, gerekse ahiret hayatının kıvamı ilimledir. İlim sayesinde imanın kıymeti takdir olunur ve korunur. İlimle ibadetin hikmet ve faydaları öğrenilir. İlimle toplumsal yasalar kavranır, fıkıh gelişir, hayat kusursuz, dengeli ve sorunsuz yaşanır. Fitne ve fesattan, kan dökme ve bozgunculuktan, anarşi ve terörden ilimle kurtulunur. Barış ve kardeşlik, huzur ve asayiş ilimle sağlanır. Ahlak güzelliği, erdemli davranış ilimle kazanılır. Allah Teâla’nın rızasına, sevgi ve saygısına erişmede, “ermiş” olmada ilim, en önemli araçtır.

İlim, dünya hayatımıza da bir denge ve düzen getirir. Çalışma şevki, tembellikten nefret, ilmin başta gelen kazandırdıklarıdır. İlim, maddi gücümüze güç katar. Çünkü insan ve onun kıymeti, kapasitesi ilimle öğrenilir. Kabiliyetler, ilimle açığa çıkar ve geliştirilir. İnsanın kendisiyle ve toplumuyla barışıklığı ilimle elde edilir. Huzuru yakalama, sulhu koruma ve anlaşma için de dünya düzenini sürdürme, insanlığın en büyük sorunudur. İlim ise insana, kırmadan, bozmadan, yok etmeden bireyin ve toplumun ıslah yollarını öğretir.

İlim öyle bir güçtür ki, insan, o sıfatla, yeryüzünde Allah Teâla’nın halifeliğini kazanmıştır.(10) O sıfatına binaen eşyanın isimleri öğretilmiş(11) ve böylece eşya, ona teshir edilmiş,(12) emrine amade kılınmıştır. Meleklerin itiraz noktası olan fesat çıkarma ve kan dökme vasıflarından, ilimle arınmıştır.(13)

İnsan, bu günkü bilim ve teknikteki aşamaya okumakla, yazmakla, ilim uğrunda birçok fedakârlıklara katlanmakla gelmiştir. Gökte kuşlar gibi uçmak, yıldızlar arasında gezmek, dünyayı bir avuca sığdırmak, hep ilimle mümkün olmuştur.

Allah Teâla’nın “oku” emrine uyanlar, Allah Teâla’nın yeryüzüne yaydığı zenginlikten alabildiğine istifade eden varlıklı ve güçlü insanlar olmuşlardır. Bu konuda eski Yunanlıları, ilk müslümanları ve yaşadığımız çağdan bazı toplumları tanık getiren Cevdet Said, şunları söyler: “Dünya nimetlerinden istifade edenlerin, lütuf ve kereme sahip olanların, bu asrın okuyucuları ve okumakla ilgili şeylerle sıkı ilişkisi olanlar olduğunu görüyoruz. Nitekim yazarlar, kitaplar, gazeteler,  kütüphaneler ve her bir insanın basılı eserlerden ne kadar nasiplendiğine dair yapılan istatistikler de bunu göstermektedir. Hatta Toynbee şunu ifade etmek zorunda kalmıştır: “Şüphesiz basılı eserleri okuyanların oranının yüksekliği, dünya ülkelerini, geri kalmış, gelişmekte ve gelişmiş olarak sınıflamak için medenî bir ölçüdür.”(14)

Allah Teâla “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 15 Diyerek, bilginin gücünü ve değerini gösterirken, aynı zamanda onu her çalışana vereceğini ifade etmiştir; “İnsan için ancak çalıştığı vardır ve çalışmasının karşılığını görecektir.”(16) Adaletli Rabbimiz, iyiliğini, inanmış veya inanmamış olsun, kimseden esirgememiştir: “Hepsine; onlara da, bunlara da, Rabbinin ihsanından veriniz. Rabbnin bağışı, kısıtlanmış, engellenmiş değildir.”(17)

Gerçekten bilgi en büyük güç, en büyük zenginliktir. İnsan, bilgisi oranında, bilgisini benliğine yansıttığı oranda güçlüdür. İnsanın onu aşması imkânsızdır. Toplumlar da insanlardan oluştuğu için, aynı şeyler onlar için de geçerlidir kuşkusuz.

Fen ve sosyal bilgilerin ötesinde, toplumun her türlü hurafelerden, gericilikten, taklitten, atacılıktan, şahısçılıktan, ırkçılıktan, bozgunculuktan, sömürüden, istismardan, emperyalizmden, savaşlardan, katliamlardan kurtaracak da, derin ve engin bir okuma ile kazanılacak bilgi ve kültür edinimidir.

Bütün bunları topluma kazandıracak olan âlimler, bazen başka bir handikabın içinde kalırlar, o da, bildikleri gerçekleri, henüz o seviyeye gelmemiş insanlara anlatma, açıklama, öğretme zorluğudur. Hatta çilesi, işkencesi diyelim. Hayatî bir tehlike! Neden yaparlar bunu? Çünkü “âlim” olma nimetinin bir şükrüdür tebliğ aynı zamanda. Allah Teâla’nın O’na hayır dilemiş ve ilim ihsan etmiştir. “Allah Teâla’nın sana ihsan ettiklerinden, Allah Teâla’nın sana ihsan ettiği gibi, sen de başkalarına ihsan et”(18) emri burada da tahakkuk etmesi gerekir. Nitekim ayetin tefsirinde Zuhayli’nin geniş ve genel bir yorum getirdiğini görüyoruz: 

"Allah Teâla’nın'ın sana iyilik yaptığı gibi sen de başkalarına iyilikte bulun." Yani Rabbül-âleminin sana iyilik ettiği gibi sen de O'nun yarattığı insanlara iyilikte bulun. Bu, mal ile iyilik yapılması emrinden sonra mutlak olarak iyilikte bulunma emridir. Buna mal ve mevki ihsan etmek suretiyle yardım etme, yüzünün tebessümü, güzel karşılama ve güzel itibar etme dâhil olmak­tadır. Yani burada maddî ihsan ile edebî ve ahlâkî ihsan birleştirilmiştir”

Âlimlerin en büyük iyilik ve ihsanı, Allah Teâla’nın onlara ihsan ettiği ilimlerden insanlara öğretmeleridir.            Nimeti, tahdis-i nimet ile karşılamak gerekir. Allah Teâla buyurur: “Bununla beraber, Rabbinin ni­metini söyle.”(19) İbn Kayyim el-Cevziyye, bu konuda güzel şeyler yazıyor. Özetleyerek aktaralım:

“Nimetle alakalı olarak nimeti veren Allah Teâla’ya övgü iki çeşittir: Özel ve genel.

Genel olanı; nimet vereni cömertlik, kerem, iyilik, ihsan, bol vericilik ve benzeri güzel vasıflarla anmaktır.

Özel olanı ise, nimeti dile getirmek, onun yönünden nimetleri elde ettiğini bildirmektir. Bu bakımdan Allah Teâla şöyle buyurmuştur: “Bununla beraber, Rabbinin ni­metini söyle.(20)

Emredilen bu “nimeti tahdis”te iki görüş vardır. İlki, “Allah Teâla’nın bana şöyle şöyle nimetler verdi” demek gibi, verilen nimetleri sözlü ifade ederek haber vermek. Bu bir şükürdür. Nitekim Cabir b. Abdullah da, Resulullahın bu hususta şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Kime bir şey verilir de o da onun karşılığında vereceği bir şey bulursa onu versin. Bulamazsa onu övsün. Kim onu bu nimetle övecek olursa ona teşek­kür etmiş olur. Kim de onu gizleyecek olursa, nankörlük etmiş olur.(21)

Nurrian b. Beşir, Allah Teâla’nının vermiş olduğu nimetlere karşılık şükranda bu­lunma hususunda Resulullahın, minber üstünde şöyle buyurduğunu rivayet et­miştir:

"Kim aza teşekkür etmezse çoka da teşekkür etmez. Kim insanlara teşek­kür etmezse Allah Teâla’nın da şükretmez. Allah Teâla’nının nimetlerini anlatmak şükürdür. Onları anlatmayı terketmek ise nankörlüktür. Cemaat halinde olmak rahmet, ayrılık ise azaptır”(22)

İkinci görüşe gelince, ayette geçen “nimeti dile getirmek”, Allah Teâla’ya davet, risaletini tebliğ, ümmete öğretmektir. Doğrusu, ayet iki anlamı da kapsar. Çünkü onların her birisi de şükrü emredilen bir nimettir.”(23)

Bilindiği gibi tarih boyunca süregelen sosyolojik bir olgu da âlimlerin ulaştığı bilgi seviyesi ile söylediği gerçeklerin, çoğu kez toplumun yanlış bilgilerine, örf, adet ve alışkanlıklarına tosluyor ve reddediliyor oluşudur. Bir yandan ilmin haysiyetini korumak ve gerçekleri açıklamak, bir yandan da insanları mazur görerek, aklının alamayacağı şeyleri onlara söyleyip de fitne çıkarmamak. Yani insanlara aklının ve idrakinin seviyesine göre konuşmak... Bazen de vazgeçilmez bir hakikat için engizisyonlarda, çarmıhlarda, zindanlarda, sehpalarda asılmak, kesilmek, yakılmak, yıkılmak.

Âlimlere Teşekkür Faydalanmaktır

Bütün bunlarla aslında sözü şuraya getirmek istiyoruz: İnsanlar, âlimlerin kendilerine olan iyilik ve ihsanlarını hakkıyla tanımalı, takdir etmeli, yani onları dinleyip itaat etmeli, öğütlerine kulak vermelidirler. Onların maddi ve manevi hayatlarındaki fonksiyonlarını iyi anlayan birey ve toplumlar, ilmi ve ilim adamını daima yüceltmişler ve onlara imkânlar bahşetmişlerdir. Çünkü bu imkânlar, sonunda bağışlar, lütuflar, zenginlikler, yararlar olarak yine kendilerine dönmektedir. Aslında onlara yapılanlar, kendilerine yapılmış demektir.

İslam toplumlarında ilim adamına verilen değerin bir başkasına verilmediğini, geçmiş bahislerde görmüştük. Allah Teâla’nın ve Resulünün değer verip yücelttiğini, mü’minlerin ihanet edip düşürmesi, imanlarına ters bir davranıştır ve hiçbir mü’minden beklenemez. Dolayısıyla ilim adamları, genellikle en rahat, en özgür çalışma ortamlarına, İslam dünyasında kavuşmuşlardır.

Eğer bugünkü görüntü bunun aksine ise, orada bir iman sorunu var demektir. Bu sorunu kendi zamanında gören ve gösteren Nurettin Topçu, toplumu şöyle uyarır:

“Artık büyükler diye, maaş bareminin yüksek derecelerinde bulunan ve en geniş bir idare cihazına emirler verebilen insanlara dememeliyiz. Cemiyete, mesuliyet ve fedakârlık duygularıyla nefsini vakfetmiş, şöhret ile haksız servetten ve kuvvetten uzakta yaşayan insanlara büyük demeliyiz ve genç nesillere bunların hareketlerini “büyük hareketler” diye tanıtmalıyız.”(24)

 

(1) Türkiyenin Maarif Davası, s.52-53.

(2) Bu konuda yazılmış güzel eserlerden biri de Abdu’l Fettah Ebu Gudde’nin “İlim Uğrunda” adlı eseridir. İbretle okunması gereken bir eserdir.

(3) Medaricu’s Salikin, 2/305 vd.

(4) Aslında zekat ve sair sadakaların da malı azaltmayacağı, geliştirip koruyacağına dair nasslar vardır. Mesela bkz; Müslim, Birr 69; Tirmizî, Birr 82; Dârimî, Zekat 34, Münavî, Künuzu’l Hakaik s.63.

(5) Buhârî, İlim 15, Zekat 5, Ahkam 3, İ’tisam 13; Müslim, Salat’ul Müsafirin 268 (816) İ. Canan 6/323-24(1662-1663)

(6) İbn Abdilber, age. s.47

(7) ay.

(8) Salahu’l Ümmet, 1/149

(9) Mahmud Sami Ramazanoğlu, Muhasebe 1/72.

(10) Bakara 30.

(11) Bakara 31.

(12) İbrahin 32-33; Nahl 12-14; Hac 65; Lokman 20-29; Casiye 12-13 vd.

(13) Bakara 30.

(14) A.g.e. s.24.

(15)  Zümer, 9.

(16) Necm 39.

(17) İsra 20.

(18) Kasas, 77

(19) Duha.11

(20) Duha.11

(21) Ebu Davud, K.el-Edeb, bab: 12, Hadis no: 4813.

(22) Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.4, s.278

 (23) Bkz. Medaricu’s Salikin, 2/257-258.

 (24) Türkiye’nin Maarif Davası, s.139.