İlmi Yayma Sorumluluğu

Konular

 

İlim Kendimiz İçindir

İlmi Yaymak Gerekir

Ümmete Düşen Görev

Hem Sevap Hem Mecburiyet

Yahudi Bir Aynadır

Peygamber Ve Âlimde Ortak Çileler

Çağın Şâhitliği

Asıl Tehlike

Herkes İmtihanda

Bugünün kahramanları

İlmin Bedeli

İlmin Kaldırılması

Âlimin Kıymeti Öğretmesiyledir

İlginç İki Hikâye

Şeytandan Uygulamalı Öğretme

Sözün Özü

Davet Fıkhı

En Büyük Sorun

Necip Fazıl’da Davet Düşüncesi

Ahmet Önkal’ın Çabası

Bir davet Dertlisi

Yeni Bir Dirilişe Davet

 

 İlim Kendimiz İçindir

İlim öğrenmekten amacımız, öncelikle kendi bilgisizliğimizi gidermek, kendimizi tanımak, Rabbimizi tanımak ve O’na nasıl kulluk yapabileceğimizi öğrenmek ve bu bilgilerle amel etmektir. Böylece rabbimizin rızasını kazanmaktır. Bu arada dünya ve ahiret selamet ve saadetimizi kazanmaya da vesile olacakmış, eh ne âlâ, ne güzel! Yoksa ilim öğrenmek, halk arasında sevilip sayılmak, şan ve şöhret kazanmak, makam ve mansıp elde etmeye alet etmek, cahillerle tartışıp yenerek gurur ve kibrini tatmin etmek, insanlara karşı övünmek için asla değildir.

Hiç şüphesiz insan ilmi önce kendisi için öğrenir. Yani ilimle kalbini yatıştırır ve nurlandırır, nefsini temizler ve süsler, duygularını eğitir ve zenginleştirir, işlerini olgunlaştırır ve bereketlendirir, çevresine huzur, güven, barış ve esenlik getirir.

İlmin insana kazandırdıklarını, dolayısıyla ondan faydalanmak gereğini az önce anlattık. Şimdi âlim için yeni bir vazifeden ve kazançtan bahsedeceğiz. O da ilmi yayma gereği ve görevidir.

İlmi Yaymak Gerekir

Her ne kadar insan ilmi öncelikle kendisi için öğrenmeli ve ondan evvel emirde kendisi istifade etmelidir, tamam, ama bununla beraber Allah Teâla’ya hakkıyla kulluk yapmanın bir yanı da öğrendiklerini başkalarına da öğretmek, insanları İslam'a davet etmek, halka irşad ve tebliğde bulunmak, onlara nasihat etmektir. Emri bil maruf, nehyi anil münker yapmaktır. İslam'ı yaşamayan birey ve toplumların kötü akıbetlerini anlatarak inzar (sakındırma) ve iyilerin elde ettiği nimet ve saadetler ile tebşir (müjdeleme) için çaba ve gayret sarfetmektir. Çünkü İslam, her inananına, dinini yaşama yanında, buna inanan insanların sayısını artırma görevi de verir.

İslam’ın çok önem verdiği cihadın asıl amacı, dini yayma, duymayanlara ulaştırma, bilmeyenlere öğretmedir. Vazife sadece davet ve tebliğdir. Kabul ettirmek değildir. Zira hidayeti veren Allah Teâlâ’dır. Ona karışmak kulun vazifedi de değildir, haddi de. Bu davet ve tebliğ işi yeterince sağlanırsa yeterlidir. İslam’ı kabul edip etmemek insanların hür iradeleri ile kendilerinin bilip yapacağı bir iştir.  Bunun için savaşmaya gerek yoktur. Çünkü “dinde zorlama yoktur”. Zorla iman eden içinden kâfir olacağından o müslüman değil, olsa olsa “münafık” olacaktır. Münafıklık ise en kötü kâfirliktir. İnsanları münafık yapmak için savaşma ahmaklığını Müslümanlar yapmaz. Asıl ahmaklar, “İslam kılıç dinidir, kılıçla yayılmıştır” diyenlerdir. Bilerek iftira etmektedirler. Böylece kendilerini kurtaracak dalı kırmakta, inkâr uçurumlarından cehenneme yuvarlanmaktadırlar. İslam’da savaş, ya bir saldırıyı defetmek, ya da İslam’ın duyurulmasının ve hâkim kılınmasının önüne konan engelleri kaldırmak için yapılır. İslam ne toprak kazanmak, ne başkalarının yeraltı ve yerüstü servetlerini sömürmek, ne de kişileri zorla Müslüman etmek için asla savaşmaz. İslam’ı bilenler bilir ki, cihad başka, savaş başkadır.

Onun için her âlim aynı zamanda bir davetçidir. Bir yandan inananlara dinlerini öğretirken, bir yandan da inanmayanlar arasından yeni adamlar kazanmak onların asli vazifeleridir. Bütün peygamberler bu bakımdan “örnek insanlardır”. Çünkü onların bir aslî vazifeleri de insanları Allah Teâla’nın dinine davet etmektir.

Ümmete Düşen Görev

Dini yayma her müslümanın derdi ise de Allah Teâla özellikle ümmet arasında bir gurubun bunu mutlaka yapmasını ister. Bu gurup da elbette bu işi gereği gibi yapma eğitimini almış âlimler olacaktır. İşte ayet-i kerime:

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.(1)

Görüldüğü gibi, insanları dine davet edecek âlimleri yetiştirmek ümmet üzerine farzdır. Onlar ne yapıp edecek, ama mutlaka bu işi yapacak kurum ve kuruluşları kuracak, oralarda ehil âlimleri yetiştirecek ve bu davet işini gerçekleştireceklerdir. Ayette de belirtildiği gibi bu görev yapıldığı sürece ümmet kurtuluştadır. Çünkü “hayırlı” bir ümmettir. Bu hayır onlara, insanlığa karşı yaptıkları irşad, tebliğ ve davet işinden ötürü verilmiştir. İşte onları bu yönüyle öven ve takdir eden ayet:

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah Teâla’nın'a inanırsınız.”(2)           

Nitekim şu ayetler, insanları dine davet etmeyi, cahillik ve sapıklıktan sakındırmayı, Allah Teâla’ya karşı saygılı olmayı öğretmeyi emretmektedir:

“Mü’minlerin hepsinin toptan savaş için sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir gurup dini ilimlerde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri savaştan döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.(3)

Ayet, niçin ilim öğrenileceği hakkında açık bir delildir. Bir de şunu ifade etmektedir ki, ilim için çalışmak, cihaddan geri bir ibadet değildir. Yukarda geniş olarak açıklandığı gibi özellikle çağımızda zaten ilimle desteklenmeyen bir cihad kazanılamaz da. Olmaz ama farzedelim kazanılsa dahi, cihaddan esas amaç olan insanları ikna ile İslam’a davette başarılı olunamaz. Çünkü İslam gönül işi, gönüllülük işi, teslimiyet ve rıza işidir. Kalbin iştirak etmediği bir imanın dille ifadesinin hiçbir kıymeti yoktur.  Kaldı ki, ilim tahsilinin zorluğu da, cihaddan pek geri kalmaz.

Ancak burada “Eğitimin Amacı”nda belirttiğimiz bir hususa baştan işaret edelim: Bu başkalarına öğretme işi, "Allah için" olacaktır. Yoksa halka üstünlük taslamak, tepeden bakarak tahakküm etmek, dünyalık kazanmak maksadıyla olmayacaktır. Gurur, kibir, ucub ile değil, halka özellikle de, kendisinin dinini, canını, ırzını, malını korumak için Allah Teâla’nın yolunda savaşa çıkan ve bu meşguliyet sebebiyle dinini öğrenemeyen mücahid kardeşlerine, hem bir ibadet, hem de minnet borcunu ödemek amacıyla ilim öğretecek, irşad ve tebliğde bulunacaktır. Böyle olursa, “İlim ve Cihad” hükmünde anlattığımız gibi, eğitim ve öğretim işleri de, hakiki bir cihad olacaktır.

Hem Sevap Hem Mecburiyet

İlim öğretme işi hem sevap, hem de bir mecburiyettir. Sevaptır, çünkü daha önceki bölümlerde de geçtiği gibi, başkalarına ilim öğretmekle, onların yaptığı amellerden istifade edilir.(4) Çünkü "sebep olan yapan gibidir".(5) Peygamberimiz, “bir insanın hidayetine vesile olmayı, en kıymetli mallardan sadaka vermekle elde edilen sevaptan, hatta güneşin doğduğu yer ile battığı yer arasındaki her şeyi tasadduk etme sevabından daha hayırlı ve üstün saymıştır.”(6)

Mecburiyettir; çünkü “Allah Teâla ilim verdiği âlimlerden de, peygamberlerden aldığı söz gibi, bilgilerini saklamayıp insanlara açıklamaları için söz almıştır.”(7)

Kur’an-ı Kerim, geçmiş ümmetleri anlatırken, aralarındaki âlimlerin onlara nasihat vermelerini övgüyle anlatıyor,”(8) ilimleri ile amel etmeyen, toplumu irşad ile hayra yönlendirmeyen, kötülüklere müdahele etmeyen âlimleri de kınıyor.(9)

Yahudi Bir Aynadır

İşte bir örnek; Allah Teâlâ yahudilerin yaptıkları haksızlıklar karşısında sessiz kalıp onları uyarmayan, yalan söylemelerine ve haram yemelerine rızâ gösterip bunu engellemeyen eğitimcileri, din adamlarını ve âlimleri kınamakta, bu davranışın kötülüğünü haber vermektedir. Kur’an çok gerçekleri Yahudilerden örneklerle anlatır. Çünkü Yahudi tecrübesi insanlığa tutulan bir ayna gibidir. Her fert ve toplum onlara bakarak kendisine çekidüzen verir. İyiliklerini geliştirirken, kötülüklerinin de orada farkına vararak gidermeye çalışır, ders ve ibret alarak aynı hatalara düşmekten korunmaya gayret eder. Böylece ileride “keşke keşke” demekten kurtulur.

Kur’an'da bu “keşkelere” birçok örnekler görüyoruz. İşte onlardan, genellikle Bakara ve Maide surelerinde geniş açıklamalar vardır. Allah Teâla, diğer birçok surelerde de var olduğu gibi, Yahudi ve Hıristiyanların bile bile gerçekleri gizlediklerini, müslümanlara kin ve düşmanlık duyarak onların helaki için çalıştıklarını bildirir. Dolayısıyla onları yâr ve yardımcı zannederek dost kabul edip itaat edilemeyeceğini söyler. Onların sürekli müslümanların dinlerini, ibadetlerini, ezanlarını alay ve eğlenceye aldıklarını açığa vurur. Sırf Allah Teâla’ya ve indirdiklerine inandıkları için müslümanlara eziyet ve işkence ederek kötü davrandıklarını anlatır. Kendi içlerinde de günah işleyip haksızlık yapmada aşırı gittiklerini, haram yemede birbirleriyle yarıştıklarını, Allah Teâla’ya çirkin iftiralarda bulunduklarını, bu yüzden Allah Teâla’nın rahmetinden kovulup lânete ve gazaba uğradıklarını, hatta maymun ve domuzlara çevrildiklerini anlatır. Ve bütün bunlardan sonra şöyle buyurur:

“Din adamları ve âlimleri onları, günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten men etselerdi ya! İşledikleri ne kötüdür.”(15)

Kadı Beyzavî der ki: “Bu ayet Yahudi âlimlerinin onları günahtan ve haramdan sakındırmasını teşvik eder. Çünkü (levla) edatı, mazî (geçmiş zaman) fiilinin başına geldiğinde kınama; muzari (şimdiki ve geniş zaman) fiilin başına geldiğinde teşvik ifade eder.”(16)  

M. Ali Sabunî ayet hakkında şu kısa açıklamayı yapar: “Bu kötülük, Allah Teâla’nın haramlarını işlemekten onları nehyetmemeleri sebebiyledir. İbn Abbas (ra) şöyle der: Kur’an’da âlimleri, bu ayetten daha şiddetli kınayan başka bir ayet yoktur. Ebu Hayyan da şöyle der: Bu ayet, Allah Teâla’nın haram kıldığı şeyleri işleyenleri nehyetmeyip susan âlim ve âbidleri kınamaktadır. İbn Mübarek şöyle bir şiir okudu: “Dini ancak kırallar (idareciler), kötü âlimler ve din adamları bozmuştur.”(17)

Bu ayetler vesilesiyle M. Vehbi Efendinin söyledikleri cidden ibret vererek ikaz edicidir: “Her halde âlimlerin avamı menhiyyattan nehyetmeleri lazımdır. Binaenaleyh; ehl-i kitabın âlimleri avamı men etmedikleri için günahtan kurtulamazlar. Aynen böyle, her milletin nasihat etmeyen âlimleri de bu zemme dâhildirler. Çünkü âlimlerin vazifesi halka günah olan şeyleri ve o günah üzere terettüp edecek azabı açıklamakla nasihat etmektir. Şu halde, lazım gelen nasihatı terketmek elbette hatadır. Günahtan nehye güç yetirdikleri halde nehyetmeyenler, o günahı işleyenlerle beraber olduğuna ayet delalet eder. Çünkü Allah Teâla geçen ayette, çirkinlikleri işleyenlerin hakkında işlerinin kötü olduğunu açıkladığı gibi, bu ayette de, çirkinliklerden nehyetmeyenlerin sanatının kötü olduğunu açıklamıştır. Sanat, işten daha kuvvetli olduğu cihetle yasaklanmış çirkinliklerden nehyetmeyenlerin günahları daha ziyade olduğuna işaret olunmuştur. Zira Ebu’s Suud Efendinin beyanı vechile amel; bir defa işlenen şeye denilir. Amma sanat; eğitim ve öğretimle alışılıp tam bir maharetle işlenilen şeye denilir. Böylece sanat işten, amelden daha kuvvetlidir. Bunun için; muktedir olduğu halde halkı günahlardan nehyetmeyen âlimlerin nasihatı terklerinden dolayı ayıplama ve kötülemelerinde mübalağa olunmuştur. Çünkü iyiliği emretme hususunda müdahane (yağcılık, gevşeklik) haram olduğu gibi, mümkün olduğu yerde nasihattan sûkut etmek de caiz değildir.”(18)

Peygamber Ve Âlimde Ortak Çileler

Bir peygamber, kendi ümmeti arasından çıktığında önceleri nasıl tekse, ailesinde yalnız, cemiyette garipse, insanlardan destekçisi az, köstekçisi çoksa ve şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, Allah Teâla’dan aldığı emirleri insanlara aynen iletmesi gerekiyorsa, aynen öyle, bir peygamber vekili ve varisi olarak âlime düşen pay da az çok odur.

Bir başka açıdan bakalım. Bir peygamber, nasıl emanete hıyanet etmeye(21) ve vahyi değiştirmeye kalkıştığında Allah Teâla onu kıskıvrak yakalar ve şah damarını koparır, kalbini söker alırsa,(22) bir âlimin de, bu ilahî tehditlerden ders alarak, vahiyle kendisine ulaşan ilimleri insanlara aynen öyle ulaştırması gerekir. Şartlar çetin olabilir. Değişen bir şey olmaz. İşte âlimin yüceliği buradadır, sevabı da burada.

Âlimin ve âlemin önderi sevgili Peygamberimiz (aleyhi's selatu ve sellem) nasıl kınamalara, alaylara, hakaretlere, işkencelere, boykotlara, ambargolara, hatta dövme ve yaralamalara, ölüm karar ve komplolarına karşı yılmadan, bıkmadan, usanmadan karşı koyarak davasını duyurmağa devam ettiyse, âlimlere düşen de aynen öyle olmaktır. Peygamber (sav) Efendimizin pozisyonu ile âlimin duruşu da aynıdır. Nasıl ki Peygamber (sav) Efendimiz yerine göre onlardan gelen bâtılla uzlaşma, anlaşma, hatta mal, makam ve iktidar gibi cazip tekliflere karşı “güneşi sağ elime, ayı sol elime verseniz, yine de bu davadan vazgeçmem” dediyse ve davasına devam ettiyse, insanın kurtuluşunu hiçbir şeye değişmediyse, âlime düşen de odur. Hatta en sıkışık anında bile “kurtuluş için beddua et” demelerine karşın “Hayır! Ben beddua için değil, âlemlere rahmet için gönderildim” dediyse, aynen öyle, her çağda insanları kurtuluşa çağıran âlimler de, her türlü engellerle dolu olan yollarında ihlasla ve dosdoğru gitmekte kararlı, her türlü eziyet ve işkencelere tahammüllü, dayanan ve direnen, hem de bunu seve seve yapan insanlar olmalıdırlar.

Âlimler sızlanmayan, şikayetlenmeyen, mazeret aramayan, sadece elinden geleni en iyi şekilde yapmaya çalışan idealist insanlardır. Tabi ki bu bir iman işidir, aşk işidir, gönül işidir. Sıradan adamın işi değildir. O, başkalarının bilmediğini bilen, görmediğini gören, duymadığını duyan ve bunların sorumluluğu ile yoğrulan insandır. İçindeki hastalığı bilmediği için gülen eğlenen adamın karşısındaki doktor gibidir âlim; gülemez, eğlenemez, tedavi işini erteleyemez. Milletinin sağlık ve mutluluğu, onun onulmaz derdi olmuştur ve o derdini çok sevmektedir!

Peygamberimiz bir hadislerinde:

- “İslam garip olarak başladı ve sonunda da başladığı gibi garip olacaktır. Ne mutlu gariplere!” buyurdular. Kendisine:

-  “Kimdir bu garipler?” diye sorulduğu zaman:

- “Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi düzeltir, öldürülmüş olan sünnetimi ihya ederler”(23) buyurmuşlardır.

Yine bir hadislerinde: “Garipler, sayıları pek çok olan halk içinde, pek az olan salih kimselerdir. Halk içinde buğz edenleri, sevenlerinden daha çoktur(24) buyurmuşlardır.

Çağın Şâhitliği

Ne kadar da doğru söylüyorsun Ya Resulellah! İşte günümüz ve işte İslam’ı dosdoğru anlatan âlimlerin garipliği, kimsesizliği, eziyet ve işkencesi, zindan ve idamı! İşte halkın korku ve tedirginlik içinde kala kalması. 

Bir hocayı dinliyorum, tesettürden bahsediyordu. Birden vazgeçti ve: “Bu kadar yeter! Çünkü bu asrın öyle bir fitnesi var ki bu konuda, korkuyorum, biraz daha fazla anlatsam, çevremde benimle beraber hizmet edenlere dokunacak ve onları kaçıracağım!” 

Evet, hakkı söylemek, hakkı tavsiye etmek, aynı zamanda sabrı da tavsiyeyi gerektiriyor. İşte “Asr” suresi; hüsrandan ancak iman, salih amel, hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye ile kurtulunulur. Hakkı tavsiye edenin başına, sabır tavsiye edilecek çok iş gelir çünkü. Evet. O hoca, en yakınlarını kaçırır diye, o konuda konuşmayı terk etti. O zaman Süfyan-ı Servi’ye hak verdim. Diyor ki çağlar öncesinde:

“Bir âlimin dostunun çok olduğunu gördüğün zaman, bilmiş ol ki, o âlim hak ile batılı birbirine karıştırmıştır. Zira hak ile batılı birbirine karıştırmamış olsaydı, dostu az, düşmanı çok olurdu.”(25)

Allahu ekber!

Bakınız bir şu televizyonlarda konuşanlara, İslam adına kimleri seçip çıkarıyorlar görüyorsunuz. Çoğunlukla çıkardıkları, sorularına hep “evet” diye başlayan âlimlerdir(!) “Hayır” deseler, bir daha çıkamazlar oraya, bunu biliyorlar.

Peki, çıkamazlarsa ne olur?

Hiç! Sadece şan, şöhret ve kalplerin kendine sevgiyle yönelmesi eksik olur. İdarecilerin meclislerinde görünemez. Dünyalığı biraz eksik olur. Yani, işin aslına bakarsan iyi bir âlim, gerçek bir âlim olur. Ama ah o nefis! Kendi koynunda yılan çıyan dolu, başkasının sineklerini kovmakla meşgul! “İslamcı yazar” yaftasıyla televizyona çıkanları veya benzerlerini dinlemişsinizdir. Daha çok müslümanlara mı hakaret ediyorlar, Allah Teâla’nın ahkâmını inkâr eden çağdaş yobazlara mı? İşte size basit bir örnek: İlahiyat fakültelerinde, Diyanette, İmam Hatip veya sair liselerde, konunun uzmanı bunca insan varken, siz, medya’ya çıkan ve müslümanlara hakaret edenlere şöyle bir bakınız, meseleyi anlarsınız. İşte "ulemâ-i Su'" denilen kötü âlimler bunlardır. Kendine daha çok taraftar bularak itibar edinme ve şöhret-i kazibeyi, dünyayı elde etmeye kullanma, işte bütün dertleri davaları budur!

Eğer onlar halk ve dünya yerine Allah Teâla’yıgörüp gözetselerdi sonuçta bütün ulema aynı hakta ittifak edecek, halkı yönlendirecek, belki dünyalık arzuları yine gerçekleşecekti. Ama içlerindeki bozukluk, buna imkân ve fırsat vermiyor.

Fakat öbür yanda çağın garipleri var. Bütün dertleri Ümmet-i Muhammettir; onların din ve dünyalarına nasıl faydalı olurum diye çırpınıyor, bunun için rahatını, huzurunu, malını, makamını, şanını, şöhretini, evet evet, her şeyini tehlikeye atıyorlar. Tabi, zâhirde böyle. İşin gerçeğinde, bilakis bu hareketleri onları tehlikeden koruyor. İnsanlar, neyin tehlike olduğunda çoğu kez yanılagelmişlerdir de, âlimler onları hep ikaz etmiş, doğruyu göstermişlerdir.  

Asıl Tehlike

Hani hatırlarsınız, Emeviler devrinde İslam ordusu Bizansın Kostantiniyye’si önlerinde Rumlarla savaşırken, müslümanlardan biri Rum ordusuna tek başına saldırarak aralarına girdi. Bunu görenler:

- Sübhanallah! Adam kendi elleriyle kendini tehlikeye attı, dediler.

Şu ayete işaret ediyorlardı: “Allah Teâla’nın yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, her türlü hareketinizde güzel ve dürüst davranın. Çünkü Allah Teâla’nın, dürüstleri sever.(26)

Orduda bulunan doksan yaşlarındaki pîri fâni Ebû Eyyûb el-Ensarî (ra) hemen atılarak şöyle ikaz etti:

- Ey müslümanlar! Bu ayeti yanlış anlıyorsunuz! Bu ayet biz ensar topluluğu hakkında nazil oldu. Allah Teâla Peygamberine yardım ederek İslam’ı kuvvetlendirip galip kılınca ve yardımcılarını çoğaltınca, biz: “Artık mallarımızın başında durup da, zayi olanları telafi edip ıslahı için çalışsak mı?” demiştik. Bunun üzerine Allah Teâla: “Allah Teâla’nın yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” ayetini indirdi. Buna göre asıl tehlike, mallarla ve onların ıslahı ile meşgul olup da, Allah Teâla’nın yolunda cihadı terk etmektir!

Bundan sonra Ebû Eyyûb el-Ensarî (ra), hiç durmayıp cihada girişmiş ve orada şehid olup İstanbul surlarına yakın bir yerde defnolunmuştur.”(27)

Öyleyse şöyle söyleyelim: Çağın garipleri olan âlimler ve mücahidler, gerek dünyalık mal biriktirme veya artırmak için onlarla meşgul olmanın, gerek aile saadeti, çor çocuk kaygısı, gerekse nefsin izzet veya istirahat sevdasının, insanları din ve dünya açısından esaret ve mahkûmiyet gibi büyük tehlikelere düşüreceğini bilmişlerdir. Bütün bu tehlikelerin önüne geçmenin ancak Allah Teâla’nın yolunda harp etmek ve cihada alışmakla mümkün olacağını unutmamışlardır. Yerine göre zillet içinde yaşamaya sebep olacak "yalancı barış" tehlikesini, bilfiil yaşayarak insanlara göstermeye çalışmışlardır. Ama bu uğurda başlarına gelen nice bela ve musibetlere, azap ve işkencelere de aldırmamış, dillerine Allah Teâla’nın şu ayetlerini tesbih etmiş ve sabırla beklemişlerdir:

“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları bela ve sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberindeki iman edenler: “Allah Teâla’nın yardımı ne zaman?” derlerdi. Bilesiniz ki, Allah Teâla’nın yardımı gerçekten yakındır,”(28)

Herkes İmtihanda

Çağın garipleri olan âlim ve mücahidler, sabır, sebat ve rıza kahramanları olan peygamber ve beraberindekilere bu sözü söyletenin yaman bir imtihan, çetin bir bela ve musibet olduğunun idraki içindedirler. Ve bilirler ki, bu meşakkat ve sıkıntılardan, bu yaman bela ve musibetlerden, sadece “inandık” demekle kurtuluş mümkün değildir. Şu ayetleri ibretle okuyalım:

"Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah Teâla’nın, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.  Yoksa kötülükleri yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü hüküm veriyorlar!  Kim Allah Teâla’nın'a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki Allah Teâla’nın'ın tayin ettiği o vakit elbet gelecektir. O,  her şeyi işiten ve bilendir. Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah Teâla’nın, âlemlerden hiçbirine kesinlikle muhtaç değildir.  İman edip iyi işler yapanların kötülüklerini elbette örteriz ve onlara, yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz."(29)        

Kurtuluş için şeksiz, şüphesiz, tereddütsüz, pazarlıksız, hasbi ve hakiki imanla beraber, bütün ilahi ve ameli hükümleri ihlasla yaşamak, yeri geldiğinde, “Allah Teâla’nın rızasını kazanmak için kendini feda etmek(30) gerektiğinin bilinci içinde, Allah Teâla’nın verdiği söz gereği, O’nun yolunda sabırla çabalayacak, didinecek, direnecek, hatta şehadeti gözleyecektir. Şu ayete bakar mısınız?

“Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (31)

Ancak bundan sonradır ki, yani kendine düşeni yaptıktan sonradır ki, ilahi yardıma erecek, hakkın üstün geldiğini görecek, İslam’ın hâkimiyeti altında "gerçek barış" ve huzura erebilecektir. Bunda asla bir şüphe ve tereddüt taşımaz müslüman.  Bu ilahi bir kanundur. Çağlar boyu aynı şekilde süre gelen bir kanun. Bir zamanlar, insanlık tek bir dinde idi.(32) Sonra, azdılar ve dinden saptılar. Allah Teâla’nın, peygamberlerle hidayetini beyan etti ve dilediğini doğru yola iletti. Ancak inkârcı zorbalar, inananlara olmadık işkence ve eziyet ettiler. Alay, hakaret, küfür, tehdit, işkence, ambargo, sürgün ve suikastlar vs. Evvelkisi gün Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa (as) ve ashabı yaşadı bütün bunları. Firavunlar, Nemrutlar az çektirmediler. Ashab-ı kehfler, ashab-ı uhdutlar, Hz. Musa’ya iman eden sihirbazlar vs. hep hikâyelerini okuyoruz Kur’an da. Ve dün, Hz. Muhammed Mustafa (sav) ve Ashabına yapılanlar... Derken zafer günleri... Ulu devlet ve medeniyet günleri...

Bugünün kahramanları

Ve bu gün, tekrar başa dönmüşcesine hezimet günleri, bozgun günleri, ayrılık günleri! Ve bugün sıra bizlerde! Yani henüz ölmemiş, hala yaşayanlarda!

Âlimler, kurtuluşun yollarını insanlara yaşayarak gösterirlerken, başlarına ne geleceklerini biliyorlar ve bilerek bu dış görünüş itibariyle çok çetin, çok çileli, çok meşakkatli, ama içine giren ve yaşayanın kalbinde çok tatlı, çok lezzetli, rıza dolu, huzur dolu, teslimiyet ve kulluk dolu yollara dalıyorlar. Kur’an da, Tarih de, içlerindeki iman da aynı şeyi söylüyor onlara: Siz kazanacaksınız, kârlı çıkan siz olacaksınız.

Evet, kanun bu: Muhammed ümmeti de, tıpkı eskiler gibi, fitne, fesad ve ihtilaflar görecek, zulümler, sıkıntılar, zorluklar geçirecek, ancak sarsılmayıp dayananlar, sabırla direnenler, sonunda mutlaka başarılı olacaklar, kazançlı çıkacaklardır.

Biz, bir çırpıda onlarca, belki de yüzlerce âlim ve mücahidin adını sayabiliriz günümüzde. Bunlar şu “kötü âlimler”in aksine, Allah Teâla’nın ve müslümanların katında sevilmiş, sayılmış insanlardır. İnsanlık tarihi, öbürlerinin tam tersine, bu iyi âlimlerin adından iftiharla bahsedecektir. İnsanlar onlara minnet ve şükranlarını arzedecek, borçluluklarını itiraf edecek, hayır duada bulunacaklardır.

Nitekim yaşadığımız şu karanlık cahiliyyede, nice Bel’amların, kötü âlimlerin yanında, adını hürmetle andığımız şu âlimlerimizi ve mücahidlerimizi bir düşünün, içimiz nasıl sevinçle aydınlanıyor adlarını duyunca:

İşte Muhammed Es’ad Erbili, Bediüzzaman Said Nursî, Mahmud Sami Ramazanoğlu, Mehmed Zahid Kotku, Süleymen Hilmi Tunahan, Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu, Ali Haydar Efendi, Alvarlı Muhammed Lütfi, Mahmud Celaleddin Öktem, Mehmet Akif Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhî Bilmen, Ahmed Hamdi Akseki, Abdulhâkim Arvasi, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Gönenli Mehmed Efendi, Hayrettin Karaman vb. gibi ülkemizde âlimler, yani kendi gök kubbemizin yıldızları!

Yine bizim de vatanımız sayılan İslam coğrafyasında yetişmiş şu mücahid mürşid âlimlerimize bakar mısınız:

Ali Eşref Tahanevi, Zafer Ahmed Tahanevi, Hasan El-Benna, Hasan El-Hüdeybî, Seyyid Kutup, Muhammed Kutup, Said Havva, Mustafa Sıbaî, Abdulkadir Udeh, Abulkadir El-Hüseynî, Beşir El-İbrahim, İzzeddin Kassam, Malik Bin Nebi, Ömer Muhtar, Abdulhamid Bin Bâdis, Şekip Aslan, Emced Ez-Zehavi, Mustafa Neccar, Emir Abdulkerim, Sunusîler, Mevdudi, Ebu’l Hasan Ali En-Nedvi, Muhammed İkbal, Muhammed Hamidullah, Abdu’l Fattah Ebu Gudde, Mustafa Sabri Efendi, Zahidu’l Kevseri, Nevvab Safevî ve benzerleri…

Daha adını sayamadığımız nice mübarek merhum mücahid ulemamız! Hepsine selam, hepsine minnet ve şükran, hepsine hayır dualar! Biz, çağın bir tanığı olarak, şeriatın zâhiri çerçevesinde, Allah Teâla’ya rağmen kimseyi tezkiye etmeme edebi içinde, hepsi için hüsn-ü şehadette bulunuruz. Bu hüsn-ü şehadetin, bir şahidlik ifadesiyle baraber, seven-sevilen beraberliği münasebetiyle de hepimize hayırlar getirmesini diler, dualar ederiz. Malum, “kişi sevdiği ile beraberdir

[i]

.

Her neyse, biz tekrar başa dönelim; âlimlerin ve eğitimcilerin davet ve tebliğden uzak durmaları halkın ahlâkının ve dininin bozulmasına sebep olmuştur. Bu yüzden asıl sorumluluk bunların üzerindedir. Oysa Kur’an-ı Kerim bu ümmete, ümmet içinde özellikle de âlimlere, iyiliği emretme, kötülüğü engelleme (el-emr’u bi’l ma’ruf ve'n nehy’u an’il mün’ker) görevini vermiştir. Böylece Kur’an, günümüzde “insan hakları” diye ifadesini bulan insanlığın temel hak, hukuk ve değerlerini koruyarak ahlaklı bir toplum inşa etmek istemiştir. Bunun için ümmete ve devlete sorumluluklar vermiş, gerekirse güç kullanmaya bile yetkilendirmiştir.(11) Bu, “vasat ümmet”, yani örnek toplum, denge toplumu kılınmanın bir gereğidir.(12) Allah Teâla, her türlü zorluklara katlanarak, sabırla dayanarak ve direnerek bu görevi yapan müslümanları övmüş(13) ve müjdelemiştir.(14) biz de ilmin bedeline seve seve katlananlara minnet ve şükranlarımız sunarız.

İlmin Bedeli

Kur’an-ı Kerime göre ilmin bedeli, onunla amel etme, insanlara öğretme, iyiliği uygulayan ve emreden, kötülükten kaçan ve onlara engel olan bir toplum oluşturma, bu görevi yaparken başa gelen belalara sabır, eziyet ve işkencelere göğüs germe ve direnmedir. Âlim ilmi öğretme, İslam’a davet etme, iyilikleri emir ve kötülükleri nehyetme, zâlimlerden çekinmeden hakkı söyleme görevinden hiçbir bahane ile kaçamaz, ilmi gizleyemez. Çünkü bunlar ilmin ve âlimin namusu, haysiyet ve şerefidirler.

Peygamber (sav) Efendimiz de âlimlere bu görevi verirken, işi biraz da ciddi tutmuş, savsaklanması veya terk edilmesinde sert üslublar kullanmış, gevşeklikten uyarmış ve geçmiş ümmetlerden birçok misallerle ümmeti ikaz ederek eğitmiştir. İşte bir örnek:

İsrail oğullarının içine bozulma düştüğü zaman, kişi kardeşini günah üzere görür ve onu bundan men’ederdi. Ancak ertesi gün, bir gün önce yasakladığı şeyleri yapan kimselerle yemede, sohbetlerde arkadaşlık yapmaktan çekinmezdi. Bunun üzerine Allah Teâla’nın onların kalplerini birbirine karıştırarak hepsini sapıttı, onların bu hali hakkında Kur’an’da şu ayet gelmiştir. “İsrail oğullarından olup da küfredenlere Dâvud’un da, Meryem oğlu İsa’nın da diliyle lanet olunmuştur. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrâta sapmaları idi. Onlar işledikleri herhangi bir fenalıktan birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Hakikat yapmakta devam ettikleri (o hal) ne kötü idi... Eğer Allah Teâla’ya, Peygambere ve O’na indirilene iman etmiş olsalardı onları dost edinmezlerdi...(15)

Ayakta duvara dayanmış durumda olan Hz. Peygamber (as) bu ayetleri okuduktan sonra oturur ve ilave eder:

“Hayır, siz (haddi) aşan zâlimin elinden tutup onu hakka çevirinceye kadar (irşad işini bırakmazsınız)”(16)

Bu kitabımızda buraya gelene kadar konu ile ilgili bir hayli hadisler zikrettik. Bu hadislerde peygamberimiz bütün müslümanlara, aklın ve şeriatın çirkin gördüğü münkerleri, aklın ve şeriatın güzel gördüğü maruflara tebdil için el, dil ve kalp ile mücadeleyi emrediyor.(17) Çoğunluğun, aralarındaki azınlığın fena amellerini (münkerleri) görürler de, güçleri yettiği halde ses çıkarmazlarsa, şerlilerin hayırlılarına musallat edileceğini, iyilerin dualarının kabul olunmayacağını,(18) hepsinin toptan helak edileceğini(19) bildiriyor.

Âlimin kıymetini izaha çalışırken,  başkalarına ilim öğreten âlimlerin Peygamber (sav) Efendimiz tarafından nasıl sevildiğini, övüldüğünü görmüştük. İşte onun hatırlatmak istediğimiz bazı ifadeleri:

“...yetmiş sıddık sevabı verilir. Göklerde saygı ile anılır... Şefaat ediniz; indAllah Teâla’nın makbuldür... En güzel hediyedir... Bir senelik ibadete bedeldir... Bütün mahlûkat onlara dua ve istiğfar eder... Amel defteri kapanmaz... Herkesin gıpta edeceği insanlardır... Onlar benim vekillerimdir, Allah Teâla’nın rahmeti üzerine olsun...”(20)

Şimdi ise Resûlullah (SallAllah Teâla’nınu Aleyhi Vesellem) Efendimizin ilmi başkalarına aktarma, öğretme ile ilgili bazı hadislerini görelim: İbnu Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Benden bir şey işitip onu (artırıp eksiltmeden) işittiği şekilde başkasına ulaştıran kimsenin (Kıyamet günü) Allah Teâla’nın yüzünü taze kılsın. Zira kendisine ulaştırılan öyleleri var ki, bizzat işitenden daha iyi kavrar."(21)

Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Bir ayet bile olsa benden başkasına götürün. Beni İsrail (hikâyelerin) den de rivayet edin, bunda bir mahzur yok. Ancak kim bile bile bana yalan nisbet ederse cehennemdeki yerini hazırlasın."(22)

Muaz İbnu Enes'in babası anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Kim bir ilim öğretirse ona bu ilimle amel edenlerin sevabı vardır. Bu amel edenin ücretini eksiltmez."

 Ebu Katâde babasından naklediyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Kişinin (öldükten sonra) geride bıraktıklarının en hayırlısı şu üç şeydir: "Kendisine dua eden salih bir evlad, ecri kendisine ulaşan bir sadaka-i cariye, kendinden sonra amel edilen bir ilim."

 Hz. Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Mü'min kişiye, hayatta iken yaptığı amel ve iyiliklerden, öldükten sonra ulaşanlar, öğretip neşrettiği bir ilim, geride bıraktığı salih bir evlad, miras bıraktığı bir mushaf (kitap), inşa ettiği bir mescid, yolcular için yaptırdığı bir bina, akıttığı bir su, hayatta ve sağlıklı iken verdiği bir sadakadır. Ölümünden sonra kişiye işte bunlar ulaşır."

 Hz. Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Sadakanın en üstünü, kişinin bir ilim öğrenip sonra da onu müslüman kardeşine öğretmesidir."

İlmin Kaldırılması

Peygamber (sav) Efendimizin bildirdiğine göre bir zaman gelecek ki ilim kaldırılacak. Kim bilir ahir zamanın hangi müthiş fitne ve fesatlardan dolayı bu korkunç bir ibtila vuku bulacaktır. Şerrinde Allah Teâlâ’nın himayesine sığınırız. Öyleyse âlimlere düşen, ilimler kaldırılmadan önce gayrete gelerek çalışmaları ve bu en büyük, en faziletli ve en faydalı ibadetle Allah Teâla’nın rızasını kazanmaya çabalamaları gerekir. Çünkü bir gün buna isteseler de fırsat bulamayabilirler. İbnu Amr İbni'l-As (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Allah Teâla’nın ilmi (verdikten sonra), insanların kalbinden zorla söküp almaz. Fakat ilmi, ülemayı kabzetmek suretiyle alır. Ülema kabzedilir. Öyle ki, tek bir âlim bile kalmaz. Halk da cahilleri kendine reis yapar. Bunlara meseleler sorulur, onlar da ilme dayanmaksızın (kendi kafalarından) fetva verirler, böylece hem kendilerini hem de başkalarını dalâlete atarlar."(23)

Görüldüğü gibi ahir zamanda kıyamet alametlerinden biri de ilmin kaldırılmasıdır. Bunun ise âlimin ölümü ve yerine cahillerin geçmesiyle olacağı, bu ve benzeri hadislerde açıkça geçmektedir. Şüphesiz bu korkunç gerçekten en fazla korkması gerekenlerin başında âlimler gelir. Bu korku onları, yerlerine geçecek âlimler yetiştirmeye mecbur etmeli değil midir? Bu mecburiyet bile ilmi yayma sorumluluğunun bir gereğidir hiç şüphesiz.

Ebu'd-Derda (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile beraberdik. Gözünü semaya dikti. Sonra:

- "Şu anlar, ilmin insanlardan kapıp kaçırıldığı anlardır. Öyle ki, bu hususta insanlar hiçbir şeye muktedir olamazlar!" buyurdular. Ziyad İbnu Lebid el-Ensari araya girip:

- "Bizler Kur'an'ı okuyup dururken ilim bizlerden nasıl kapıp kaçırılır? Vallahi biz onu hem okuyacağız, hem de çocuklarımıza, kadınlarımıza okutacağız!" dedi. Resulullah da:

- "Anasız kalasın ey Ziyad, ben de seni Medine fakihlerinden sayıyordum. Bak işte Tevrat ve İncil, yahudilerin ve nasranilerin elinde, onların ne işine yarıyor? (Sanki onunla amel mi ediyorlar)?" buyurdu.

Cübeyr der ki:

- "Ubade İbnu's-Samit radıyAllah Teâla’nınu anh'a rastladım. ‘Kardeşin Ebu'd-Derda ne söyledi, işittin mi?’ dedim. Ve ona Ebu'd-Derda'nın söylediğini haber verdim. Bana:

- "Ebu'd-Derda doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim: İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşu'dur. Büyük bir câmiye girip huşu üzere olan tek şahsı göremiyeceğin vakit yakındır!" dedi."(24)

Ömer İbnu Abdilaziz, bu kaygular içerisinde olduğu için zamanında güzel bir tedbir alarak hadislerin ve ilmin yazılmasına sebep olmuştur. Ondan nakledildiğine göre, Medine valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a şöyle yazmıştır:

"Bak, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın hadisinden ne varsa yaz. Zira ben, ilmin kaybolmasından ve ülemanın gitmesinden korkuyorum. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın hadisinden başka bir şey kabul etme. Âlimler ilmi yaysınlar, ilim için herkese açık yerlerde halkalar teşkil etsinler, ta ki bilmeyenler de böylece öğrensin. Zira ilim, gizli kalmazsa helak olmaz."(25)

Ashab-ı kiram bu konuda çok hassastı. Ebu Zerr’in şu sözleri o duyarlığa tercüman olsa gerektir:

"Eğer kılıncı şuraya koysanız -eliyle ensesini göstermiştir- ben bu esnada, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan işitmiş bulunduğum bir hadisi, sizin işimi bitirmezden önce söyleyebileceğime kanaatim gelse onu mutlaka söylerim."(26)

Sevgili Peygamberimiz (Sallllahu Aleyhi Vesellem) Efendimiz’in “kırk hadis” öğrenme ve öğretmeye dair sözleri,(27) nasıl bir “erbaîn” edebiyatı ortaya koymuştur, hepimizin malumudur. Bütün bunlar, ilmi başkalarına taşıma ve öğretme arzu ve duyarlılığından kaynaklanmıştır herhalde.

Biz konuyla ilgili birçok yönleri, daha önceki kitaplarımızda işlediğimiz için, burada sözü kısa tutmayı arzu ettik.(28) Âlimlerin irşad, tebliğ ve cihad için varoldukları, aslında izaha gerek olmayan gerçeklerdendir. İlim ve sorumluluk, iki ayrılmaz özelliktir.

Âlimin Kıymeti Öğretmesiyledir

Aslında âlimlerin kıymeti, gerekli bilgileri bilmelerinden daha çok, bildiklerini başkalarına öğretmelerinden kaynaklanmaktadır. Hatta bu yüzden âlimler, ibadetleri az da olsa, Allah Teâla’ya çok ibadet eden âbid ve zâhidlerden daha hayırlıdır. Bu konudaki Sevgili Peygamberimizin hadislerini aktarmıştık, tekrar etmeyelim. Onun yetiştirdiği insanların kanaati de tabi ki aynı olacaktır. İşte size birkaç örnek;

Hz. Ömer: “Gece namaz kılan, gündüz oruç tutan bin abidin ölümü, Allah Teâla’nın helal ve haramını bilen akıllı ve basiretli birinin ölümünden ehvendir.”(28)

Hasan: “Âlim, dünyaya karşı zahit olandan ve ibadet için gayret eden abitten daha hayırlıdır.”(29)

Ebu Cafer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin der ki: “İlminden faydalanılan bir alim, yetmiş bin abitten daha faziletlidir.”(30)

Süfyan es-Sevri: “İnsanlara ilim öğretmekten daha faziletli bir ibadet bilmiyorum.”(31)

Neden böyle olduğunu görmüştük. Kısa bir hatırlatma yapalım; çünkü âbidin ibadetinin yararı sadece kendisine kalırken, âlimin ilimi, eğitim ve öğretim kanalıyla başkalarına da geçmekte, başkalarını da faydalandırmaktadır. Bu yüzden âlimin uykusu ile âbidin ibadetlerini, şehidin kanı ile âlimin kullandığı mürekkebi karşılaştıran birçok hadis-i şerifler, bilindiği için işaret edilip geçilecektir. Bunu haklı çıkaran bir kıssayı burada anlatmayı yararlı görüyoruz.

İlginç Bir Hikâye

Mücahid anlatıyor: "İbn-i Abbas namaz kılarken, arkadaşları ben, Ata, Tavus ve İkrime bir gün beraberce oturuyorduk. Bir adam yanımıza gelerek:

- Size bir şey sormak istiyorum. Benim sorumu cevaplandıracak birisi var mı? Dedi.

 - Sor, dedik. Adam:

 - Ben bevlettiğimde, arkasından meni boşalıyor, dedi.

- Çocuğu meydana getiren meni midir? dedik.

- Evet, dedi.

- Yıkanman gerekir, dedik. Adam kızarak kalkıp gitti.

Bunun üzerine İbn-i Abbas çabucak namazını tamamlayıp selam vererek:

- Bana o adamı çağırın, dedi ve adam geldikten sonra bize:

- Bu adama Allah Teâla’nın'ın kitabından mı cevap verdiniz? Dedi.

- Hayır, dedik.

- Resulullah'ın sünnetinden mi? diye sorunca, yine:

- Hayır, dedik

- Resulullah'ın ashabından mı işittiniz, diye sorunca, yine

- Hayır, dedik.

- Öyleyse kimden işitmiştiniz? diye sordu.

- Kendi görüşümüzü söyledik, dedik. İbn-i Abbas:

- Bu yüzden Resulullah: "Bir alim, şeytana karşı bin âbitten daha güçlüdür" buyurmuştur, dedikten sonra adama:

- Bahsettiğin o su senden akarken bir lezzet hisseder misin? Diye sordu. Adamdan:

- Hayır, cevabını alınca:

- Vücudunda bir gevşeme olur mu? Dedi. Yine:

- Hayır, cevabını alınca:

- Sana gusül gerekmez. Abdest alman yeterlidir, diye cevap verdi.(32)

Şeytandan Uygulamalı Öğretme

İbn Abdilberr’in naklettiğine göre yine İbn Abbas’tan anlatılmıştır: “Şeytanlar İblis’e dediler ki:

- Ey efendimiz! Seni âlimin ölümüne, abidin ölümünden daha fazla sevinir görüyoruz. Bu nasıl oluyor?

- Gelin, dedi. Yürüdüler ve ayakta namaz kılan bir abidin yanına vardılar ve:

- Biz sana bir soru sormak istiyoruz dediler.

Abid onlara döndü. İblis ona:

- Allah Teâla’nın bu dünyayı bir yumurtanın içine koymaya gücü yeter mi? Abid:

- Hayır, dedi.

İblis döndü şeytanlara ve:

- Gördünüz mü anında nasıl kâfir oldu! Dedi.

Sonra kalktılar, arkadaşlarıyla güle oynaya sohbet eden bir âlimin yanına geldiler ve ona da izin alarak aynı soruyu sordular. Alim:

- Evet, gücü yeter, dedi. İblis:

- Bu nasıl olur? Dedi. Âlim:

- Onu istediği anda “ol” der, o da oluverir!

İblis şeytanlara döndü ve dedi ki:

- Gördünüz mü, o abit kendi nefsine bile yetmiyor, bu âlim ise bize göre âlemi bozuyor(!)(33)

Sözün Özü

Bütün bunların özeti odur ki, dine yapılan hizmetin ve ümmete, hatta insanlığa edilen imdadın en azizi, en kıymetlisi ve en geçerlisi, kulu Allah Teâlâ’ya en sevgili kılan amel, İslam'ın esaslarını anlatmak, şer’î meseleleri açıklamaktır. Bunun için Kur’an'ı ve Sünneti, bunlardan kaynaklanan İslam’ın inanç, ibadet, hukuk ve ahlak esaslarını izah ederek, alemi küfürden, nifaktan, günahtan, bid’ad, hurafe ve dalaletlerden temizlemeye gayret etmektir. Evet, insanlığa yapılan en büyük imdad, en büyük hizmet, en büyük yardım budur ve hiç şüphesiz bunu da ancak âlimler yapabilir.(34)

Daha önce, âlimlerin niçin peygamberlere en yakın insanlar olduklarını, onların varisi ve vekilleri olduklarını, hatta bu ümmetin âlimlerinin, beni İsrail’in peygamberleri gibi oluşlarının sebep ve hikmetlerini açıklamıştık. Neydi o? Hatırlatıp geçiyoruz: İslam'ı tebliğ. İşte ortaklaşa kullandıkları ifade: "Vema aleyna ille'l belağu'l mübîn"

Bu sebeple, özellikle İslam’ın zayıfladığı dönemlerde onu anlatmak, desteklemek, güçlendirmek, üstünlüğünü sağlamak, hâkimiyetini kurmak en hayırlı, en faziletli, en sevaplı ve en şerefli bir iştir, bir ibadettir. Hiçbir sevap, bu sevaba denk olamaz. Ümmetin fesadı zamanında kaybolan bir sünneti ihya, yüz şehid sevabı kazandırırsa, acaba farz olan Allah Teâla’nın şeriatını ihya, kim bilir ne kadar sevap kazandıracaktır?

Bir insan için başkalarının hidayetine vesile olmak, güneşin doğduğu yer ile battığı yer arasındaki her şeyin onun olmasından daha hayırlı olduğunu hadislerden öğrenmiştik. Hayber’de Peygamberimizin Hz. Ali’ye tenbihlerini bir kere daha hatırlayalım. Bu arada sevgili Peygamberimizin şu ikna edici benzetmelerini de hatırlayalım:

“İlmi öğrenen ama insanlara onu anlatmayan, onunla konuşmayan, onu açığa çıkarmayan insan, bir hazineye sahip olup da onu harcamayan gibidir.”(36)

Mesela bir adam var, kesesi, evi kâğıt altın veya gümüşten paralarla dolu. Bir sürü de ihtiyacı var. Ama o adam paralarını harcayarak ihtiyaçlarını karşılamıyor. Peki, o paralar harcanmayacaksa o kâğıt veya maden parçaları neye yarar?

Hem sadece kendi ihtiyaçlarına harcanan parada da bir fazilet yoktur. Esas fazilet, o varlıktan başkalarını da faydalandırmaktır. O yüzden ilim öğretmeyi, sadakaların en faziletlisi saymıştır Peygamberimiz.(37)                          

Daha önce görmüştük, zenginler mal verirken, âlimler can vermektedir. İki infak arasında bilenler için ne kadar büyük fark vardır, izaha gerek var mı?

Davet Fıkhı

Üstad Ömer Nasuhi Bilmen Hocamız “davet fıkhı”nı şu cümlelerle özetlemştir: “İslamda iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak da bir öğüt ve hayır dilemekten ibaret çok önemli bir görevdir. Müslümanlar bu görevi gereği üzere yerine getirmiş olmakla diğer milletlerden seçkin bir millet olmuşlardır. Kur'an-ı Kerîm'de de övülmüşlerdir.

Maruf yaratılışa uygun ve dince güzel görülen şeydir. Münker de, aksine yaradılışa aykırı ve dince çirkin bulunan şeydir. Onun için her müslüman kendi din kardeşi hakkında ve bütün insanlık hakkında hayır ister, iyiliği emreder ve öğüt verir. Kötülüklerden sakındırmayı da bir din görevi bilir. Ancak bu görevin dereceleri vardır. Şöyle ki: Bu yol gösterme görevinin yapılmasında, karşı taraftan bir kötülüğün ortaya çıkacağı düşünülmüyorsa, bu görev işe el koymakla, değilse sözle yapılır. Bu da tehlikeli ise, yalnız kalb ile yapılır. İyiliğin yapılması, kötülüğün de terk edilmesi için kalb ile dua yapılır.
     Bir müslüman yapacağı iyiliği tavsiye ve kötülükten alıkoyma görevinin zararsız olarak kabul edileceğini üstün görüşü ile anlamış olursa, bu görevi yapmak ona vacib olur, bunu terk edemez. Fakat bu yüzden döğülme ve sövülme gibi bir tepki göreceğini anlarsa, bu görevi bırakması daha iyidir. Sözünün benimsenmeyeceğini bilmekle beraber böyle bir tepki de olmayacağını anlarsa, serbesttir; isterse öğüt verir, isterse vermez. Fakat öğüt vermesi daha iyidir. Bu yolda bazı zorluklara katlanmak bir mücahededir.

Bir kimsenin emrettiği veya yasakladığı şey, hakka ve ihtiyaca uygun ise, kabul edilmelidir. Öğüt veren, söylediklerini yapmamış olsa bile, doğru olan şey kabul edilir. Şu da gerçektir ki, bir emir ve yasağın ruhlara tesir edebilmesi için, bu görevi yapmaya çalışan kimse şu beş vasfı kendisinde bulundurmalıdır:

1) Bilgi sahibi olmalıdır. Çünkü bilgisi olmayan kimse bu görevi güzelce yapamaz.

2) Söylediği şeyle kendisi de amel etmelidir. Değilse: "Niçin yapmadığınız şeyi söylersiniz?" azarına muhatab olur.

3) Bütün sözlerinde Yüce Allah Teâla’nın'ın rızasını ve müslümanların yükselmelerini gözetmelidir. Bunu hedef edinmelidir.

4) Dinleyiciler hakkında şefkat göstermeli, irşad görevini tatlılık ve yumuşaklıkla yapmalıdır.

5) Sabırlı ve iyi huylu olmalı. Sertlikten ve şiddetten kaçınmalıdır.

Şunu da ekleyelim ki, halk tabakasından olan kimselerin, ilim ve irfan sahibi şahıslara iyiliği emretmeleri ve kötülüğü yasaklamaları uygun değildir. Böyle bir davranış edebe aykırıdır. Kendi haklarında bilmeyerek bir zarara sebeb olabilir.”(38)

En Büyük Sorun

Madem İslam’a davet ve tebliğ bu kadar büyük ve mühim bir meseledir, öyleyse rahatlıkla şöyle söyleyebiliriz: Bugün İslam dünyasının, belki de topyekûn insanlığın en büyük sorunu, İslam’a davet sorunudur. Yani ona kendi çapına uygun davet ve bunu yapabilecek insan kıtlığı veya eksikliğidir.

İslam dünyasının siyaseten mağlup olup düşmanlarınca istila ve işgalinden sonra o ülkelerde kurulan devletler, işgali onlara teslim ederek çekilen zalim düşman güçlerin emir ve direktifleri doğrultusunda, devlet ve cemiyetten, özellikle de Milli Eğitim ve mekteplerden İslam dinini uzak tutma siyasetini gütmüşlerdir. İnsan haklarını açıkça ve acımasızca çiğneme pahasına da olsa insanları, özgürce seçtikleri dinlerinin eğitim, öğretim ve uygulama haklarından mahrum bırakmışlardır. Elbette Müslüman topluluklar zalim düşmanlara hizmet eden bu kukla yöneticileri benimsememiş, sessiz ve derinden dinlerini mümkün mertebe öğrenme ve yaşamaya devam etmişlerdir. İçte bir kavga ve savaşa meydan vermeden, çağımızın dilinde “sivil itaatsızlık”, “pasif direniş” ve “demokratik muhalefet” denilen yöntemlerle bir yandan bu siyaset ile mücadele ederken, diğer yandan da dini kendilerine anlatacak insanları yetiştirmeğe devam etmişlerdir. Ancak devlet çapında uğraşılarla başarıya ulaşılabilecek bu işler, elbette üç beş insanın çabalarıyla olabilecek işler değildir. Bu konuda Diyanet’in tavrı da bellidir. Birçok yerde yazdık, aslında Diyanetin kuruluş amacı, laik devleti şeriat tehlikesinden korumaktır. Camilerin ve din görevlilerinin alternatif bir eğitim geliştirmelerini engellemektir. Yoksa idarî işler ikinci plandadır. Bunu orada görev yapan kadrolar, özellikle de üst düzey yöneticiler çok iyi bilir. Bu sözlerim onları kötülemek, kınamak veya ayıplamak için söylenmiş değildir. Şartlar budur ve orada çalışanlar, tıpkı Milli Eğitimin okullarında çalışan bizler gibi, bu olumsuz şartlar ve ortamlarda iyi niyetli olarak ellerinden geleni yapmaya çalışmaktadırlar.  Bu yüzden Diyanet özellikle de Cumhuriyetin ilk günlerinde İslam’ı öğretme ve yaymada çok ürkek, çok korkak, çok dikkatlidir. Şu olay onun konumunu ve tutumunu anlatmaya iyi bir örnektir:

O zamanlar Milli Eğitim Bakanı olan Tahsin Banguoğlu anlatıyor:

- Enteresan bir şey daha oldu.  O yıllarda Sivas’ta 5.000 kadar ermeni vardı.  Kiliseleri kapalı idi. Duyduk ki, bunlar müslüman olmak istemişler, fakat her ne sebepten ise

[ii]

müftü efendi “olmaz” demiş. Din dersleri ihtiyari olarak ilkokullara konunca Ermeniler de çocuklarının bu derslere girmesini istemişler. Vali beni telefonla aradı, tedirgindi, ne yapması gerektiğini benden soruyordu

[iii]

. “Girsinler” dedim ve ilave ettim, ‘o çocuklara benim adıma bir de şeker dağıtın.’ 1950 seçimlerinde DP milletvekilleri buradaki ermeni vatandaşlarımıza gittiler ve oylarını DP’ye verirlerse kiliselerini açacaklarını vaat ettiler. Netice ne oldu bilmiyorum.”

[iv]

Dolayısıyla bu alanda büyük boşluklar doğmuştur. Doğan bu boşluklar, ya tam ehli olmayanlar tarafından “bari elimizden geldiği kadar yapalım” diyerek iyi niyetlilerce, ya da “buradan çıkar sağlayalım” diyen istismarcılarca doldurulmaya çalışılmıştır. Sonuçta İslam’ı, insanların bugün her zamankinden daha fazla muhtaç oldukları bu güzel dini anlatma işi, dünyada maalesef terkedilmiş, ihmal edilmiştir. İslam’ı kendi inananlarına dahi anlatma işinde bir sürü sorun yaşanmaktadır. Aslında bu ayrı bir kitap konusudur. Ama yeri gelmişken kısaca dokunalım istedik.

Necip Fazıl’da Davet Düşüncesi

Yıllardır bu ülkede hayalindeki “Başyücelik” devletini kurmaya çalışan Necip Fazıl, bu devletin ilk icraat emrini şöyle yazmıştır: “Bu emirden itibaren, camilerdeki va’z ve ders kürsüleri, bu kürsülerin gerektirdiği üstün şartları nefslerinde pırıltadacak insanlar yetişinceye kadar boş kalacaktır.”(39)

Boş kalış çözüm müdür, ayrı mesele, fakat Üstad çarpıcı bir üslup ve biçimde bir gerçeği vurgulamak istiyor. Diyor ki: “Bizim bunları tasfiye etmekten muradımızsa, malum din düşmanları gibi din mümessillerini ortadan kaldırmak değil, böyle din düşmanlarına zuhur ve tecelli imkânı veren sahtelerini kaldırıp hakikilerini getirmektir.”(40)

Çünkü bugün görülen tip,  “ahırdaki yanaşmaya bağırır gibi, zift dolu bir zulmet hunisine benzeyen ağzının bütün açılış imkânıyla ve bir sövme tonuyla hırlayan, kaba, sığ, bilgisiz ve her türlü incelikten ve ruh avlama sanatından mahrum, sadece çirkinleştirici ve kabalaştırıcı, soğutucu ve kaçırıcı vaizler kitlesinin” bir tipidir. Ve yine onun ifadesiyle “tırpanda tasfiyesi” gerekmektedir.(41)

“Nasıl bir vaiz, yani dini anlatan adam?” sorusuna o şöyle cevap verir:

“En kısa zaman içinde, çizgi çizgi billurlaştıracağımız ve heybetle kürsüsünde heykelleştireceğimiz vaiz tipi, muazzam bir vecd, aşk, heyecan ve fedakârlık ruhunun temeline dayalı koskoca bir irfan, beşeri fikir maceralarına vukuf, insan ruhunun esrarına nüfuz kıymeti içinde derin bir zerafet, zevk ve esrar idrakinin örneği olacaktır. Bizim vaiz tipimiz, her noktasından, korkutmak yerine sevdirmek, zorlaştırmak yerine kolaylaştırmak, soğutmak yerine müjdelemek, acılaştırmak yerine tatlılaştırmak emri tüten mukaddes hadisin imtisalcileridir ve çepçevre kuşatıcı, bağlayıcı, mıhlayıcı ve bir daha bırakmayıcı birer diyalektika ustasıdır.”(42)

Bizim toplumumuzda birçok düşünür ve sosyoloğun üstünde durduğu bir meseledir bu “cemiyeti her tarafından kavrayacak, ilimde, sanatta, iktisatta üstad, ahlakta önder din adamları yetiştirerek cemaatın kalbine hakikat aşkının mukaddes tohumlarını serpme” meselesi.(43) Ona göre o işi yapacak insanları yetiştirme işi, “yakın ve uzak mazi dâhil olarak, örneksiz bir inkılap olacaktır.”(44)

Evet, davet ve tebliğ işinde bir boşluk olduğu kesin! Sorun, devlet çapında bir gayret isteyen bu boşluğun doldurulması işinin nasıl başarılacak olmasıdır.

Ahmet Önkal’ın Çabası

Resululah’ın İslam’a Davet Metodu” hakkında çok güzel bir çalışma yapan Ahmet Önkal da yukarda değindiğimiz konuya, yani bu günkü dünyada oluşan davet boşluğuna dikkat çekiyor. Gerek Türkiye’de, gerekse dünyada yaşayan her bir milyona bir davetçinin bile düşmediğinden yakınıyor. Oysa ne Müslümanların üstünden davet farzı kalkmış, ne de insanlığın İslam’a olan ihtiyacı bitmiştir. Peygamberimizin davet metodunu enine boyuna işleyen yazar, davetin bu günkü eksik ve aksak yönlerini inceliyor. Bugün fevkalade önemli olan bu eksik ve aksaklıkları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

Davet için en önemli merhale olan maddi ve manevi hazırlık safhasının ihmali. Davetçileri yetiştirecek olgun bir kadro ve harekete yön verecek liderlerin bulunmayışı. Gaye ve vasıtaların açık seçik ortaya konulmaması, davetin gizli yürütülmeye kalkışılması. Davet metodunun iyi bilinememesi ve uygulanamaması. Belli bir plan ve proğram çerçevesinde disiplinli bir çalışma eksikliği. İman esaslarından başlayan ve aşamaları iyi tesbit edilen tedrici bir uygulamaya önem verilmemesi.

Bugün binlerce acı tecrübeden sonra özellikle şu hususlara dikkat edilmesi gerekir: Davette amel ve uygulama fikirî ve nazarî tartışmalardan öne alınmalı, yaşanılan hususlara davet edilmeli. İslam davası şahsi davalardan üstün tutulmalı, ihlasla İslam için çalışmalara, kişisel işlerden daha fazla önem verilmeli. Mükâfat sadece Allah Teâla’dan beklenmeli, takdir, ödül veya ganimet kavgasına asla girilmemeli. Aynı işi yapanların aralarındaki meşrep ve metot farklılıkları yüzünden biribirlerini engellemeye çalışmamaları.(45)

Bunların her biri, dini yaymak adına gerçekten de üzerinde durulması gereken büyük sorunlardır. Ama aynı maddelerin müsbet manada karşılandığında ortaya ne harikaların zuhur edeceğini düşünmek bile insanı ürpertiyor. Nitekim bu konuların bir kaçında başarıyı yakalamış hizmet guruplarının yaptıklarını kıvanç ve dualarla izliyoruz.

Bir davet Dertlisi

Uzun yıllar İslam davasını dünya çapında yazılı ve sözlü olarak tebliğ etmeye çalışan muhterem ve merhum Ebu’l Hasan Ali en-Nedvî, Nisan 1947’de Delhi’de akdolunan “Asya Kültür Konferansı”nda Mısır, Lübnan, Afganistan, İran, Türkiye ve Endenozya’dan katılan delegelere muhteşem bir konuşma yapar. Bu konuşmayı, daha sonra “Yeniden İslam’a” gibi adı bile insanı ürperten ve coşturan bir eserine alır.

O kouşmasında İslam milletinin zuhuru anındaki dünyayı, dünyadaki din ve medeniyetleri kısaca dile getirir ve yeni çıkan bu milletin varlık sebebini açıklar. Davanın önderi Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’in tebliğdeki kararlılık ve azmine işaret eder. Kendisinden sonra gelen Raşit Halifeler ve arkasından gelenlerin, insanlığın mutluluğu adına indirilen bu din için yaptıkları olağanüstü çabaları vurgular.

Ne var ki bu mücahit ruhlu ınsanlardan sonra gelen bir kısım nesillerin bu iman ve aşklarını kaybederek dünyaya dalmalarını ve dün değiştirmek için savaştıkları cahiliyyeye benzer bir hayat içinde kaybolmalarını anlatır. “Madem böyle olacaktı, öyleyse geçmişte atalarının verdiği savaş niçindi?” diye sorgular. Milletlerin hayatının, sahip oldukları ideal, güttükleri dava ile kaim olduğuna dikkatleri çeker ve bugünkü cahiliyyenin izalesi için bir kere daha asr-ı saadeti örnek almaya çağırır, bir kere daha insanlığın önüne İslam ile çıkmaya çağırır. Her cümlesi mermi gibi yüreklere saplanan konuşmasını şöyle bitirir:

“Muhterem müslümanlar!  

Ecdadımız geçmişte cahiliyetin büyük merkezlerine dağılmış, diyorlardı ki: ‘Allah Teâla’nın bizi, isteyeni kullara tapmaktan Allah Teâla’ya ibadet etmeye, dünyanın darından boluna, dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine çıkarmak için gönderdi.’ Nitekim Bizans milletini İsa’ya, haç, rahip ve azizlere, imparatorlara tapmaktan kurtarmışlar; diğer taraftan İranlıları ateşe, Turanlıları kurda, Hintlileri ineğe tapmaktan çekip çıkarmışlardı. Evet, bütün bu milletleri, bir olan Allah Teâla’nın ibadetine yöneltmiş, gerçekten de dar dünyadan bol dünyaya, dinlerin zulmünden kurtarıp Islam’ın adaletine çıkarıp yükseltmişti İslamiyet.

Bugun dünya çoktandır müslüman elçilerinin ikinci cahiliyetin merkezlerine dağılıp ‘Allah Teâla’nın bizi,  insanları madde ve mideye tapmaktan Allah Teâla’ya ibadete, egoizm, madde kavgası ve açgözlülüğün hâkim oldugu sıkıcı bir âlemden, kanaat, digergamlık, züht, ruh nimetleri ve kalp itmi'nanının hüküm sürdüğü huzur dolu âleme; siyasî ve ictimai nizamların zulmünden İslam’ın adaletine kavuşturmak için gönderdi’ diyecekleri gunü sabırsızlıkla beklemektedir.

Ey İslam âleminin evlatları!

İşte size heybet ve vakar veren dava ve işte sizden huzur ve saadetine kasteden düşmanlara karşı yardım talebinde bulunup feryad eden zavallı insanlık! Bugün dünya İslam davasına dünden daha az susamış ve daha az muhtaç değildir. Çünkü o her ne kadar sanat bakımından zengin, millet ve hükumetlerle dolmuş, çeşitli bayrak ve sancaklara malik, diğer taraftan türlü hareket ve ideolojilere sahne olmuş, birçok şehvet, hırs ve arzuların azgınlığından sıkılmış olsa bile, miladi altıncı asırdakinden pek farklı degildir. Artık dünya daha fazlasına tahammül etmiyecek, adı geçenlerin artmasına müsamaha göstermeyecek hale gelmiştir.

Eger müslümanlar davasız, insanlığa sunacak bir idealden yoksun, kendileri ve midelerinden başka bip şey düşünmeyen alelade bir millet durumunda iseler, o zaman tarihlerinin din davası ve onun uğruna yapılan cihatlarla başlamasını  neyle ve nasıl izah edecekler? Bu asra kadar varabilmelerini neyle açıklayacaklar? Onlara ibadet yapmaları ve ona davet etmeleri kayıt ve şartıyle yardım edilip zafer kazanmadılar mı?

Allah Teâla’ya davet, dünya haritasında hala boş ve metruktur, hiç bir millet ve dava orayı işgal etmemiştir. Müslümanlar tekrar oraya döner ve imar ederlerse hem insanlığa, hem de kendilerine iyilik etmiş olurlar, insanlığı da yaklaştığı uçuruma yuvarlanmaktan kurtarırlar.(46)

Yeni Bir Dirilişe Davet

Bu muhteşem sözler, dünyanın dört bir köşesinde değişik ifadelerle yankılanmaktadır. Her ülkeden değişik simalar, insanlığı uyarmaya devam etmektedirler. Ülkemizden de yiğit bir sesi bir kere daha bir örnek olarak burada yankılandırmak istiyorum:

“Artık dünyaya ve insanoğluna kapitalizmden, komünizmden ve faşizmden hayır yoktur. Bu zalim düzenler var olduğu müddetçe bu çalkantılar, bu sarsıntılar, bunalımlar devam edip gidecektir. Leş gibi bir toplum içinde leş gibi bir hayat yaşanmaktadır.

Öyle inanıyoruz ki, insanlık yeni bir düşünceye, yeni bir dünya görünüşüne, yeni bir ahlaka ve yeni bir evrensel düzene mutlaka muhtaçtır. Bu arzulanan ve şiddetle ihtiyacı duyulan düzen de beşeri bir karakter taşımayıp, insan ve toplum gerçeğini son detayına kadar sosyal, ekonomik, psikolojik, yönlerden hesaba katan ve mükemmel bir denge içinde yerleştiren ilahi bilginin ürünü olmak zorundadır.

Artık biz Müslümanlar, bu işlenen cinayetlere, her dört dakikada bir tekrarlanan intiharlara, cinsi sapıklara, amansız sefalete, açlığa, çıplaklığa, beşeri düzenlerin zulmüne, emperyalistlerin kışkırttığı savaşlara ve top yekûn imhaya mahkûm dünya insanlığına, tağutların ve şeytan elemanlarının elindeki beşer soyunun bu çaresizliğine, ezilmişliğine, bitmişliğine, tükenmişliğine çekimser bakıp duramayız. Yüklendiğimiz kutsal görevin bilinci içinde çağa ve olaylara damgamızı vurarak başkaldırmak zorundayız. Biz mutlak gerçek, vahy adına faşizmin pençesindeki halkın, kapitalizmin mazlumu dünya proletaryasının ve komünizmin kışlalarında inleyen Çin ve Rus halkının, bütün mahkûm dünya insanlarının savunucusuyuz. Çağımızın müslümanı; bu rezil ve insafsız çağla savaşmak zorundadır.”(47)

 

 


(1) Al-i İmran.104

(2) Al-i İmran, 110                                                                                            

(3) Tevbe 122. Ayetin geniş açıklaması "ilim ve cihad" bölümünde geçmişti.

(4) Tirmizî, İlim 14.

(5) A.y.

(6) Buhârî, Cihad 102; Meğazi 38; Müslim, Fedaislu’s Sahabe 35; İbrahim Canan a.g.e. 11/502, Gazali, İhya 1/32.

(7) Ali Muttaki 10/190 hn:29000; İbn Abdilber, age. s.196.

(8) Kasas 80, A’raf 164, Lokman 17, Al-i İmran113-114.

(9) Hud 116, Bakara 44, Cuma 5, Maide 63.

(15) Maide 63.

(16) Beyzavi, ilgili ayetin tefsirinde.

(17) Safvetü’t Tefasir (Tecüme) 2/118.

(18) Hulasatu’l Beyan, 3/1263.

(21) Al-i İmran 161.

(22) Hakka 44-46.

(23) Müslim, İman 232 (145), Tirmizî, İman 13 (2631) İ. Canan a.g.e. 2/322.

(24) Ahmed.

(25) Gazali, İhya 1/151.

(26) Bakara 195.

(27) Tirmizî,Tefsir 3 (2973); Ebû Dâvud, Cihad 22; Elmalılı 2/39; Sabunî 1/127.

(28) Bakara 214.

(29) Ankebud, 1-7

(30) Bakara 207.

(31) Ahzap 23.

(32) Bakara 213.

[i]

Buhârî, Edeb, 96; Müslîm, Birr, 165.

(11) Al-i İmran 104-110. 200. Nisa 114, Hac 41, Tevbe 71.

(12) Bakara 143.

(13) Al-i İmran 181,195; En’am 34; A’raf 127-128; Yunus 109; Hicr 97-98; Nahl 96; Sa’d 17; Casiye 14; Kaf 39 vd.

(14) Tevbe 122; Asr 1-3.

(15) Maide 78-81.

(16) İbn Mâce, Fiten 20; Ebû Dâvud, Melahim 17; Tirmizî, Tefsir hn:3047-48; İb. Canan 2/378 hn:91.

(17) Müslim, İman 78(49); Ebû Dâvud, Salat’ul İydeyn 248(1140), Tirmizî, Fiten 11(2173); Neseî 17(8,11), İbn Mâce, Fiten20(4013), İb. Canan 2/376 hn:89.

(18) Tirmizî, Fiten 9, Münavi, Feyz’ul Kadir, 5/260.

(19) Ebû Dâvud, Melahim 17(4338-39); İbn Mâce, Fiten 20(4009)

(20) Konu ile ilgili toplu bir değerlendirme için bkz. Gazali a.g.e. 1/30-36.

(21) Tirmizi, İlm 7, (2658)

(22) Buhari, Enbiya 50; Tirmizi, İlm 13, (2671)

(23) Buhari, İlim 34, İ'tisam 7; Müslim, ilm 13, (2573); Tirmizi, ilm 5, (2654)

(24) Tirmizi, İlm 5, (2655)

(25) Buhari, İlm 34.

(26) Buhari, İlim 10

(27) İbn Abdilberr, age. s.77-79’da konu ile ilgili bir bab yazmıştır

(28) Bak. Cemal Nar, Bu Sistemden İslama, s.7-42.86-115, Anılar ve İbretler s.26-37, 49, 94, 152-159. İslamlaşma Bilinci s.32,58-75. İmanın Kıymeti ve Korunması,  “İman amelle Korunur” bölümü.

(28) İbn Abdilber, age. s.53

(29) İbn Abdilber, age. s.50

(30) İbn Abdilber, age. s.54

(31) İbn Abdilber, s. 83

(32) Kenzu'l Ummal, 5/118’den naklen Kandehlevi, Muhtasar Hayatu's Sahabe, s.447-448)

(33) Camiu Beyani’l İlm. s.53

(34) İmam Rabbani, Mektubat, 1/164 Mektub no:47.

(36) İbn Abdilber, age. s.194 vd.

(37) İbn Abdilber, age. s.196

(38) Büyük İslam İlmihali, s.429. Sadeleştirilmiş haliyle

[ii]

Sebep bellidir ama bunu bir bakan söylemez. Biz söyleriz elbette. Sebep din düşmanı rejimden korkmasıdır. Bu korku olmazsa, bir müftü gayri müslimlerin müslüman olmasını neden istemesin?

[iii]

Müslüman bir valideki bu korkuya bakar mısınız? Müftü onun altında çalışan bir memurdur. Elbette daha fazla korkacak! Yakın tarihimizi bilen bu korkuyu iyi anlar. Bizim “Osmanlıdan Cumhuriyete Büyük Kırılma” kitabımıza bu açıdan bakılabilir.

[iv]

İsmail Kara, Sözü Dilde Hayali Gözde, Dergah y. Ekim 2005, İst. S.98.

(39) N. F. Kısakürek, İdeolojya Örgüsü, s.347

(40) A.ge. s.348

(41) A.g.e. s.347

(42) age.s.348

(43) Bkz. Nureddin Topçu, Türkiyenin Maarif Davası, s.8-9

(44) A.g.e. s.347

 

(45) A.g.e. s.248-249.

(46) Ebu’l Hasen Ali en-Nedvî, Yeniden İslam’a, s.13-14

(47) Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, s. 174-175.