Selam Olsun O Âlimlere

Yukarıda "Kara fakirlik"ten bahsettik. Bu söz benim değil, Abdulfettah Ebu Gudde’nindir. O, fakirliğin iki şeklinden bahsetmektedir: “Bir şekli vardır; üzüntü, keder, aile akrabalığı, bunlardan doğan gönül kırıklığı ve insanın yakasını bırakmayan, ona soluk aldırmayan benzeri fakirlik illetleri ile zihinleri karmakarışık eder. Bu cins fakirliğe “kara fakirlik” diyelim.  Zihni dağıtan, icat gücünü öldüren, sahibini, su verilmeyen yeşil ağacın kuruduğu gibi kurutan fakirlik de denebilir buna...

 

Diğer bir durumu da var ki, insan yine fakirdir ama ihtiyacı hafiftir. Allah Teâlâ’ya olan itminanı ağır basar. Fakirlik, cesedinin yüzünden ve elbisesinin görünüşünden başkasına tesir etmez. İç âlemi, düşünceleri istikrarlı, parlak, sabit ve derli topludur. Buna da “beyaz fakirlik” diyelim.

İlim peşinde olana göre, hayatının ilk yıllarında bir nimettir de denebilir. Zira böylece dünya onu meşgalelerine, sıkıntılarına ve çekiciliklerine bağlayamaz ve dünyanın az olması, ilim öğrenmeye daha çok imkân hazırlar.”(4)

Âlimler, dünya sevgisinden, zevkinden, sefasından, debdebesinden oldum olası uzaktırlar. Abdulfettah Ebu Gudde, “İlim Uğruna” kitabında, âlimlerin ilim uğrunda yaptıkları uzun ve yorucu yolculukları anlatır. Çoğu zaman kitapları sırtında yayan yapıldak memleket memleket dolaşan, yollarda çayır yiyen, affedersiniz kan işeyen, aç susuz insanlar. Uyku yok, rahat yok, huzur yok, aile yok, hep gurbet var. Aç, susuz, kimsesiz,  hasta vücutlarıyla ilim peşinde koşanlar. Hepsinden beteri de, yazdıkları kitapları satmalarını gerektiren kara fakirlik, kahredici yoksulluk!

Bütün bunlardan sonra gelen dünya mı onları Allah Teâlâ’dan alacak? İlimden alacak da bir dünya adamı yapacak? Bir şeytan yoldaşı yapacak? Olacak iş midir; âlim olduktan sonra, sırf dünyalık için zillet içinde yaşayacak?

Dünya sevgisi ve âlim, tıpkı şark ve garp gibi, birbirine uzak iki kelimedir. Birine gidildikçe, öbüründen uzaklaşılacak iki belde gibidir. Âlim dünyaya ibretle bakar, yaratıcısını tefekkür eder, hayranlığını “Sübhanallah!” diyerek açığa vurur. Kâinat ve dünyanın her şeyiyle Allah Teâlâ’yı tesbih ettiğine inanır, belki hisseder, belki de bizzat duyar. Bu yönleriyle dünya, dünya değildir. Yani, Allah Teâlâ’dan alıkoyan değildir. Bilakis Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini, gücünü, kudretini gösteren koca bir alamettir, güzel bir işarettir.

Ama sevgisiyle dünya, şehvetleriyle dünya, eşyasıyla dünya, oyun ve eğlencesiyle dünya, malıyla, makamıyla, şanıyla, şöhretiyle dünya, bütün bunlarla beraber tez geçen, çabuk biten dünya, işte bu dünya, insanı Allah Teâlâ’dan alıkoyan dünyadır. İşte bu dünyadır ki Allah Teâlâ ona lanet etmiştir. Allah Teâlâ’nın lanet ettiğine, âlimler niye lanet etmesin? Biz dahi edelim; lanet olsun o dünyaya?

Dünya, bu tarafıyla, Allah Teâlâ’ya düşmandır. İşi gücü Allah Teâlâ’ya giden yolları kullara kapamaktır. Bu mel’una Allah Teâlâ yarattığı günden beri bir kere olsun rıza nazarıyla bakmamıştır. Allah Teâlâ’ya düşman olan, Allah Teâlâ’nın dostlarına düşman olmaz mı? Bütün süsü püsüyle kendini onlara arz eder de, ya aldatır, ya da ayrılık acısı çektirmeye çalışır. Dünya öyle bir melundur ki, Allah Teâlâ’nın düşmanlarına dahi düşmandır. Çeşitli hilelerle onları aldatarak tuzağına düşürmüş, daha dünyada iken dahi saadetten mahrum etmiştir. Ahirette ise cehennemden başka ne vadetmiş ki onlara?

Allah Teâlâ, müminlere dünyanın tehlikelerini bildirmiş, kusurlarını ayıplarını göstermiştir. O yüzden hakikaten âlim olanlar bunu anladılar. Yani dünyayı tarttılar, iyiliğini kötülüğünü karşılaştırdılar ve onun için uğraşmaya değmeyeceğini kavradılar da, vazgeçtiler ondan. Yüzündeki güzel kadın maskesini sıyırıp aldılar da kurtuldular o cadıdan. Allah Teâlâ’nın verdikleriyle yetindiler de emin oldular zilletten, alçaklıktan. Ayrılmadılar orta yoldan.  Ne Budistler gibi tamamen terk ettiler, ne Materyalistler gibi içine gömüldüler. Gerekeni aldılar ve ayrılmadılar Allah Teâlâ’ya kulluktan. Denge içinde yaşadılar. Onların önderi Hz. Peygamber (sav) Efendimiz ve ashab-ı kiramdır. Bu yüzden vasat bir ümmet olduklarını unutmadılar.

Çağ Bu Âlimi Arıyor

Çağımızın insanı, böylesi âlimleri arıyor peşinden gitmek için. Çünkü bu çağın zulmünden, sömürüsünden, yolsuzluğundan, hırsızlığından, günahkarlığından bıktı usandı insanlık. Peşinden gittiği siyasi liderler aldattı hep onları. Karun gibi servet topladılar fakir fukarayı istismar ederek. Milletin hazinesini yağmalayarak payimal ettiler. Para pul oldu.  İstikbalimiz ipotek altında. Bütün varlıklarımıza haciz konuldu. İçteki aşırmaları yetmiyormuş gibi, dışarıdan borç alıp onu da bitirdiler. Ülke kalkınmasına harcansa neler olmazdı ama hepsi karanlık emellere kurban gitti.

Elbette istisnaları vardır ama çoğunlukla ülke zenginleri milyarlara kanaat etmiyor. Servetini, heva, heves, şehvet, gösteriş uğruna harcıyor. Hayatının gayesi; yeme, içme, cinsellik ve eşya. Edinme. Kazandığının vergisini vermiyor, işçisinin ücretini ödemiyor. Üstelik yönetimleri etkiliyor; kendi çıkarına yasalar yaptırıyor, vurgunlar vuruyor, halkı ezdiriyor, başkaldıranları ezip bitiriyor. Medya ile halkın sesini susturuyor, hakkın sesini susturmaya çalışıyor. Her haramın, her ayıbın, her günahın arkasında kara para var, kirli para var. Bu paraları ellerinde dolaştıran karanlık güçler var. Anarşi, terör, uyuşturucu, alkol, seks, kumar, kara para dünyasında mafya, zenginler ve siyaset iç içe. Sanki hepsi de o karanlık gücün emrinde. Halk, korkmuş, sinmiş, acı acı olanları seyrediyor. Eziliyor, horlanıyor, sömürülüyor. Olan biteni az çok görüyor ama gücü yetmiyor, kahroluyor ama bir şey de yapamıyor.

Hayırsız haramî zenginlerin yaşantısını, lüksünü, israfını gören fakir, haline rıza göstermiyor. İşçi kesimi, bu zekâtsız servete göz dikmiş, hırsla yanıyor. Bir yanda hayatın acımasızlığı var, kahredici yoksulluk, aşağılanma ve ezilmişlik var, öbür yanda hasretle baktığı pırıl pırıl renkli, ışıklı bir dünya ve hayat. Fakir, bir mayın gibi. Bir yanda gelir dağılımında fevkalade adaletsiz, dengesiz bir dünya, bir yanda da ona göre çok uzak gözüken (!) bir ahiret!

Maalesef tüm insanlığa hâkim olan, dünya sevgisi, şehvet duygusu, servet tutkusu. Mana yok olmuş insanların gözünde. Gözlerini gönüllerini madde bürümüş. İman, ibadet, ahlak, hak, hukuk, adalet, kardeşlik, sevgi, saygı, merhamet, cömertlik yardımlaşma gibi top yekûn ahlak ve maneviyat bombardıman altında. Cemiyet, binlerce serseri mayının rast gele dolaştığı bir mayın tarlası. Her gün cinayetler, intiharlar, kirletilen namuslar, sömürülen emekler, yağmalanan değerler. Savaşlar, işgaller. “Altta kalanın canı çıksın” denen bir dünya. Ölüler üstünde tepişen bir insanlık. Ve bu insanlığa “ilah” diye, “idol” diye sunulan örnek insanlar ise, sanatçılar, şarkıcılar, artistler, yıldızlar, politikacılar, bürokratlar, iş adamları. Toplumun en üsttekileri ise bir avuç çılgın sosyete, şımarık bir azınlık zümre. Ülkelerin, giderek yerkürenin kaymağını yiyenler bunlar. Yetmedi, ellerini uzaya atarak, oralarda yeni koloniler, yeni sömürü alanları arayanlar. İnsanlığa verecek hiçbir şeyleri olmayanlar.

İnsanlık bu kirletilmiş, bu pisletilmiş dünyadan bir kurtuluş bekliyor. Bu örümcek ağlarını bir el parçalasın ve temizlesin istiyor.  Bunu yapacak insanı bir bulsa ve ona bir inanabilse, onun arkasından seller gibi akacaktır birlikte yapmak için. Kaç defa aldatılsa da, vicdanının derinliklerinden bir kurtarıcı bekliyor, insanlık, böyle bir ümitle yaşıyor.

Kim olabilir bu önderler?

Bizim inancımıza göre bu önderler, Allah Teâla’ya inanan, dünyaya değer vermeyen, dünyada cennetin huzurunu yaşayan, huzur ve sükûn örneği, güvenilir adamlar olan İslam âlimlerinden, o âlimlerin yârânından, ashabından başkaları olamaz. İnsanlık böylesi âlimlerin önderliğini beklemektedir. Tarih de göstermiştir ki insanlık, inandığı önderlerin arkasında, harika işler başarmıştır.  Çağımızda dahi kaç coğrafyada tanık olduk bunlara.

İnsanlığın bu son ümidini de kırmaya hangi âlimin vicdanı katlanabilir? Bir âlim âlimken, nasıl insanların bu ûlvi duygularını görmemezlikten gelerek, kendini dünyaya satabilir? Bir âlim için asla düşünülemez bunlar. Bir âlim, hem sadece kendisi için de yaşamaz, hem de ilmini, ahlakını, ahiretini, üç kuruşa satamaz.

İnsanlığın düştüğü bu yaman derdin yegâne devası ellerinde olan İslam âlimleri, başta toplumu yöneten idareciler olmak üzere bütün bir halka, en altta kalanlardan en üstte olanlara kadar top yekûn insanlığa, Allah Teâla’nın Kitabı ve Resûlü’nün sünnetini anlatmalıdırlar. O yönünde nasihat etmeyi ve kendilerini hakka davet etmeyi büyük, şerefli ve vazgeçilmez bir görev saymalıdırlar. Eğer bu hususta vazifelerini yapmazlarsa, Allah Teâla’ya karşı en büyük sorumluluktan kaçmış olmanın cezasını mutlaka çekeceklerini bilmelidirler. “Yeniden İslam’a” diyerek bir kere daha irşad ve tebliğ seferberliğini başlatmalıdırlar. Zira “En büyük cihad, zâlim idareciye karşı hakkı haykırmaktır”(1)

Bunu yerine getirmediği gibi, zâlimlerin saflarında onların zulümlerine ortak olan, onları destekleyen, zulüm ve azgınlıklarına göz yuman, zâlimlere övgüler yazanlar, Allah Teâla’nın katında nasıl makbul olabilir ve Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda nasıl hesap verebilirler? Bunu âlimlerden daha güzel düşünüp değerlendirebilecek başka hangi zümre bulunabilir?

İslam âlimleri, her asırda genelde tüm insanlığa, özelde bu daveti kabul etmiş gözüken ümmete yol göstermiş, toplumu hidayete yönlendirerek sapmaktan korumuştur. En baştan başlayarak aşağılara doğru idarecileri hukukun üstünlüğünün sağlanması, adaletin gerçekleşmesi ve toplumsal dengelerin korunması gerektiğin çağırmıştır.  İlim adamı haysiyet ve şerefini daima korumaya çalışarak kendilerine düşen görevleri yerine getirmeye gayret etmişlerdir. Aralarında az veya çok bunu yapmayanların bulunuşu, bütün bir âlimler, mürşitler, müctehid ve mücedditler sınıfını suçlamayı gerektirmez. Daha doğrusu gerektirmemelidir de. İnsanlık hem bu dünyada, hem de ahirette âlimlere şiddetle ihtiyaç duymuştur, duyacaktır.

Onun için “İnsanlık adına çıkarılan hayırlı bir ümmet” olan “Muhammed Ümmetine” düşen görev, kıymetlerini takdir ederek gerçek âlimleri yetiştirmek ve onlara sevgi ve saygıyla tâbi olmaktır. Âlimlere düşen ise, ne pahasına olursa olsun, hak ve hidayet yolunda insanlığa önderlik etmektir.

Onun için “Âlimin Önderliği” diyoruz. Onlar, Allah Teâla’nın kendilerine nimet verdiği insanlardır. Onlar, sırat-ı müstakim’de olanlardır. Onlar, Allah Teâla’nının açtığı hidayet yolunun yolcularıdır. Bizler, her “Fatiha” okuyuşumuzda onlarla birliktelik istiyoruz Yüce Rabbimizden. Dünya ve ahirette bireysel ve toplumsal mutlulukların yegâne sağlayıcısı olan ve Allah Teâla’nın katındaki tek geçerli din, yegâne yaşama biçimi, ilahi nizam, ulvi düzen ve muhteşem sistem olan İslam’ın öncüleridir onlar. Onlar, ellerinde Kur’an ve sünnet olan önderlerdir. Yolun temel esaslarını da, yol esnasındaki yöntem ve stratejiyi de o ilahi kaynaklardan almışlardır.

Onların yolunun sağında veya solunda kalmış bütün eğri büğrü yollar, sonuçta cehenneme çıkarlar. O yolların başında oynayıp zıplayarak insanlığı çağıranlar, deccallerden başkası değildirler. Bazen bir din adamı, bir batıl tarikat başkanı gibi gözükürler. Bazen bir politikacı veya devlet adamıdırlar. Bazen bir filozof veya sosyolok gibi düşünce adamı, bazen bir artist veya müzisyen gibi bir sanatkâr, bazen bir asker veya istihbarat elemanıdırlar. Bazen insanlığın kanını emen bir patron, bazen de bir eğitimci gibi insanların karşısına çıkan bu “batıl davetçilerinin” en temel özelliği, zaman ve zemine göre değişen bir tavırla gizli veya açık olarak “İslam düşmanlığı” yapmalarıdır. Onlar, tıpkı yarasalar gibi karanlıkta yaşarlar ve aydınlığa düşmandırlar. Herkesin doğmasını beklediği güneş, onların en büyük düşmanlarıdır. Aydınlık onlara savaş açmaz, ama onlar aydınlıkta yaşayamıyacaklarını bildikleri için, ona savaş açarlar. Hastadırlar. Bu hastalık onların tabiatını bozmuştur. Yoksa insan aydınlığa düşman olur mu?

İslam, insanı ve evreni yaratanın dinidir. İslam, fıtrat ve tabiat dinidir. Asli yaratılışı, yani fıtratı, doğası, gerek kötü çevre, gerekse yanlış eğitimle bozulmamış insan, hiç insan ve evren kadar muazzam olan bu İslam’dan rahatsız olur mu?

Evet, bu hastaları da kurtaracak olan ancak İslam’dır ve O’na ancak âlimlerin önderliğinde erilir. Onun için istediğimiz, özlediğimiz, avazımızın çıktığı kadar bas bas bağırışımız, “Âlimin Önderliği”dir. Bu konuda daha çok bilgi almak isteyenler bu kitabımızı okumalıdırlar. 

(4) A. Ebu Gudde. İlim Uğruna s.81-82.

 

(1) Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Bey’at 37