Hz. Nuh (as) Ve Daveti

Hz. Nuh (a.s.), yaygın bir rivayete göre, Hz. Âdem'den yaklaşık bin sene sonra Irak'ta yaşamıştır. İnsan neslinin devamı açısından önemli bir dönüm noktası teşkil eden Nuh Tufanı dolayısıyla insanlığın "ikinci atası" konumunda olan Hz. Nuh, Kur'ân-ı Kerim'de ve Hz..Peygamber'in hadislerinde diğer peygamberlere kıyasla daha geniş tanıtılan ve "ülül-azm" olarak isimlendirilen 5 büyük peygamberden biridir. Kur'ân-ı Kerim'de, 28 sûrede hakkında bilgi verilmiş ve 43 yerde ismen zikredilmiştir. 28 âyetten müteşekkil 71. sure onun adını taşır ve baştan sona onun tevhid mücâdelesinden bahseder. Bu şekilde tamamı bir peygamberin mücadelesini konu alan başka bir sûre daha yoktur.

 

Ancak Kur'ân-ı Kerim, Nuh'un (a.s.) hayatının sâdece peygamber olarak görevlendirildikten sonraki safhasından bahset­miş; doğumu, yetişmesi ve peygamberlik görevine getirilişi hak­kında bilgi vermemiştir. Dolayısıyla Kur'ân'da onun hakkındaki bilgiler, tebliğ mücadelesi, kavminin kendisine aşırı düşmanlığı, bu yüzden Tufan ile cezalandırılmaları, o ve ona iman edenlerin ise kurtulması konularıyla sınırlıdır. Ondan bahseden âyetlerin çoğunda, yalnızca kavminin onu yalanlaması ve maruz kaldıkları ilâhî azaba işaret edilirken, 14 yerde daha geniş bilgi verilmiştir.[1]

Cenab-ı Hak, putperest bir toplum içinde doğup büyüyen Nuh'u (a.s.) kendisine elçi seçerek onu kavminin peygamberi olarak görevlendirdi. Rivayete göre ona peygamberlik görevi, 40 yaşından sonra verilmişti. Böylece, nebî-rasül ayırımı dikkate alındığında, rasüllerin ilki sayılan Hz. Nuh, Kur'an-ı Kerim'de bildirildiği gibi, 950 yıl; hatta daha fazla devam ettireceği,[2] uzun süreli tebliğ mücâdelesine başlamış oluyordu. Bunun üzerine onun ilk işi, kavmini tapmakta oldukları putları bırakıp yalnızca Allah'a kulluğa davet etmek oldu. Allah tarafından kurtuluş yolunu göstermekle görevlendirildiğini söyleyerek, insanları tevhide çağırıyordu. Allah'a ortak koştukları putlarını terk etmedikleri takdirde, şiddetli bir azaba çarptırılacaklarını hatırlatıyordu:

"Andolsun ki biz, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. O şöyle demişti; Gerçekten ben, sizi Allah'ın azabından apaçık korkutanım. Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin. Hakikaten ben, sizin başınıza gelecek acıklı bir günün azabından korkarım.”[3]

Ne var ki, kavmini kurtuluşa çağıran bu büyük peygamber, insanlardan arzuladığı karşılığı göremedi. Aksine, daha işin başında şiddetli bir muhalefetle karşılaştı. Daha sonraki peygamberlerin başına gelen sıkıntılar, hatta fazlasıyla, onun basma da geldi. Her şeyi ve her doğruyu yalnız kendilerinin düşünebileceği iddiasıyla her defasında peygamberlerin karşısına dikilerek onlara düşman kesilmiş zengin ve şımarık şirk elebaşıları, ona da hemen sapıklık damgasını vurmuşlardı. Zekâsı, ileri görüşlülüğü, hilmi, sabrı ve yüksek ikna kabiliyeti ile bilinen Nuh (a.s.), onlara kendisinde bir sapıklık olmadığını; aksine Cenâb-ı Hak tarafından kendilerini hidâyete kavuşturmakla görevlendirilen bir peygamber olduğunu anlatabilmek için çok uğraştı. Kendilerine söylediği sözlerin, Allah tarafından vahyedilen bilgiler olduğunu açıkladı. Muhataplarına, Allah'a inanarak O'nun emirlerine itaat ederler ve yasakladığı kötülüklerden kaçınırlarsa günahlarının bağışlanacağını, isyandan vazgeçmedikleri takdirde ise, kendilerini ansızın korkunç bir azabın yakalayacağını ve hiç bir gücün bu azabı engelleyemeyeceğini bildiriyordu.

Hz. Nuh ısrarla davetini devam ettirdi; ancak kavmi onu dinlemiyordu. Küfrün elebaşıları, çeşitli sebepler ileri sürerek, onun peygamberliğini reddediyorlar ve davetini engellemeye çalışıyorlardı, içlerinden çok az insan iman etmişti. Kendileri iman etmedikleri gibi diğer insanları da ondan uzaklaştırmanın yollarına başvurdular. Şerefin sâdece mal ve makamda olduğuna inanan bu zengin ve müreffeh zümre mensupları, toplum üzerindeki nüfuzlarını korumak ve menfaatlerinin zedelenmesini önlemek için bütün imkânlarını ortaya koydular. Hz. Nuh (a.s.) ve ona iman edenlere çeşitli kötülükler yaptılar.

İinsanlık tarihinde kâfirlerin bilinen ilk örneğini teşkil eden Nuh kavmi müşrikleri, gerçeği bizzat araştırmak ve Hz. Nuh (a.s.)'ın söylediklerini kendi akıllarıyla değerlendirmek yeri­ne körü körüne atalarını taklit ederek, onlarda böyle bir şey görmedikleri gerekçesiyle kendilerine hidâyet yolunu göstermek isteyen peygamberi yalancılık ve delilikle suçladılar. Onun bu işi, dünyalık elde etmek, üzerlerinde hakimiyet ve otorite kurmak için yaptığını söylediler. Bunun için de bahaneleri hazırdı: Hz. Nuh (a.s.) da kendileri gibi bir insandı ve asla peygamber olamazdı. Sanki inanacaklarmış gibi, onlar da ancak bir meleğin peygamber olabileceğini iddia ediyorlardı.

Müşriklerin Hz. Nuh (a.s.)'ın Peygamberliğini kabul etmeyiş sebeplerinden birisi de, Hz. Nuh (a.s.)'a iman edenlerin, işçilerden, çiftçilerden ve küçük meslek erbabından olan fakir kimseler; yani zayıf kabul ettikleri mustaz'aflardan ibaret olmasıydı. "Getirdiğin bilgiler doğru olsa, seni ilk tasdik edenler bizler olurduk" diyerek diğer şirk ehli gibi, mü'minlerin inandığı prensipler üzerinde düşünmek yerine, bu şekilde çeşitli bahaneler buluyorlardı. Hz. Nuh (a.s.) ve ona ina­nan fakir fukaranın kendilerinden faziletli olabileceği ve daha doğru düşünebileceği ihtimalini hiç mi hiç akıllarına getirmiyorlardı. Bunun neticesi olarak Hz. Nuh (a.s.) ve ona inananları yalancı sayıyorlardı:

"Bunun üzerine, Nuh'un kavminden ileri gelen kâfirler şöyle dediler: Seni ancak bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz. İçimiz­den, düşünmeden hareket eden basit görüşlü alt tabakadan olan kimselerden başkasının sana tâbi olduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilâkis, sizin yalan­cılar olduğunuzu düşünüyoruz."

[1]

Hz. Nuh (a.s.)'ı ve ona iman eden güçsüz ve fakir mü'minleri hakir gören müşrikler, var güçleriyle daveti engellemeye çalışıyorlardı. Ancak kavmine son derece düşkün olan ve onları küfür ve tüm kötülüklerden kurtarmak için canla başla çalışan Hz. Nuh (a.s.), kendisine yapılan kötülüklere karşı sabır zırhına bürünüyor, öfke ve kızgınlık göstermeksizin onlara elinden gel­diğince şefkatli davranıyordu. Zannettikleri gibi aklından zoru olan sapık biri değil; aksine Allah tarafından görevlendirilen bir peygamber olduğunu söylüyor; Allah'ın vahiy yoluyla kendisine gönderdiği, dünya ve âhiret saadetini sağlayacak prensipleri teb­liğ ettiğini açıklıyordu.

Bir beşerin peygamberliğini kabullenemeyip kendi elleriyle yaptıkları heykellere tapan bu cahil insanlara, kendilerini Allah'ın rahmetine çağırmak ve Allah'ın azabından sakındırmak için çalıştığını söylüyor ve böyle bir görev yapan kişinin yadırganmaması gerektiğini ifade ediyordu. Hz. Nuh (a.s.), Yüce Allah tarafından kendisine gönderilen mesaj üzerinde düşünmelerini ve sonunda doğru bir karar verip toplum içinde sâdece kendisine gönderilen bu büyük rahmetten istifade etmelerini sağlayabilmek için, adetâ onlara yalvarıyordu. İmanın bir gönül işi olduğunu belirterek, onları imana zorlayamayacağını söylüyor ve gerçeği görüp gönüllü bir şekilde iman etmelerine zemin hazırlamaya çalışıyordu.

Nuh (a.s.), bütün engellemelere rağmen insanları ikna et­meye çalışarak davetini devam ettiriyordu. Onları imana meylettirebilmek için, elinden geldiğince nazik davranıyor, öfke ve kız­gınlıktan uzak duruyordu.

Daveti sebebiyle kendilerinden her­hangi bir maddi karşılık istemediğini belirterek; sâdece Allah tarafından verilen görevi yürüttüğünü ve yaptığının karşılığını da yalnızca Allah'tan beklediğini söylüyordu. Mal ve mevkiye al­danmaları ve cahillikleri sebebiyle iman etmekten kaçındıklarına işaret ederek gerçeği görmeleri için elinden gelen gayreti gösteri­yordu.

Hz. Nuh (a.s.)'m ibret dolu sözlerinden etkilendikleri an­laşılan varlıklı kâfirler, zengin ile fakiri eşit sayan bir dini kabul edemeyeceklerini beyanla, ondan kendisine iman eden fakir ve zayıf kimseleri etrafından uzaklaştırmasını istemişlerdi.

Ancak Nuh (a.s.), fakir ve zayıf mü'minlerin Allah'a yakın kimseler ol­duklarını ve âhirette onun tarafından mükâfatlandırılacaklarım, onları hakir gören müşriklerin ise cahil olduklarını söyledi. Mü' minlerİ asla yanından uzaklaştırmayacağmı; böyle yaptığı tak­dirde zâlimlerden olacağını ve Allah'ın azabından kurtulamaya­cağını açıkladı. Israrla kendisinin bir insan olduğunu, gaybı bil­mediğini, böyle bir iddiada da bulunmadığını, insan üstü şeyler yapamayacağını ve Allah'ın hazinelerine sahip olmadığını vurgu­layıp, bütün yaptığının kendisine tevdi edilen risâlet görevini yerine getirmekten ibaret olduğunu söylüyordu.

Kur’an, müstakil bir sure indirerek, (Nuh Suresi) onun olağanüstü çabasını bize anlatmıtır. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi’nde bu mücadeleyi irdeler.

[2]

Kavmini hidâyete ulaştırmak uğrunda var gücünü harca­yan Nuh (a.s.), gece gündüz demeyip davet çalışmalarını yürütü­yordu. Şartlara göre, davetini bazen gizli bazen de açık yapıyor­du.

Ne var ki, onun bu yoğun gayreti, kâfirlerin inadını artır­maktan başka bir işe yaramadı. Müşrikler onun sesini duyma­mak için parmaklarım kulaklarına tıkarlar, nasihatlarını dinle­memek için elbiseleriyle başlarını ve yüzlerini örterlerdi. Onlar inkâr ve taşkınlıklarını artırdıkça artırdılar. Büyük bir kibir ve gurur içinde imandan yüz çevirdiler.

Görülüyor ki bütün yanlış düşüncelerin kaynağında küfür yatar. Irkçılık da aynen öyle, inançsız ve eğitimsiz insanların değer verdiği saçma ve ahmakça bir düşüncedir. Oysa insan ne kendi ırkını, ne atalarını, ne dünyaya geleceği zaman ve zemini kendisi seçmemektedir. Elinde olmayan, iradesi dışında gerçekleşenlerden insan niye sevinmeli veya yerinmelidir ki?!

Kavmin ileri gelenleri, Hz. Nuh ve az sayıdaki ashabının îmanlarından dönmediklerini gördükçe çileden çıkarak yapmakta oldukları kötülükleri daha da artırdılar. Yeni nesiller, baba ve dedelerinin de Nuh'a inanmadıklarını söyleyip, onu öldüresiye dövüyorlardı. Hatta bazen, işkence yüzünden bayılınca, öldü sanarak götürüp evine atıyorlardı. İbn İshak'm naklettiği bir rivayete göre, öldürülen bir nebî hariç, hiç bir peygamber kavminden onun gördüğü kadar eziyet ve işkence görmemişti. Müşrikler ona saldırırlar ve bayıltana kadar döverlerdi. Bir süre sonra kendisine gelen Hz. Nuh, "Allah'ım, beni ve kavmimi bağışla; zira onlar bilmiyorlar." diye duâ ederdi.[4]

Sonuçta Hz. Nuh kavmine beddua etti:

Nûh: "Ya Rabbî, dedi, yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma! Zira bırakırsan onlar Senin kullarını, Senin yo-lundan saptırırlar ve sadece kendileri gibi kâfir, ahlaksız çocuklar dünyaya getirip yetiştirirler. Ya Rabbî, beni, anamı, babamı ve evime mümin olarak girenleri, erkek ve kadın olarak bütün müminleri affeyle.  O zalimleri ise, daha da beter eyle, daha da perişan eyle!"[5]

Allah Teâlâ, Nuh'un (a.s.) duasını kabul etti. Kavminin kâfirlerini suda boğarak toptan helak edeceğini, onu ve mü'minleri ise kurtaracağını haber verdi. Bu arada, o ana kadar inanmış olanların dışında, artık hiç bir kimsenin îman etmeyeceğini bil­dirdi. Ona, kâfirlerin kendisini yalanlaması ve davetini reddet­mesi yüzünden müteessir olmamasını tavsiye etti. Bunun ardın­dan Nuh'a (a.s.) bir gemi yapmasını emretti ve geminin yapımı süresince ilâhî himaye altında olacağını, müşriklerin kendisine zarar veremeyeceğini haber verdi. Bu arada artık küfürlerinde ısrar eden kâfirlerin kurtuluşu için duâ etmekten vazgeçmesini bildirdi.

Nuh (a.s.), Allah'ın kendisine öğrettiği şekilde titiz bir çalışma sonunda geminin yapımım tamamladı. Diğer yandan bu günlerde büyük bir tufanın vuku bulacağını gösteren alâmetler görülmeye başlamıştı. Yeryüzünden sular fışkırıyor, bardaktan boşanırcasına şiddetli yağmurlar yağıyordu.

Allah Teâlâ, gemiyi tamamlayan Nuh'a (a.s.) yeryüzünde mevcut olan her canlı türünden bir erkek bir de dişi olmak üzere birer çifti gemiye almasını emretti. Diğer canlılar tufanda boğulacağı için bu canlıların türleri gemiye alman birer çiftten devam edecekti.

Aynı şekilde Yüce Allah, kendisine îman etmeyen karısı (Vaile) ve bir oğlu (Kenan) hariç, îman etmiş yakınlarını ve az sayıdaki diğer mü'minleri de gemiye almasını bildirdi.

Nuh'un (a.s.) oğullarından biri küfürde inat ederek, bir türlü Allah'a ve babasının peygamberliğine iman etmemişti. Tufanın başlangıcı esnasında Nuh (a.s.), bu oğlunu hatırladı, babalık şefkatiyle onu da gemiye çağırdı. Aklını başına toplayıp kâfirlerden ayrılarak kendilerine katılır ve boğulmaktan kurtulur ümidiyle, ısrarla onu gemiye davet etti. Ancak oğlu bu hassas anda dahi ona kulak asmadı ve küfründe direndi. O, cereyan eden şeyleri, her zaman yaşanan normal tabîî afetlerden biri zannederek, gemiye binmeden de kurtulacağını sanıyordu. Kendisini kurtulması için gemiye çağıran babasına, dağa çıkarak boğulmaktan kurtulabileceğini söylemişti. Nuh (a.s.), kâfirlere takdir edilen bu cezadan kurtulmanın iman edip gemiye binmek dışında mümkün olmadığını söylediyse de, inadından vazgeçmedi ve bir süre sonra dalgalar, arasında boğulup gitti. Kur'ân-ı Kerim, baba oğul arasında geçen ibret dolu bu hâdiseyi şöyle anlatır:

"Gemi, onlan dağ gibi dalgalar içinde yüzüp götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna, 'Yavrucuğum! Gel bizimle beraber gemiye bin, kâfirlerle birlikte olma!' diye seslendi.

Oğlu şöyle dedi: 'Bir dağa sığınırım, dağ beni sudan korur.'

Nuh, 'Bugün Allah'ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah'ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur.' dedi.

Derken aralarına dalga giriverdi, o da boğulanlardan oldu.”[6]

Bizler binlerce yıl sonra bu ayetleri okurken kapıldığımız dehşetin tüyler ürperticiliği ile nefeslerimizi tutuyoruz. Sanki bu sahne şu anda gözlerimizin önünden geçiyor. Gemi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar arasında akıp gidiyor. Yanık yürekli baba, yani Hz. Nuh, arka arkaya feryad ediyor. Kendini beğenmiş bir delikanlı olan oğlu, bu ısrarlı çağrılara cevap vermekten kaçınıyor. Derken ortalığı kaplayan sarsıcı bir dalga göz açıp kapayana kadar aradaki diyaloğu noktalıyor, inanılmaz bir hızla işi bitiriveriyor. Sanki ne çağıran vardı ve ne de cevap veren!..

Dahası var. Şaşkın ve üzgün baba, bu fecaat karşısında Allah Teâlâ’ya dönüyor ve çok edebli, kulluk sınırında kalan bir ifadeyle soruyor bunu. Sitem yok, kırgınlık yok, haddi tecavüz yok, sadece anlamak isteyen şaşkın bir soruyor. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Nuh (a.s.)'un bu sorusu ve Yüce Allah'ın verdiği cevabı şöyle aktarmaktadır:

"Nuh, Rabbine dua edip şöyle dedi: 'Ey Rabbim! Elbette oğlum benim ailemdendir. Senin va'din ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkim'sin.'

Allah da şöyle buyurdu: 'Ey Nuh! O, asla senin ailenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi. O halde, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi benden isteme! Seni câhillerden olmaktan men ederim!'

Nuh, 'Ey Rabbim! Bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer bağışlamaz ve merhamet etmez isen, ziyana uğrayanlardan olurum.' Dedi.[7]

Nuh (a.s.), boğulan bu oğlunu kurtarması için Allah Teâlâya yalvarırken, kendisine önceden aile fertlerini kurtaracağı va'dinde bulunduğunu hatırlatmıştı. Ancak Allah, kâfir olan bu  oğlunun,  kurtarmayı,  vadettiği  aile  efradından  olmadığını bildirdi. Ona sâdece kendisine iman edenlerin ailesinden sayılacağını; boğulan oğlunun ise, peygamberliğini inkâr ettiği için, bunun dışında kaldığını haber verdi. Yüce Allah'ın katında, O'nun dininde ve değerlendirme terazisinde "aile" birliği, soy ve kan bağı ortaklığına değil, inanç ortaklığına dayanır. Bu delikanlı mü'min olmadığına göre Hz. Nuh'un ailesinden değildi. Çünkü Hz. Nuh, mü'min bir peygamberdi. Hz. Nuh'a verilen bu cevabın dili kesin, açıklamalı ve vurguludur. Hatta oldukça serzenişli, paylamalıdır. “İnsanlar arası ilişkilerin ve bağların özünün ne olduğunu, Allah'ın vaadinin içeriğinin ne olduğunu bilmeyenlerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum. Allah'ın vaadi belli olmuş ve gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda gerçekten ailenden olan yakınların boğulmaktan kurtulmuşlardır.

Yüce Allah'ın bu sert cevabı üzerine Hz. Nuh, kendisi gibi mü'min bir kuldan bekleneceği gibi, ürperiyor, titremeye başlıyor. "Acaba Rabbime karşı bir kusurum mu oldu?" endişesine kapılıyor.' Bu endişe ile Rabbine dönüyor, O'nun dergâhına sığınarak affını ve merhametini diliyor.

Mü'min bir kimse ile öz evlâdı da olsa bir kâfir arasında herhangi bir velayetin olmadığını, mücâdelenin onun ailesiyle diğer aileler arasında değil, iman edenlerle kâfirler arasında cereyan ettiğini hatırlattı.

Nuh (a.s.)'un istediği şekilde yetişmeyen ve ona iman etmeyen oğlunun gayr-i sâlih bir amel sahibi olduğunu ve bu bakımdan aile dışı sayıldığını bildirdi.

Ayrıca, mâhiyetini bilmediği bir şeyi kendisinden istemekle câhillerden olmaması hususunda onu uyardı. Bunun üzerine, Nuh {a.s.}, işlediği bu hatâdan tevbe ederek Allah'ın rahmetine iltica etti.

Bu ifade, son derece acı bir tehdit ve gayet sert bir yasaklama olduğuna, buradaki bilgisizliğin günahtan kinaye olduğuna delâlet etmektedir. Bu çeşit ifadeler Kur'an-ı Kerim'de geçen pek yaygın bir üslûp çeşididir.

Bu ayetten anlaşılıyor ki, insanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberlerini tasdik etmiş kimseler birbirlerinin manevi akrabası, yakını ve dostlarıdır. Bunların aralarında manevi bir birlik vardır. Müminlerle kafirler ırk bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile, bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nuh’un oğlu babasına inanmadığı için, Allah Teala onu Nuh Peygamber’in ailesinden saymamıştır. Halbuki Hz. Peygamber, aralarında hiçbir neseb bağı bulunmayan Selman’ı kendi ailesinden saymıştır. Buna karşılık, özellikle Bedir harbinde birçok sahabi, en yakınların olan babalarına ya da oğullarına karşı savaşmışlardır.

Vehbe Zuhaylî bu ayetlerin tefsirinde der ki: “Bu ayette gerçek değerin nesep yakınlığı değil, dinî yakınlık olduğuna, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki hükmünün hiçbir peygamber veya veliye ayrıcalık yapılmadan mutlak adalet esası üzerine kaim olduğuna, peygamberlerin de şahsi görüşlerinde bazan hata edebileceklerine, onların yüksek makamlarına ve Rablerini hakkıyla bilmelerine göre bu çeşit davranışın peygamberler için günah sayılacağına, Allah'ın kâinattaki ilâhî sünnetlerine (fıtrî kanunlarına) aykırı olan bir şeyi isteyerek dua etmenin caiz olmadığına, bir velinin peygamberlere bile yasak edilen bir şeyi duasında İstemesinin cahillik olduğuna delil vardır.

Hz. Nuh (a.s.) oğlunun kurtulmasını isteme hususunda Allah'a isyan etmedi. Ancak bu istek iyi niyetle yapılan bir içtihat hatası idi, ama onun için günah sayıldı. Çünkü onun gibi doğru ilim erbabının, bu kasıtlı olmayan hataya düşmesi, daha faziletli ve daha kâmil olan yolu terk etmesi uygun değildi. Zira muttaki kimselerin hayırlı işleri Allah'a daha yakın (mukarrabîn) olan kimseler için günah sayılabilir. Bunun için Allah ona itabda bulundu ve istiğ­far etmesini emretti.

Din bağı nesep bağından daha kuvvetlidir. Salah ve takvanın veraset ve neseple alâkası yoktur. Bunun için Allah Hz. Nuh (a.s.)'un kavmi içindeki müminleri kurtardı. Hanımı ve oğlunu ise kâfirlerle beraber helak etti. Sahih olan görüşe göre o Hz. Nuh (a.s.)'un oğlu idi. Fakat niyette, amel ve dinde ona muhalif idi. Bunun için Cenab-ı Hak "O senin ailenden değildir" demişti. Bu ayet kendileri salih olsalar da evlatlarının bozulması hususunda insanlara bir teselli niteliğindedir. Yine bu ayette oğlun lügatte aileden ve aile halkından olduğuna delil vardır. Kim ailesine vasiyette bulunursa bunun içine oğlu da girer.

Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Yemin olsun ki Nuh, kavminin imana gelmemesi üzerine bize dua etmişti de ne güzel kabul etmiştik. Biz Nuh'u ve ona iman edenleri büyük bir felâketten kurtardık."[8]

İlâhî adalet mutlaktır. Bu konuda ne bir veli, ne de bir peygamber için ayrıcalık söz konusudur. Allah Tealâ insanları dünya ve ahirette nesepleriyle değil, amelleri ve imanlarıyla hesaba çekecektir.

"Tekrar dirilmek için Sur'a üfürüldüğü zaman aralarında nesep bağının hiçbir değeri kalmaz. Ve birbirlerine de bir şey soramazlar.''[9]

Kim nesebiyle gururlanır, Rabbini razı edecek amelleri yapmazsa o kimse Allah'ın şeriatını ve dinini bilmiyor demektir. Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor:

"Ey Kureyş topluluğu! Başkaları bana yaptığı amelleri takdim ederken siz neseplerinizi ortaya koyuyorsunuz."

Rabbimizin dünyada en çok sevdiği insanlar peygamberlerdir. En çok değer verdiği insanlar da onlardır, en büyük imtihana tâbi tuttukları da  yine onlardır. İşte görüyoruz birisinin oğlu Müslüman olmuyor, birisinin babası, birisinin karısı, birisinin baba yerindeki amcası Müslüman olmuyor. Yâni dereceleri yükselsin diye mi? Sabırları artsın diye mi? Yoksa kıyâmete kadar bu elçilerinin hayatında örneklemeler bulunsun diye mi? bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da bir kimse peygamber oğlu, peygamber babası, peygamber hanımı da olsa iman etmediği ve bu imana bağlı Müslümanca bir hayat yaşamadığı sürece kurtulması mümkün olmayacaktır.

İşte görüyoruz bir peygamber çocuğu kurtulamıyor. Artık nesep olarak peygamberden daha üstün bir nesep düşünülebilir mi? Peygamber neslinden daha şerefli bir nesil düşünülebilir mi? Öyleyse hiçbir kimse babası sebebiyle, oğlu sebebiyle, hanımı, kocası sebebiyle kurtulamayacaktır.[10]

Mevdudî, “Tefhîmü’l Kur’an”da ilgili ayetleri tefsir ederken der ki: “Bir mümin, belli akidelere inanan ve belli amellerle yükümlü bulanan bir kişi olduğuna göre, başkalarıyla olan tüm ilişkilerini bu inanç ve amel manzumesine göre belirleyecektir. Eğer müminin kan hısımları, bir müminin taşıması gereken niteliklere sahipse, kurulan ilişki çift kat güçlü olacaktır. Fakat onlar bir müminin niteliklerini taşımıyorlarsa, mümin onlarla ilişkilerini yalnızca kan hısımlığı düzeyinde sürdürecek ve onlarla hiçbir manevi ilişkiye girmeyecektir. Ve eğer sonuçta bu ilişki iman ve küfür savaşında karşı karşıya gelecek biçimde tezahür ederse, mümin onlarla tıpkı diğer kâfirlerle savaştığı gibi savaşmak zorundadır.”

Bütün bu değerlendirmeler, biricik değer ölçüsünü ırka veren ve bunun kazanılmasını da irade dışında doğuşa ve dünyaya gelişe veren ırkçılık ile İslam’ın ve ona teslim olan Müslümanın hiçbir alakasının olmadığını gösterir. Bu iki inancın benzer yönü olmak şöyle dursun, tam aksine, birbirine düşman iki zıt inanç ve düşünce tarzı olduğu gayet açıktır. Aklı olan bu iki zıt düşünce ve inancı kendisinde birleştiremez. O yüzden diyoruz ki, bir Müslüman asla ırkçı olamaz.  

"Andolsun ki, biz, Nuh'u kendi kavmine gönderdik de, O, dokuzyüzelli yıl onla­rın arasında kaldı. Sonunda, onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yaka-layıverdi. Fakat biz, Onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yap­tık." (Ankebut sûresi, 29/ 14-15).

Ayette belirtilen 950 yıllık süreyi, peygamber olarak görevlendirilişinden tufa­na kadar geçen müddet olarak düşünenler de vardır. Bu takdirde, Hz. Nuh (a.s.), 950 yıldan fazla peygamberlik yapmış olmaktadır.

 

[1] Bkz. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 112.

[2] Kurân-ı Kerim'de Hz. Nuh'un yaşı hakkında şöyle denilmektedir:

[3] Hûd sûresi, 11/25-26.

[4] Îbnül-Esir, I, 68. Nakleden, Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 116-118.

[5] Nuh 26-28.

[6] Hûd 11/42-43.

[7] Hud 11/45-47.

[8] Sâffat 37/75-76.

[9] Müminun, 23/101.

[10] Bkz. Ali Küçük, Basairu’l Kur’an. [1] Hud 27.

 

[2]

, Kayıhan Yayınları: 118-126.