İnsan “Allah’ın Halifesi”

Kur'ân-ı Kerîm'in mesajı evrenseldir; Kur'an, ırk ayırımı gözetmeksizin yeryüzünde "halife" olarak yaratıldığını bildirdiği her insanı dünya ve âhiret saadetine çağırır.                                                         

Çok ilginçtir ki insan için önce dünya, sonra semalar yaratıldı. O insan ilk insan ve onun evlatlarıdır. Burada insan cinsi var. Kendi aralarında ırk, renk, dil, coğrafya söz konusu değildir. Demek ki, Allah'ın yüce iradesi şu yeryüzünün dizginlerini kâinatın bu yeni varlığına, çok özel ve özellikli yarattığı insana teslim etmek, burayı onun eline vermek istiyor. Yani yüce Allah yaratıp, düzene koyduğu şu yeryüzüne kendi temsilcisi sıfatıyla gönderdiği insana; buradaki varlıklardan yararlanma, onların özelliklerini tanıyıp araştırma, onları değiştirme, gizli olan yönlerini bulup açığa çıkarma, çeşitli yeraltı kaynaklarını bulup günsüzüne çıkarma ve bütün bunları yaparken de Allah'ın halifeliği gibi son derece ağır bir görevi yerine getirirken yeryüzünün bütün imkânlarını onun hizmetine sunma kararındadır.

Yüce Allah kendi dileğini gerçekleştirme görevi verdiği ve "insan" ünvanına layık gördüğü bu yeni varlığı, yaşamı boyunca karşı karşıya geleceği yeryüzünün çeşitli güç kaynaklarına, yani enerji, hammadde, tabiata konan kanunlara denk gelecek, onlarla baş edebilecek derecede gizli güçlerle donatmıştır.Buna göre, yeryüzüne ve evrenin tümüne hükmeden temel kanunlarla, bu yeni varlığa, onun çeşitli güç kaynakları ve enerjilerine hükmeden temel kanunlar arasında sıkı bir uyum, ahenkli bir birlik vardır. Böyle olduğundan dolayıdır ki, bu iki kanun arasında, herhangi bir çatışma olmamakta ve insan enerjisi şu koca kâinat kayasına çarpıp paramparça olmaktan kurtulmaktadır.

O halde şu uçsuz-bucaksız yeryüzündeki varlık düzeni içinde sözünü ettiğimiz insanın mevkii, rolü son derece önemlidir ve bu onurlu statüyü onun için, kerem sahibi olan yaratıcısı dilemiş, uygun görmüştür. Yüce Allah'ın "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" ilahî buyruğunu, yeryüzünde halife olarak bulunan insanoğlunun bugün gerçekleştirdiği büyük işlerin ışığında gören bir göz ve idrak eden bir kalple değerlendirdiğimiz zaman bütün bunların ilahî iradenin tecellisi olarak görebiliriz.

Evet, insan Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki halifesidir. İşte Bakara Suresinin ilgili ayetleri:

“30. Hani rabbin meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" de­mişti. Onlar, "(Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?" dediler. Allah "Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim" buyurdu.

31. Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip "Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin" dedi.

32. "Seni tenzih ederiz! Bize öğ­rettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüp­hesiz sensin" cevabını verdiler.

33. "Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bil­dir" dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de "Size ben göklerin ve ye­rin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bili­rim" demedim mi!" buyurdu.

34. Meleklere, "Âdem'e secde edin" dediğimizde İblîs dışındakiler derhal secde ettiler; o direndi, büyüklendi ve kâfirlerden oldu.”

Biz bugün dilimizde “halef selef, halife, hilafet” gibi kelimeleri hala kullanırız. Bu bakımdan “halife” de bilinen bir kelimedir. Bu manada “hilafet”, bir kimsenin diğerinin yerini alması, onu temsil etmesi, onun salâhiyetlerini kullanması mânasına gelir. Bir nevi "vekâlet", yani başkasına vekil olmak demektir. Bu tür vekâlet genellikle ya aslın kaybolmasından veya bir ihtiyaçtan veya aczden, yahut da sırf, asilin, vekiline bir şeref bahşetmek lütfunda bulunmasından ileri gelir. Cenab-ı Allah’ın insanı yeryüzünde halife seçmesi, bu son verilen anlam bakımdandır.

Allah'ın yeryüzünde yaratacağı halife Allah'ın halifesidir. Meleklerin, ileride insan soyunun neler yapacağına dair bildiklerini ortaya koyarak buna rağmen Âdem'in halife olarak yaratılmasının hikmetini sormaları, Allah Teâlâ'nın da Âdem'in buna lâyık olduğunu onlara anlatmak üzere yaptığı imtihan, Âdem'e verdiği bilgi ve kabiliyet buradaki hilâfetin Allah ile ilgili olduğunu, Âdem'in ve insanoğlunun yeryüzünde Allah'ın halifesi olacaklarını göstermektedir. Bir ümmeti yeryüzünde halife kılmak, onlara "hilâfet yetkisi vermek" mânasındaki "istihlâf" vaadinin iman ve amel-i sâlih (Allah rızâsına uygun hareket, amel, davranış) şartına bağlanmış bulunması da bu yorumu desteklemektedir.

[1]

Burada asla ırk, renk, dil, soy sop gündemde değildir.

Ancak insanoğlunun bu mânadaki halifeliği, kendi mahiyeti ve sıfatlarına uygun olarak kısıtlı ve sınırlıdır. İnsan dahil hiçbir varlığın Allah Teâlâ'yı temsil etmesi, O'nun yerini alarak tasarrufta bulunması mümkün değildir. Âdem'in ve neslinin halifeliği, Allah'ın mülkü bulunan yeryüzünde O'nun iradesine uygun yaşamak ve talimatı doğrultusunda tasarrufta bulunmaktan ibarettir.

 İnsanların Allah'a kul olsunlar diye yaratıldıklarını ifade eden âyet ile

[2]

halifeler olarak yaratıldıklarını ifade eden âyetler aynı gerçeği anlatmaktadır: İnsanoğlu Allah'a kul olsun diye yaratılmış, yeryüzündeki çeşitli nimetler de bu maksadı gerçekleştirsin diye ona tahsis edilmiştir. İnsanoğlu kendisine verilen imkân ve nimetlerin Allah'ın mülkü olduğunu, bir amaca ve şarta bağlı olarak kendisine emanet edildiğini, bunlar üzerinde sahibinin irade ve rızâsına uygun bir şekilde tasarruf etmekle (hilâfet) yükümlü bulunduğunu bilecek ve bu şuur içinde davranacaktır.

Meleklerden farklı olarak İnsanoğlu bu hilâfeti gerçekleştirecek fıtratta ve kabiliyette yaratılmış olup fıtratını bozmadığı takdirde bu vazifesini başarabilecektir. Allah Teâlâ meleklerin şahsında bunu insanoğluna da bildirip şuuruna yerleştirmiştir. Yukarıda işaret edildiği üzere buradaki genel hilâfet, yalnızca Âdem'e mahsus değildir; birçok âyet

[3]

bu kabiliyet ve salâhiyetin bütün insanlar için söz konusu olduğunu açıkça ifade etmektedir.

Özel anlamda siyasî hilâfet, Kur'ân-ı Kerîm'de bu isimle bulunmayan, Hz. Peygamber'den sonra devleti yönetme ihtiyacının ortaya çıkardığı bir kavram ve kurumdur. Siyasî anlamda hilâfet fonksiyonunu üslenenler için Kur'an'da kullanılan tabir "ülü'l-emr"dir.

[4]

Bu hilafetin de asla ırkla, soy sopla bir alakası yoktur. Halife seçiminde aranan şartlar iman ve ahlak ile bilgi, beceri, sağlık gibi ehliyet şartlarıdır. Seçilen halife siyahi bir Habeşli köle bile olabileceğinin ifadesi, bu açıdan İslam’ın ırkçılığa asla bir geçit vermediğini bize gösterir.

"Hilâfet benden sonra otuz yıldır, daha sonra ısırıcı saltanat yönetimi olacaktır" mealindeki hadiste

[5]

zikredilen halifelik özel ve siyasî olanıdır. Hadisin sahih olması halinde, İslâmî kaynaklarda bu mânada hilâfet -bir görev ve makam adı olarak- ilk defa burada zikredilmiş olmaktadır.

Hz. Ebû Bekir, devlet başkanlığı bakımından Resûlullah'ın yerini aldığı için (bu sebeple) kendisine "Resûlullah'ın halifesi" denilmiş, Hz. Ömer'den "Resûlullah'ın halifesinin halifesi" diye söz edilmiş, bu zincir uzayıp gideceği için daha sonra yalnızca halife kelimesiyle yerinilmiş, bu arada siyasî halife "emîrü'l-mü'minîn, imam" gibi unvanlarla da anılmıştır.

Allah'ın kullarından, fert olarak değil de toplu olarak istediği, onları topluluk olarak yükümlü kıldığı vazifeleri yerine getirebilmek, ferdin halifeliği yanında ümmetin halifeliğini de hayata geçirebilmek için siyasî teşkilâtlanmaya ihtiyaç hâsıl olmuş; bunun zaruri sonucu olarak da fertler, yetkilerinin ve sorumluluklarının bireyi aşan tarafını -şartlı olarak- içlerinden lâyık olan birine devretmişlerdir. Halifeye verilen itaat sözü (biat), onun Allah'ın emir ve yasaklarına, yani hukuka, göreviyle ilgili dinî hükümlere uygun davranması şartına bağlıdır.

[6]

İnsanın yeryüzünde Allah Teâlâ’nın  halifesi olduğunu bildiren başka ayetler de vardır. Bazılarını görelim isterseniz.

 “Odur ki sizi dünyada halifeler yapmış ve verdiği nimetlerle sizi denemek için kiminizi kiminize üstün kılmıştır.  Muhakkak ki Rabbin, cezalandırmayı dilediğinde işi çarçabuk bitirir ve muhakkak O Gafurdur, Rahimdir: affı, merhamet ve ihsanı pek boldur.”

[7]

Yeryüzünde birçok canlının nesli kesildiği halde yüce Allah, peş peşe yarattığı nesillerle insanları birbirine halef kılmış; dünyayı insanla şenlendirmiş, onları yeryüzünün seçkin varlıkları yapmıştır; ayrıca kimi insanlara, diğerlerine nispetle dünyevî bakımdan üstün dereceler de vermiştir. Ama bunların hepsi bir imtihan İçindir; hepsinin hesabı, sorumluluğu vardır. Bu üstünlük ırkçı anlayışta olduğu gibi doğuştan bir insanın veya ırkın başkalarına statü, konum üstünlüğü değildir. Kabul etmek gerekir ki insanlar zayıflık güçlülük, çirkinlik yakışıklılık, uzunluk kısalık, fakirlik zenginlik, hastalık sağlık gibi bazı açılardan birbirinden farklı yaratılmışlardır ve hepsi de tesadüfi değil, bilinçli bir ilahî tercihin eseridir. Herkes elindeki nimetler ile mükelleftir, imtihandadır.

Allah Teâlâ’nın halife kıldığı kullarına zenginlik, fakirlik, şeref, makam ve mevki, ilim, cehalet, ahlâk, akıl ve rızık gibi hususlarda kimini kiminden derecelerle üstün kıldığı bir gerçektir. Bu farklılık asla bir acizlik veya bir cahillik değil, aksine size vermiş olduğu şeyler hususunda denemek ve sınamak içindir. Meselâ, zengin bir kimseyi zenginliği ile sınar, şükründen sorumlu tutar; fakiri fakirliği ile sınar ve sabrından sorumlu tutar. Mükafat veya ceza, kulların ameline göre değişik olacaktır.

Bazan insan mükellef tutulduğu hususlarda veya fiilen yaptıklarında kusurlu olabilir. O bakımdan karşılık amellere tabi olarak gelir. Kur"an-ı Kerim'de bu ayet-i kerimenin benzeri pek çoktur. Meselâ: "Andolsun sizi sınayacağız, ta ki, sizden kimlerin mücahid, kimlerin sabreden olduğunu ortaya çıkarıncaya kadar; ve biz sizin haberlerinizi açıklayalım."

[8]

Müslim, Sahih' inde Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz dünya tatlıdır. Muhakkak Allah sizi orada halef (veya halife) kılar da nasıl amel edeceğinize bakar. Dünyaya karşı ihtiyatlı olunuz; kadınlara karşı ihtiyatlı olunuz. Şüphesiz ki İsrail oğullarının karşı karşıya kaldığı ilk fitne kadınlar hususunda olmuştu."

[9]

Allah Teâlâ’nın  insanı halife yarattığına dair bir ayet ile konumuzu bitirelim:

“Sizi dünyada halifeler, yani yöneticiler yapan O'dur. Kim inkâr ederse onun küfrü kendi aleyhinedir. Kâfirlerin inkârı, Rableri nezdinde kendilerine gazaptan başka bir şey artırmaz. Kâfirlerin inkârı onların sadece zararlarını fazlalaştırır.”

[10]

Görülüyor ki ırkçılık, yeryüzünde inkarı ve bozgunculuğu çağıran bir sapıklıktır. İlam ile ırkçılık asla yan yana olamaz. Çünkü İslam insan için değer ölçüsünü iman ve ahlak olarak koyarken o ırkı, soyu sopu, dili ve rengi koymuştur. Oysa bu ne ahmaklıktır ki bu özelliklerin hiçbirini de insanın kendisi seçmek durumunda değildir. Beğenmediğini değiştirmek durumunda da değildir. Böyle bir mecburiyet ve mahkumiyetin değer ölçüsü olarak alınmasından daha akla mantığa ters, ehliyet ve liyakata ters ne olabilir ve ırkçılık iddiasından daha komik, daha gülünç ve abes hangi düşünce bulunabilir?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İNSANIN VAROLUŞ AMACI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Allah'ın yeryüzünde halifesi olması hasebiyle büyük bir sorumluluk yüklenen insanoğlunun bu durumu Kur'an-ı Kerîm'de şöyle anlatılmaktadır:

“Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar, zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi.   İnsan bu emanetin hakkını gözetmediğinden cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor.”

[11]

 

Burada geçen emanet: farzlar, yükümlülükler, Allaha itaat, akıl ve düşünme kabiliyeti şeklinde tefsir edilmiştir. Kader sırrı yani Allahın takdirine razı olma, diyenler de vardır. İnsana verilen nefis-benlik de emanetin bir unsurunu teşkil eder. Nefsaniyet de dediğimiz benlik bütün mahluklar içinde yalnız insana verilmiştir. Eğer insandaki nefs-ene-benlik gerçek mahiyetini anlayıp Rabbine yönelmezse dünyayı zulüm, inkâr ve şirkinin dehşeti ile dolduran bir mahiyete dönüşür. O yüzden insanın dünyada niçin var olduğunu anlaması gerekir.

Bu kadar muazzam yaratılan ve değer verilen insanın başıboş ve serseri bırakılacağını sanmak, insan sorumluluğu ile bağdaşamaz. Bu soru Yüce Yaratıcı tarafından da çok etkili bir biçimde sorulmuştur kendisine:

“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Onun aslı, atılan bir meni damlası değil miydi? Sonra ana rahmine tutunan yapışkan bir hücre oldu da, Rabbi onu yaratıp düzenledi. Ondan erkek ve dişi olarak her iki cinsi yarattı. Bütün bunları yapan, ölüleri diriltmeye kadir olmaz olur mu?”

[12]

Evet, bu dünyada başıboş değiliz. Bir amaç için varız. Allah Teâlâ’nın çizdiği plan şudur; O, yaşadığımız şu dünya hayatında belli bir zaman dilimi içinde bize bir fırsat ve imkan bahşetmiştir. Onun için varız. Onun halifesiyiz. Onun adına iş göreceğiz. Ve bir gün ölecek, sonra tekrar diriltilecek ve bu dünya hayatından hesaba çekileceğiz.işte bu yüzden şu soruları sık sık kendimize sormalı ve bilincimizi sürekli açık tutmalıyız: Niçin varız? Varoluştan amaç ne? Yeryüzüne geliş gayemiz nedir?

Bu gibi sorulara, filozoflar, düşünürler, beyinlerini çatlatırcasına cevap arar ve bir türlü bulamazken, bulamamanın bunalımını birey, aile ve toplumla beraber yaşarlarken, her müslüman gayet kolay, gayet açık seçik, kesin ve mutmain olarak rahatlıkla şu basit cevabı verir:

‘'Allah'a ibadet için varız, yine O’na döneceğiz.'’ “İnna lillah ve inna ileyhi râciûn.”

Çünkü Allah Teala "Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."

[13]

buyurmaktadır. 

Evet, insanın yaratılmasından, var edilmesinden asıl amaç, yeryüzüne kendisinin halifesi olarak gönderildiği Allah’ı bilmesi, sevmesi, sayması ve bunların nasıl olacağını anlatan dinini yaşaması ve yaymasıdır. Bir başka ifadeyle Allah Teâlâ’ya iman ve ibadet etmesi, onun emir, yasak ve tavsiyelerinden oluşan dinini, düzenini yaşaması ve yaşatmasıdır. Biz buna “takva” diyoruz. Takva, yani korunma. Yani, Allah Teâlâ’ya iman ve ibadet ederek, emir ve yasaklarını, yani kanunlarını yaşayarak, iyi huylarla süslenip kötü huylardan uzaklaşarak ahlakını güzelleştirip hem bu dünyada, hem de öbür dünyada mutluluğu yakalaması ve bunlar olmasaydı kendisine gelecek olan eza, bela, cefa ve cezadan korunması, kurtulmasıdır. Sorumluluk bilincinin yaşama geçmesi yani.

İnsanın “halife” olması bunu gerektirmektedir.

Bütün bunları yaparken teferruatta başka amaçları da olabilir insanın. Mesela yaşamasına yardımcı olması için dünyayı imar etmesi gibi. Zaten, yeryüzünde bunları gerçekleştirecek kabiliyet ve eh1iyette yaratılan tek varlık da insandır.

Sonuç itibariyle bir “halife” olarak bireysel amacımız yukarda ifade edilen takvayı yakalayarak  “takvalı – müttaki” bir Müslüman olmakla beraber, toplum olarak da kendi yurdumuzda Allah’ın ezelî ve ebedî biricik dini olan İslam’ın hayata hakim kılınmasını sağlamaktır. Bu hilafet görevine, yeryüzünde fitne ve fesat çıkaran küfür ve şirki yok etmek, en azından İslam’ı diğer bütün batıl dinlere, ilke ve ideolojilere, nizam ve sistemlere üstün kılmak da dahildir.

Sonuç itibariyle insanın yeryüzünde varoluş amacı Allah'a iman, itaat ve ibadettir. İnsan bir “halife” olarak Allah'a kul olmak ve O'nun kanunlarını yeryüzünde yaşamak ve uygulamak üzere verdiği sözü yerine getirme sorumluluğuyla yaratılmıştır.

İnsan Kur'an'da “cahil, aceleci, zalim, zora dayanamayan, nankör, gözü doymaz, şımarık birisi” olarak da açıklamaktadır. Bir imtihan gereğidir bu. İnsanın bu olumsuz yanlarının en bariz olarak açığa çıkan bir biçimi de ırkçılıktır. Irkçılık doğrudan doğruya cahil, aceleci, zalim, zorba, nankör, gözü doymaz, şımarık yanının bir tezahürüdür insanın.

Bu zâfiyetlerine karşılık insan Allah'ın kendisine verdiği irade sayesinde bütün bunlardan sıyrılarak O'nun rızasına ulaşabilir. Bu çabaya “nefisle mücahede”, bunda başarıya götüren usul ve uygulamalara da kısaca “tezkiye” ve “tasfiye” diyoruz. Yani imanı tahkike, güzel ahlakı da kemale erdirme çaba ve gayreti. Akaid, fıkıh ve ahlak ilminin öğrettikleri ile içtenlikle amel ederek rıza-i ilahîye erişmek. Zaten varoluş amacı da o iman ve ahlak ile o rızayı kazanmak değil midir?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İSLAM’IN İNSAN ANLAYIŞI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Buraya kadar verdiğimiz bilgiler içinde ırkçılık adına bir değere rastlayabildik mi? Asla!

Öyleyse ırkçılık kadar insana yapılan bir hakaret de yoktur, olamaz. Çünkü o insanın değerini düşürür, hatta yok eder. İnsanı sıradan bir canlı türüne indirir ırkçılık.

Buraya kadar verilen bilgilerle gördük ki evrenin var edilişinden ve aşamalı bir şekilde, belli bir süre ve evrim içerisinde yaratılmasından

[14]

asıl amaç da, insanın yaratılmasıdır. Bunun için insan, üstün bir kerametle saygın kılınmış, izzet ve şerefe erdirilmiştir. Diğer bütün yaratıklar ona bu dünya hayatında birer yardımcı olarak yaratılmış ve emrine amade kılınmış, istifadesine sunulmuştur.

[15]

İnsanın bu üstünlüğü elbette cisminin büyüklüğünden veya gücünden, kuvvetinden değildir. Çünkü öyle olsaydı görüyoruz ki fil, zürafa, deve, gergedan, timsah, öküz vs. gibi hayvanlar bedenen ondan daha büyük ve daha güçlüdür.

Yine onun üstünlüğü, ne yaratılış maddesi olan çamur ve insan tohumunda, ne bedensel duyu, güdü ve yetilerinde, ne de şeklinin, organlarının fevkalade uyumlu, ahenkli, güzel ve yakışıklı oluşundadır.

Belki onun üstünlüğü, Yüce Allah’ın ona has kıldığı ve benliğinin derinliklerine nüfuz ettirdiği bir emirden, bir manadan ötürüdür. Kur’an bunu şöyle belirtmiştir. “Rabbin meleklere şöyle demişti: Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secdeye kapanın.”

[16]

Yine insanın üstünlüğüne bir başka alamet de, Ulu Allah’ın onun ilk türünü, yani Adem aleyhisselamı bizzat kendi ifadesinde geçtiği gibi, “elleriyle” yaratmasıdır.

[17]

Burada Rabbimizin “elleriyle” yaratmasını, “kudretiyle, anasız babasız özel olarak” yaratması olarak anlasak bile, yine de ifade biçiminde insanın özellik ve üstünlüğüne, saygın ve keremli makamına bir işaret buluruz.

[18]

İşte bu yüzden, bütün melekler Allah’ın emrine uyarak ilk insan Hz. Adem’e (as) selamlama secdesinde bulunmuşlardır. Üstelik yapılan bir imtihanda onun kendilerini geçtiğini ayan beyan görmüşlerdir.

[19]

Yine, yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaratılması

[20]

ve ilahî emaneti yüklenmesi de,

[21]

onun üstünlüğünün sebeplerinden sayılmıştır.

İşte bunu bilmek başlı başına bir saadettir, emniyettir, huzurdur. Mutluluğun kaynakları buralardadır.

Bütün bunların sunduğu saadet şudur;  insan biliyor ki Allah Teala katında değerlidir. Bir yeri vardır O’nun yanında ve sevilmektedir. Allah Teala ona çok yakındır. Şah damarından bile, hatta kalbinden, aklından, canından bile yakın. Her ihtiyacını görmekte, her nimetini vermekte, hatta bezletmektedir. Kul ona bir karış yaklaşsa, Allah Teala bir kulaç yaklaşmakta. Kul O’na yürüyerek gitse, Allah Teala ona koşarak gelmektedir...

İnsan biliyor ki Cebrail başta olmak üzere bütün melekler onu sevmekte, saymakta, yar ve yardımcı olmakta. Ona dua etmekte, destek vermektedir...

İnsan biliyor ki bütün mahlukat onu tanımakta ve ona hizmet etmektedir. Onları kendisine musahhar kılan, kendisini de onları da yaratan Allah Teala’dır. Ve o mahlukat bu hizmeti seve seve yapmaktadır.

Bu ne şeref! Bu ne itibar! Bu ne yüce bir makam!

Nasıl mutlu olmaz bu insan?! Nasıl kul olmaz O ulu Allah Teala’ya?! Nasıl korumaya çalışmaz bu sevgiyi, bu ikramı, bu itibarı, izzet ve şerefi?!

 

 

 

 

 

 

 

 

KÜFÜR İNSANI ALÇALTIR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yukarıda anlattığımız bu üstünlüğün korunması ancak iman ile olacaktır. Yani Allah Teâlâ’nın varlığına, birliğine, uluhiyyet ve hakimiyyetine iman ile O’nun son peygamberi Hz. Muhammed (sav) Efendimizin Allah Teâlâ’nın elçisi olarak O’nun katından getirdiği her habere ayrı ayrı iman ve ikrar etmesi ile olacaktır. Bu imanın tam ve kamil olabilmesi için de O yaratıcının bilinmesi yanında ayrıca O’nun sevilmesi ve sayılması, yani O’na ibadet ve itaat edilmesi de gerçekleşmiş olacaktır. Hatta zarar ve ziyandan kurtuluş için bu iman ve salih amelin yanına bu dini başkalarına da anlatma, tebliğ ve tavsiye etme ve bu uğurda gelecek eza ve cefalara, işkence ve azaplara dayanma, direnme ve devam etme de olacaktır.

[22]

Yoksa Kur’an-ı Kerîm, “en güzel şekil ve kıvamında”

[23]

yaratılan bu insan, varoluş gayesinden uzaklaştığı an, “aşağıların aşağısına” indirilmiş olacağını bildirmiş

[24]

ve “çok büyük ve acı bir azap ile sonsuza kadar cezalandırılacağını ifade etmiştir:

“İnkâra saplanan kafirleri ise ister uyar ister uyarma onlar için birdir, imana gelmezler.”

[25]

Küfür kelimesinin lügat mânası "örtme"dir, kâfir de "örten" demektir. Ektiği tohumun üzerini toprakla örttüğünden dolayı çiftçi için de kâfir kelimesi kullanılmıştır. Din dilinde küfür, "hak dinin getirdiği gerçekleri kabul etmemek, onların üstünü örtmek, yok saymak"tır. Dilimizdeki "inkâr etmek" tabiri bu mânaya, diğer kelimelerden daha uygun düşmektedir.

Âyetin niteliklerini verdiği "inkâr edenler", hak din karşısındaki olumsuz düşüncelerini ve tutumlarını gizlemeyen, tercihlerim açıkça inançsızlık ve red yönünde kullanan, zaman geçtikçe inkarcılıkla şartlanan, başka düşüncelere ve inançlara, bu arada hak dine kulaklarını, göz ve gönüllerini kapayan kimselerdir. Kulakları, dikkat ve idrakleri ilâhî irşada kapalı olan inkarcılara nasihat ve uyarının fayda vermeyeceği, uyarıların ancak gerçeği arayan ve Allah kelâmını dinleyenler üzerinde etkili olacağı açıktır.

Hz. Peygamber inkarcılarla çok meşgul olmuş, onların İman ehline katılmalarım istemiş, gayretlerinin fayda vermediğini gördükçe de üzülmüştür. Bu sebeple Allah Teâlâ zaman zaman peygamberine iman-küfür gerçeğini anlatarak onu teselli ve teskin edip âdeta şöyle demiştir: "Habîbim! Bütün gayretlerine rağmen onların inkârdan vazgeçip imana gelmemelerinin kusuru sende ve tebliğ ettiğin dinde değildir, kusur kendi irade ve tercihleriyle inkârlarında ısrar eden, kulaklarını hak söze kapalı tutanlardadır. Sen ne kadar uğraşırsan uğraş böyle kâfirler iman etmeyeceklerdir."

[26]

“Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir perde inmiştir. Bunların hakkı büyük bir azaptır.”

[27]

Yüce Allah'ın onların kalpleri ile kulaklarını mühürlemesi ve gözlerine perde çekmesi, uyarıyı umursamamalarına, uyarılmanın ya da uyarılmamanın kendileri için aynı şey haline gelmesine uygun düşen bir ceza türüdür. Sebebine gelince burada sabit ve kesin bir eylemin, yani kalpleri ve kulakları mühürleme ile gözlere perde çekme eyleminin gerisinde beliren katı, hak ve hakikate karşı karanlık ve donmuş bir kalp ve akıl ile karşılaşıyor olmamızdır.

[28]

İnsanı yaratan buyurur: “Allah katında, yeryüzündeki yürüyen ve sürünen canlıların en kötüsü, gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”

[29]

İnsanlara verilen bilgi edinme ve bilgiden yeni bilgilere ulaşma kabiliyeti doğru kullanıldığı takdirde yaratıcı Allah'ın varlık ve birliğine kolayca ulaşmak mümkündür. Çünkü yerlerde ve göklerde yaratılan varlık birer ayet ve işaret olarak bu hakikati haykırmaktadır. Kuvve halinde, yani potansiyel olarak insanda mevcut olan bu bilgiye rağmen onun bu bilgilere gözünü kapaması ve Allah'a ortak koşması, O'nu bırakıp başka varlıklara tapınması veya itaat etmesi veya her şeyin kendiliğinden ve bir tesadüf sonucu oluştuğuna inanması "bile bile şirk koşmak ve inkâr etmek" sayılmaktadır. Çünkü bu inanç ve anlayış, bu inkâr ve şirk, insanın fıtrat ve tabiatına, potansiyel bilgisine ters düşmektedir. Yani insanlığına ters düşmektedir.

M. es-Sabûnî “Safvetu’t Tefasîr” isimli eserinde bu ayetlerin açılımını çok net söylüyor: “Yaratıklann ve yeryüzünde yürüyen hayvanların en kötüsü, hakkı işitmeyen sağırlar ve hakkı söylemeyen dilsizlerdir. Bunlar, kişinin hayırla şerri birbirinden ayırma gücü olan aklı kaybedenleridir. Bu âyet, Abdüddar oğullarından bir grup hakkında inmiştir. Onlar: "Biz, Muhammed'in getirdiklerine karşı sağır ve dilsiziz" diyor ve Ebu Cehil ile birlikte Rasulullah'a karşı savaşmaya yöneliyorlardı. Âyet, kâfirlerin köpekten, domuzdan ve eşekten daha kötü olduklarını bildirmek suretiyle onları son derece şiddetle yermektedir. Çünkü onlar duyu organlarından istifade etmediler. Böylece her adîden daha âdi oldular.”

Bunu söyleyen, insanı yaratan Yüce Yaratıcıdır ve onun sözünü beğenmemek veya çirkin görmek insanı Müslüman ise de dinden çıkarır. Ama aldığı cahili eğitimle Batı Kültürü ile yetişmiş nice maddeci düşünce zebunu sözde Müslümanlar, bu ayete hayretle bakarak, manasını kabul edilemez aşırılıkta bulurlar. Onlar bu kafa yapılarıyla nerdeyse Müslümanlar için dedikleri “fundamantalist, kökten dinci, aşırı dinci” suçlamalarını Allah Teala için dahi diyeceklerdir, neuzü billah.

Oysa bu küfür, Allah Teâlâ’nın bütün açıklamalarına ve onca ayet ve mucizelerine rağmen hala iman etmeyerek Peygamber'e sırt çevirip emirlerine burun kıvırmak, değerlendirme yeteneğini kaybetmemiş bir kalbi ve düşünen bir aklı bulunan herhangi bir insanın yeltenemeyeceği çok çirkin bir davranış olacaktır.

Bu noktada "canlılar" deyimi de tam da yerine oturmaktadır. Ayette geçen “ed-devvab”, “yürüyen ve sürünen canlılar” demektir ve insanları da kapsamaktadır. Çünkü insanlar da yeryüzünde kımıldarlar, yürür ve yer değiştirirler. Ancak bu deyim genellikle hayvanlar için kullanılır. Aşağılama anlamı da buradan kaynaklanmaktadır zaten.

Bu deyimin bu şekilde belirsiz bırakılması daha bir genellik kazanıyor ve "düşünmeyen, gerçeği kavramayan sağır ve dilsizler" grubuna hayvanlık kisvesini giydiriyor. Bu anlam, duygu ve düşüncede bu şekilde canlanıyor. Hiç kuşku yok, onlar böyledirler de. Bu anlamda onlar hayvandırlar. Hatta hayvanların en kötüsüdürler. Çünkü hayvanların kulakları var, ancak sadece birtakım anlaşılmaz sesler işitirler. Dilleri var, ama anlaşılır sesler çıkaramazlar. Ne var ki, hayvanlar, zorunlu yaşayışlarına ilişkin durumlarda fıtratları yardımıyla kendileri için doğru olan yolu takip ederler. Ama şu `hayvanlar', hiçbir yararını görmedikleri kavrama yeteneklerine dayanmaktadırlar. Evet, onlar kesinlikle canlıların en kötüleridirler:

"Allah katında canlıların en kötüsü düşünmeyen, gerçeği kavramayan sağır ve dilsizlerdir."

[30]

Dahası var: “Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalbleri vardır ama bu kalblerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır.”

[31]

İnsan için acı ifadeler. Acı, ama haklı. Çünkü Onlar kendilerine verilmiş bulunan kalplerini, peygamberlerin misyonlarında hazır bulunan ve açık tutulan kalplerin aydınlanmış sağduyularını kavrayabilecekleri delillerine açmış değillerdir. Allah'ın bu evrendeki ayetlerini görmek için gözlerini açmamışlardır. Yüce Allah'ın okunan ayetlerini dinlemek için onlara kulak vermemişlerdir. Onlar kendilerine verilmiş bulunan bu cihazları boş vermişler ve onları gereği gibi kullanmamışlardı. Gaflet içinde ve düşünmeden yaşayıp gitmişlerdir.

Buradaki kalp, göz ve kulak kelimeleri, aslında duyma, hissetme, algılama, düşünme, kavrama, bilme gibi insanı bilgiye, tefekküre ve imana götüren temel insanî yetenekleri ifade etmektedir. Nitekim, "kavrama" kelimesiyle çevirilen “fıkıh” da sıradan bir bilmeden ziyade "bir şeyin mahiyetini temelden ve doğru olarak anlayıp kavramak" demektir.

Kur'ân-ı Kerîm'de insanın akıl sahibi, düşünen ve bilen bir varlık olmasına büyük Önem verilmiş, her vesile ile insanın bu yönü harekete geçirilmeye, yararlı ve verimli kılınmaya çalışılmıştır. Kur'an'da akıl kelimesi isim olarak geçmemekle beraber -hepsi de "akletme, aklını kullanma, düşünüp taşınma" anlamında olmak üzere- çeşitti fiil kalıplarıyla kırk dokuz âyette bu kavram tekrar edilmiştir. Yüzlerce âyette geçen kalb (çoğulu kulûb) kelimesiyle birlikte fuâd (çoğulu ef’ide), lüb (çoğulu elbâb), basiret (çoğulu basâir) kelimeleri de düşünme ve bilme melekelerini ifade eder. Ayrıca nazar, re'y, tedebbür, tefekkür, i'tibar, zikir ve tezekkür masdarından fiillerle yine insanın zihnî melekelerini doğru ve verimli bir şekilde kullanmasının gerekliliği sık sık vurgulanmıştır.

Bu âyetlerde daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap edilerek insanoğlu, en basitinden en kompleksine, en somutundan en soyutuna kadar kendisini kuşatan bütün varlıklar üzerinde; keza insanlığın var oluşundan akıbetinin ne olacağına varıncaya kadar olmuş ve olacak şeyler üzerinde düşünüp taşınmaya ve bunlardan dersler çıkarmaya çağırılmıştır. Fakat -konumuz olan âyet-i kerîmede de belirtildiği gibi- Allah'tan insanlara gerçekleri, iyilik ve güzellikleri görme, işitme, anlayıp kavrama yeteneklerini vermiş olmasına rağmen öyleleri vardır ki onlar bu yeteneklerini yaratılış amacına uygun bir şekilde ve doğru olarak kullanmazlar; bu sebeple de cehenneme atılmaları sonucunu doğuracak olan yanlış inançlara sapar, kötü işler yaparlar. Âyet birinci derecede Hz. Peygamber'in ilk muhatapları olan müşrikleri tehdit etmekle birlikte evrensel anlam ve uyarılar da içermektedir.

Bu sebepledir ki, âyette söz konusu yeteneklerini doğru kullanmayanlar hayvan sürülerine benzetilmiş, hatta onlardan daha şaşkın, daha akılsız oldukları bildirilmiştir. Zira hayvanların da duyu araçları olmakla birlikte duyu verilerini kullanarak bunlardan bilgi üretme, hükümler çıkarma, bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyenlere ulaşma gibi aklî ve zihinsel faaliyetler gösterme ve sonuçta zihnini doğru bilgi ve inançlarla ve hayatını güzel davranışlarla süsleme imkânları bulunmamaktadır.

Böyle bir imkâna sahip olarak yaratıldıkları halde, bu imkânı doğru ve yerinde kullanmayan insanlar âyette hayvanlardan daha akılsız olarak nitelenmiştir. Eğer insanın dinî hayatını ve değerler dünyasını İlgilendiren görüş, düşünce ve inancı, ahlâkı, tutum ve davranışları hayvanlarla ortak yanını oluşturan aşağı duygu ve tutkularının tesiriyle yön değiştirmeye başlamışsa, artık bu insan aklının kontrolünden çıkmış, güdülerinin hâkimiyetine girmiştir. Böyle bir insan artık fiilen diğer canlılardan daha aşağı bir duruma düşmüş, gerçek mutluluk ve kurtuluş sebeplerinden uzaklaşarak gaflet ve dalâlete sapmış demektir.

Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli vesilelerle bize bildirdiğine göre yüce Allah, böyle bir durumdan korunmaları için insanlara inanç ve amel dünyasını belirlemek üzere başlıca iki imkân vermiştir: Akıl ve vahiy.

[32]

İnsan kendine bahşedilen bu nimetleri kullanmazsa geriye ne kalır? "Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da daha aşağı, akılsız ve sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler."

Bunlar etraflarını kuşatan Allah'ın evrendeki ve hayattaki ayetlerini umursamamışlardır. Kendilerinin ve başkalarının başından geçen olaylardan habersiz yaşamışlar ve bu olaylardaki Allah'ın gücünü kudretini görmemişlerdir. İşte bunlar hayvan gibidirler. Hatta onlardan da daha sapıktırlar. Çünkü hayvanların doğuştan gelen yol gösterici içgüdüleri vardır. Cinler ve insanlar ise, anlayışlı bir kalp ile, görebilen bir göz ile ve derleyebilen bir kulak ile donatılmışlardır. Onlar gerçeği kavramak için kalplerini, gözlerini ve kulaklarını açmadıklarından, hayatın önünden aldırmadan geçip kalplerini onun asıl anlamını ve amacını kavramak için kullanmadıklarından, gözleri hayatın manzaralarını ve gerçeklerini görmediğinden, kulakları hayatın duygularını ve mesajlarını derleyip toplamadığından, değerlendirmediğinden... evet, işte bu sebepten bu durumda onlar, sadece yönlendirici fıtratlarından kaynaklanan içgüdüleri ile başbaşa bırakılan hayvanlardan daha sapıktırlar!

[33]

Sonra da onlar cehennemin yakıtı olurlar!

Allah’ın lanet ve ilencine uğrayan bu “güya insanlar”, bu “mecazî insanlar”

[34]

, yeryüzünde “alçakça” yaşamaya mahkum edilmiştir.

[35]

Kafirlerin değeri hakkında Kur’an-ı Kerîm’in yüzlerce ayetini sıralamak isterdik. Ama bu bilineni tekrar olarak kitabın hacmini büyütür diye endişe ettik. Yine de bu açıdan onları söz konusu eden ayetlerin bazılarının içeriğini ifade etmede fayda olabilir. Kafirler Allah Teâlâ’nın katında değersizdirler, çünkü, onca ayet ve mucizelere rağmen Allah Teâlâ’ya ve ayetlerine, ayetlerin anlattığı dine, iman esaslarına, ibadet ve şeriata iman etmezler. Peygamberleri tanımazlar. Şeytana dostturlar. Dine ve dindarlara düşmandırlar. Nankördürler. Dünyaya düşkündürler. Yaratıkların en kötüleridir. Hayırlı işleri boşa çıkmıştır. Dünyada ve ahirette azap görürler. Bu konularla ilgili ayetleri gerek Kur’an fihristlerinden, gerek Kur’an aramalarından çok rahat bulabiliriz.

İşte ırkçılık Allah Teâlâ’nın konuyla ilgili yüzlerce ayetlerini inkar ile onlara kör ve sağır kesilmektir. Aklını ve kalbini kullanmamaktır. İşte bu büyük bir düşüştür insan için. Allah Teâlâ’nın katında bir düşüş, melekler ve cümle mahlukat karşısında korkunç bir değer kaybediştir ırkçılık. İnsanın bir anda hayvan ve haşere seviyesine inmesidir ırkçılık. İnsanın kendine bundan büyük yapabileceği bir kötülük ve ihanet olamaz.

İşte böylece insanın şeytanlaşmasıdır ırkçılık. Onunla beraber makamdan kovulması, rahmetten uzaklaştırılması ve cehennemde ebediyyen yanarak azap çekmesidir ırkçılık.

Şuvaziyete bakın ki ırkçılar da kendisi gibi kimi ırkları, sırf kendi ırklarından değildir diye aşağılayarak kendilerine denk ve eşit görmemişlerdir. Kendilerinden olmayanları insan yerine koymayarak onlara hayvan muamelesi yapmışlardır. Oysa hılkatte ve hukuk önünde insanlar doğuştan eşittir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 


[1]

Bkz. Nûr 24/55.

[2]

Zâriyât 51/56.

[3]

A'râf 7/69; Yûnus 10/14; Nemi 27/62.

[4]

Nisa 4/59.

[5]

Müsned, V, 220-221; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 9; Tirmizî, "Fi-ten", 48.

[6]

Bkz. Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/41-45.

[7]

En’am 166. Bkz. 43,60; 27,62; 2,30; 7,129; 43,32; 7,129

[8]

Muhammed, 47/31.

[9]

[10]

Fatır, 39

[11]

Ahzâb, 33/72.

[12]

Kıyamet 36-40.

[13]

Zâriyât, 51/56.

[14]

A’raf 54. Fussilet, 9,10

[15]

İsra, 70, Tin 4, Bakara,19,29, Lokman, 20

[16]

Sâd, 71-72

[17]

Sâd  75

[18]

Bkz. Sabunî, Sad 75 in tefsiri.

[19]

Bakara, 31,33

[20]

Bakara, 30      

[21]

Ahzab 72

[22]

Bkz. Asr Suresi 1-3

[23]

Tîn, 4

[24]

Tin,5

[25]

Bakara 6.   Burada inkâra saplananlardan maksad, Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi imana gelmeyeceklerini Allahın bildiği muayyen kâfirlerdir. Bütün kafirler değildir. Zira bu ayetler indiğinde kafir olan çok insan daha sonra iman etmiştir. Bunu çelişki olarak anlamak yanlıştır.

[26]

Bkz. Komisyon,  Kur’an Yolu, I. 22.

[27]

Bakara 7. Benzer ayetler için bkz. 61,5; 6,110; 4,155.

[28]

Burada “Allah böyle yapıyorsa, kulun suçu ne? Onu niye cezalandırıyor?” gibi cehaletten kaynaklanan ve sık karşılaşılan bir soruya cevap yazalım. Böylece kitap boyunca yazılan ayetlere de doğru bir bakış açısı sunmuş olalım: “Kur'ân-ı Kerîm'de insanların doğru yoldan sapmaları (dalâlet) veya doğ­ru yolu bulmaları (hidayet), iyilik veya kötülük yapmaları, bunlardan birini tercih etmeleri (irade, meşîet); hakikate his, düşünce ve idrak kapılarını kapamaları (mühürleme, perdeleme) sonucunu doğuran fiiller birçok âyette Allah'a nispet edilmekte, Allah'ın onlara böyle yaptığı, yaptırdığı ifade edilmektedir. Allah Teâlâ ilim, hikmet ve adalet sahibi olduğuna göre hem kullarına, onların irade ve etkileri olmadan günah isletmesi, onları doğru yoldan saptırması, kalplerini mühür­lemesi hem de bunlardan dolayı kullarını ayıplaması, cezalandırması düşünülemez.

 

Aynca pek çok âyet ve hadiste kulların iradelerinden, belli alanlarda hürriyete sahip olduklarından ve serbest tercihleriyle yapıp ettiklerinin İyİ veya kötü so­nucunu elde edeceklerinden söz edilmektedir. Aklın hükmünü ve naklin (vahiy) rehberliğini birlikte değerlendiren Ehli sünnet âlimleri şöyle bir sonuç çıkarmış­lardır:

Kader Allah'ın ezeldeki bilgisi ve hükmü, kaza ise yaratılmışlar âleminde kaderin icrasıdır, yerini bulması ve uygulanmasıdır. Kulların hür ve serbest bulun­dukları alanda ne yapacaklarını, neyi tercih edeceklerini ezelde bilen Allah Teâlâ, o alanda kader ve kazâsıiu bu hür tercihe uygun kılmıştır. Bu düzeni kuran güç ve irade, varlıklara mahiyet ve özelliklerini veren yaratıcıdır. Bu noktadan bakıldığında kulun serbest iradesiyle yaptığı fiiller de dahil olmak üzere her şey O'nun ilim ve iradesine uygun olarak oluşmakta ve gerçekleşmektedir. O istemeseydi kul irade ve tercih sahibi olamazdı; hayrı veya şerri, doğruyu veya yanlışı, küfrü veya İmanı tercih edemezdi; kulağını hak davetine açamaz veya tıkayamazdı. Bu anlamda "hidayete erdiren, saptıran, mühürleyen, hayrı veya şerri işleten Allah'tır." Bu makro düzeyden mikro düzeye inilerek kulun hayatı, idrak ve şuuru içinde olup biten davranışlara bakıldığında, kula ait hürriyet, irade ve tercih ortaya çıkmakta, etkili olmaktadır.

 

Davranışları değerlendirmeye, aidiyeti tespite böyle yaklaşıldığında, doğru veya yanlış yola giren, hayır veya şer işleyen, mümin veya kâfir olan, idrakini sınırlayıp karartanın... kulun kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Ayet ve hadisler farklı üslûplarla bu iki bakış açısını da dile getirmekte, gerçeğin her iki yönden de görünüşünü vermektedir. Nitekim Nisa sûresinin 155. âyetinde kâfirlerin kalplerinin kılıflanması veya mühürlenmesi, onların irade ve tercihlerini bu yönde kullanmış olmalarına bağlanmıştır. Yûsuf sûresinin 105. âyetinde de kâfirlerin yer ve göklerde mevcut olup Allah'ın varlık ve birliğini gösteren nice delili (âyet) görmemek için yüzlerini çevirip geçtikleri ifade edilmiş, böylece "kalplerin kılıflan­ması ve mühürlenmesi"nin mânasına, sebebine ve bu oluşta kulun tesirine ışık tutulmuştur. Şu hadîs-İ şerif de konuya bir başka yönden açıklık getirmektedir: "Mümin bir günah İşlediğinde onun kalbinde bir nokta oluşturur. Kul tövbe eder, günahı terkeder ve pişmanlık duyarsa kalbinden o lekeyi siler; aksine günaha devam eder ve arttınrsa leke de artar, sonunda bütün kalbini kaplar ve kilitler. Allah'ın "Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmışür"[Mutaffîfîn 83/14] buyruğundaki "karartma"dan maksat budur.[ Tirmizî, "Tefsir", 5; İbn Mace, "Zühd", 29.]

 

Sonuç olarak insanlara ceza ve azap görmelerini gerektiren günahları işleten, onları buna mecbur barakan Allah değildir. Onlara irade, tercih, güç gibi imkânları ve kabiliyetleri veren Allah'tır. Bunları O'nun rızâsı veya gazabı yönünde kullanan, sarfeden -ki, bu sarfa "kesb" denilmiştir- insandır. Dünyadan göçüp gider­ken insanın elinde ya cennetin anahtarı ya da cehennemin ateşi vardır. Bunları o kesbetmiştir. Dünya hayatı, sermayesi ömür olan bir ticarettir, bunlar da kulun el­de ettiği kazanç veya uğradığı zarardır. [Kur’an Yolu:I/22-24.]

[29]

Enfal, 22.

[30]

Enfal 22. Ayetlerin tefsirinde Seyyit Kutub’un ifadelerinin özetidir.

[31]

A’raf, 179. Benzer ayetler için bkz. 46,26; 2,18; 8,23; 22,46; 2,171

[32]

Bkz. Kur’an Yolu,  II. 493-495.

[33]

Bkz. Fi Zilal, ilgili ayetin tefsiri.

[34]

Abese, 18

[35]

Tevbe, 29,