Kardeşlik

Kardeşlik

 

İslam toplumunun temeli kardeşliktir. Kardeşlik de ete, kana, renge, dile, toprağa bakmaz, imana bakar. İslam, aynı ana babadan doğmayı bile önemsiz sayar eğer arada bir iman bağı yoksa. “Ancak mü’minler kardeştir” diyen Kur’an-ı Kerim, kardeşliğimizi bildiren, bunun için emirler veren, yasaklar koyan, teşvik ve uyarılarda bulunan onca ayeti içerir. Biz bu konuyu değişik kitaplarımızda çok geniş olarak yazdık. Zaten bilinen bir konudur. Bu yüzden tekrara düşmemek için ayetleri yazmayalım.

Hadislerde de kardeşlik konusu çok çok işlenmiştir.  İsterseniz birkaç da hadis-i şerif yazarak konuyu hatırlatalım:

“Üç haslet vardır; bunlar kimde bulunursa o kişi, imanın tadını tadar: Allah ve Rasûlü’nü, bu ikisinden başka her şeyden fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sev­mek. (Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra) küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, İman 9, 14, İkrah 1, Edep 42)

“Mü’minler, birbirini sevmek, acımak, merhamet ve şefkat hususunda bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsızlanırsa, diğer uzuvlarda uykusuzluk ve sıkıntı ile ona katılırlar(onun sıkıntısına ortak olurlar)”.

”Kardeşin zalimde olsa, mazlum da olsa, ona yardım et. ”diyen Peygamber Efendimize ashab-ı kiram: Mazluma yardım etmeyi anladık, peki zalime nasıl yardım edeceğiz. diye sorduğunda Peygamberimiz: “Onun zulmüne mânî olarak”diye cevap vermiştir. (Buharî) .

”Birbirinize haset etmeyiniz, sırt çevirmeyiniz, kin beslemeyiniz. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz. ”(Buharî) .

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyanet etmez, ona yalan söylemez ve onu yalnız bırakmaz. Müslümanın her şeyi; ırzı, malı, kanı müslümana haramdır. Takvâ işte burada(kalbte) dir. Bir kişinin kardeşini hor görmesi, ona günah olarak yeter. ”(Buharî) .

“Mü’minin, mü’mine bağlılığı, taşları birbirine kenetli duvar gibidir. Hiç biriniz, kendi nefsi için istediğini, (mü’min) kardeşi için de istemedikce, (kâmil) mü’min olamaz. (Buharî)

Sevgili kardeşlerim, yaşadığımız sürece şu ilkemize lütfen dikkat edelim: Allah için sevmek, Allah için buğzetmek.

Aman dikkat; Allah için. Yani kendimiz, akrabalarımız, cemaatimiz, meşrebimiz, vakfımız, derneğimiz, partimiz, memleketimiz, ırkımız, soyumuz sopumuz için değil, kardeşliğimiz Allah için olmalıdır. Sadece Allah için olmalı. “Din muameledir”. Müslümanların kardeşlik yerine ırkçılığı, bölücülüğü, tarafgirliği, asabiyeti esas almaları, din açısından kendilerini sorgulama sebebidir.

 

 Kardeşlik Hakları

Bilindiği gibi İslam Toplumunda sosyal yapının temeli kana değil, imana dayalı kardeşliktir. Müslümanların, aileden ümmete kadar uzanan küçük büyük topluluklarında hakim ilişki, esas doku ve temel yapı kardeşliktir. Bu kardeşlik aynı ana-baba veya soydan gelme veya aynı vatanı paylaşma, yahut da aynı sosyal sınıfın mensubu olmadan doğan kardeşlik değil, aynı imana mensûb olmaktan kaynaklanan kardeşliktir. Bu kardeşlik çok etkili emirlerle duyurulmuş, fiil ve terk hâlindeki tedbir ve ta'lîmat ile hukukî ve ahlâkî teminat altına alınmıştır:

Bunun için herşeyden evvel kardeşlik ilişkisi sözle duyurulmuş ve ruhlara işlenmiştir:

"Şüphesiz mü'minler birbiri ile kardeştirler; öyle ise kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah'tan sakının ki size acısın."

[1]

"Birbirinize hased (çekemezlik) etmeyin, sırt çevirmeyin, kin beslemeyin, Allah kulları, kardeşler olun!"

[2]

Kardeşlik sırf sözde kalmamış, akrabadan, komşudan başlayarak arada iman kardeşliğinden başka bir ilişki bulunmayan yabancılara kadar uzanan nafaka, zekât, selâm, hakkı tavsiye, doğru yolu gösterme, ödünç verme, maddî ve manevî yardımda bulunma, sevinç ve kederini paylaşma gibi görevler verilmiş, "kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe kişinin gerçek imana ulaşamayacağı"

[3]

bu kardeşlik yapısının Büyük Mimarı Resulullah (s.a.v.) tarafından haber verilmiştir.

Kardeşliğe zarar verecek, karşılıklı haklara tecavüz sayılacak söz, fiil ve davranışlar yasaklanmıştır. Bu konuda Hucurat Suresi 10 ila 12. Ayetler konumuz açısından çok önemli huşuları içermektedir. Önce bu ayetleri dikkatle bir okuyup üstünde düşünelim derim:

“Ancak Müminler kardeştirler. O halde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allaha karşı gelmekten sakının ki Onun merhametine nail olasınız.”

[4]

 

Bu ayet, dünyanın neresinde olursa olsun müminleri kardeş olarak ilan etmektedir.

"Müslüman müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu desteğinden mahrum bırakmaz. Bir kimse için müslüman kardeşini hakir görmek kadar büyük bir kötülük yoktur."

Fakat zaman zaman insanların arasının bozulması ve birbirlerine kırgın ve dargın olmaları da bir gerçektir.  Olmasa iyi olur ama mesela meşrû bir sebeple ve terbiye maksadıyla da küsmüş olabilir. Bu da bir eğitim metodudur. Fakat bu gibi maksatlar olmaksızın bir müslümanın din kardeşine üç günden fazla küsmesi, selâmı sabahı kesmesi caiz değildir.

"Bir müslümanın kardeşi ile üç günden fazla dargın durması helâl olmaz. Üç günü doldurunca hemen ona gidip selâm vermelidir; o da selâmına karşılık verirse ikisi ecirde (sevapta) ortak olurlar, karşılık vermezse o günaha batmış, selâm veren dargınlıktan çıkmış olur."

[5]

Müslümanlar, kendi aralarındaki anlaşmazlık ve dargınlığı gidermek için bizzat gayret ve fedâkârlık etmeleri gerekir. Bu gibi hallerde topluma da iş düşer.  Müslümanlar olarak din kardeşlerinden oluşan bir toplumun da görevi de küs ve dargınları araya girerek anlaştırmak ve barıştırmaktır. "Kardeşlerinizin arasını düzeltin"

[6]

emr-i ilâhisi bunu bildirmektedir.

Aynı konuda Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in de teşvikleri vardır:

“Size namaz, oruç ve sadakadan daha üstün bir şey göstereyim mi?" "Evet Ey Allah'ın Rasûlü" dediler. Devam buyurdu: "Arabulmak, barıştırmaktır; çünkü aranın bozulması kökünden kazır; saçı kazır demiyorum, dini kazır."

[7]

Hadisin son kısmından da anlaşıldığı gibi arabuluculuk ve ıslah, sulh edicilik ne kadar sevapsa, nemime ve koğuculuk denilen kırıcı, üzücü, dargınlığa ve kavgaya sebep veren sözleri birinden diğerine taşımak da en az o adar büyük günahtır, haramdır.  Ayette bu gibiler kınanmıştır ve yaptıkları iş kötü huylar arasında sayılarak menedilmişlerdir:

"Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği dâimâ önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyin!"

[8]

"Kovucu cennete giremez"

[9]

hadisi de bunun ne büyük bir günah olduğunu göstermektedir. 

“Ey iman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin, ne mâlum, belki alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır.  Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler.  Belki de alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır.   Birbirinizi, daha doğrusu kendilerinizi karalamayın. Birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fasık damgası yemesi ne fena bir şeydir!  Kim tevbe etmezse işte onlar tam zalim kimselerdir.”

[10]

Ayette ifadesini bulan alay etmek, ayıplamak, ad takmak üç büyük günah olduğu sonundaki “fasıklık” ve “zulm” ifadelerinden anlaşılmaktadır. Kardeşlik bağlarını gevşeten veya koparan sebepler içinde bu üç davranışın önemli ve yaygın bir yeri vardır. Ne maksatla olursa olsun bir kimseyle alay etmek, aşağılamak, ayıbını yüzüne vurmak ve hoşlanmadığı bir ad takmak caiz değildir. Zaten böyle alay, ayıplama, aşağılama, hakaret ve kötü lakapla insanın şeref ve haysiyet dokunulmazlığı çiğnendiği zaman ve mekanda ortada dostluktan, muhabbetten ve kardeşlikten, birlikten ve beraberlikten eser kalır mı?

“Ey iman edenler! zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır.  Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin.  Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı?  İşte bundan hemen tiksindiniz. Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah Tevvabdır: tevbeleri kabul eder, Rahîmdir; merhamet ve ihsanı boldur.”

[11]

Bir Müslümana göre bütün din kardeşleri iyi insanlardır; bir kimsenin iyiliği değil, kötülüğü isbata muhtaçtır; aksi sâbit olmadıkça karşısındaki hakkında iyi zan ve kanâat sahibi olmak esastır. Bu yüzden “beraat-i zimmet asıldır.” Yani insanın suçsuzluğu asıldır. Ta ki yargılanır ve suçu kanıtlarla ispatlanırsa, insan ancak o zaman suçlu olur.

Bilindiği gibi zannın çeşitleri vardır. Hüsnüzan kısmı makbul olup müminin Allah, Resûlü, müminler ve aksine sebep olmadıkça bütün insanlar hakkında beslemesi gerekir. Bazen başka çare kalmayınca zanna dayanarak hüküm verme ihtiyacı olur.

Günah olan kısım ise, insanlar hakkında haksız yere suizan besleyip onlar hakkında iyi tarafa değil de kötü tarafa yorumlar yapmaktır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz de "Sanmaktan sakının; çünkü sanı (zan) sözün en yalanıdır" buyuruyor.”

[12]

Kusur araştırmak da günahtır. Güvensizliğin içteki etkisi "kötü sanmak", dıştaki etkisi ise, kötü zannı isbatlamak için, kişinin peşine düşüp onu göz hapsinde tutmak, kusurunu araştırmak, tecessüs, yani casusluk yapmaktır. Yukarıda meâlini verdiğimiz âyet bunu da yasaklamıştır.

Eğer bir kimse kusurunu, günâhını gizliyorsa onu açığa vurmak, rezil etmek caiz değildir. Zira açığa çıkarsa açıktan yapmaya başlar ki bunda hem ona cesaret vermek, hem de kötü örnek olmasına, dolayısıyla da kötülüğün yayılmasına sebep olmak vardır. Evet, insanların gizli kusurlarını açıklamak, âleme duyurmak fayda yerine zarar getirir; onlardaki utanma duygusunu yok eder, sosyal kontrolün etkisini azaltır ve ıslâhı güçleştirir. Ayıpları örtmek fazilettir ve Allah Tealanın da kendisinin ayıplarını örtmesine sebep olur.

Sahâbeden Ukbe b. Âmir ile kâtibi Ebu'l-Heysem arasındaki şu konuşmada ibret alınacak noktalar vardır. Sözü Ebu'l-Heysem açıyor:

- Bizim şarap içen bazı komşularımız var; onları yakalamaları için polis çağıracağım.

- Yapma! Onlara öğüt ver, korkut.

- Menettim, dinlemediler, onları yakalamaları için polis çağıracağım!

- Yazık sana yapma diyorum! Çünkü ben, Rasûlullah'ın şöyle dediğini işittim: "Kim bir ayıbı örterse sanki kabrine diri gömülmüş bir yavruyu kurtarmış olur!"

[13]

Aynı sebeple Peygamberimiz müslümanlara, “izinsiz olarak evlerinin içine bakan kimsenin gözünü çıkarabileceklerini” söylemiş,

[14]

Kur'ân-ı Kerîm, izin almadan bir kimsenin evine girmeyi menetmiştir.

[15]

Tecessüs, insanların gizli hallerini araştırmak, keza onların gıybetini yapmak da bu ayetle şiddetle yasaklanmıştır. Gizli halleri araştırmak fertlere olduğu gibi devlet yetkililerine de haramdır.

Kardeşliği öldüren bir kötü haslet ve çok çirkin bir haram da gıybettir. Allah teala gıybetin çirkinliğini, iğrençliğini gözler önüne sererek onu, "ölmüş kardeşin etini yemeye" benzetti. Hz. Peygamber (s.a.v.) de bu nevi teşbihler yapmıştır. İbn Mes'ûd anlatıyor: Peygamber (s.a.v.)'in meclisinde idik, birisi kalkıp gitmiş, bir başkası da arkasından onu çekiştirmişti, Peygamberimiz "Dişini ayıkla!" buyurdu. Adamın "Neden ayıklıyayım? Et yemedim ki!" demesi üzerine de "sen kardeşinin etini yedin" buyurdu.”

[16]

Efendimiz ashâbına sordu:

- Gıybet nedir biliyor musunuz?

- Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.

- Din kardeşinin hoşlanmayacağı bir sözü arkasından söylemendir. Onu hoşuna gitmeyen bir şey ile anmandır.

-  Söylediğimiz gerçekten onda varsa gıybet etmiş olur muyuz?

- Söylediğin gerçekten onda varsa gıybet etmiş olursun. Zaten söylediğin onda yoksa, iftirâ etmiş olursun.”

[17]

Hadise göre bir kimsenin arkasından, duyduğu takdirde hoşlanmayacağı dinî veya dünya işlerine, bedenine, ahlâkına, soyuna ait bir eksiklik veya kusurunu söylemek gıybettir ve haramdır. Eğer söylenen şey o kimsede yoksa iftirâ edilmiş olur ki, bu daha büyük bir günahtır ve haramdır.

Hz. Âişe Peygamber Efendimizin (sav) eşi Safiyye'nin kısa boylu olduğundan bahsedince şöyle buyurdu: "Öyle bir söz söyledin ki denize katsan onu kirletir!"

[18]

Arkadan çekiştiren haram işlediği gibi bunu dinleyen ve önlemeyen kimse de ona katılmış olmaktadır. Bu sorumluluktan kurtulmak için o gıybeti önlemek gerekir. Bu da çok büyük sevaptır:  Resulullah (sav) Efendimiz buyurdular:

"Gıyâbında din kardeşinin namus ve şerefini koruyan kimseyi Allah cehennemden âzâd edecektir."

[19]

Buna gücü yetmiyorsa kalkıp giderek dinlememek gerekir.

Bir kimseyi ister yüzüne karşı, ister arkasından kınamak, ayıplamak, kusurlarını söylemek aradaki kardeşlik râbıtasını gevşetir, gönülleri karartır, fayda yerine zarar getirir. Bunun için de haram kılınmıştır. Yukarıda bundan bahsetmiştik, hatırlatalım. Ancak bazı durumlar, istisnâî haller, doğru olmak ve iyi niyete dayanmak şartıyla bunu daha faydalı veya zarûrî kılar; bu takdirde gıybete ruhsat verilmiştir.

Nedir mi bu haller?

Şikâyet: Haksızlığa uğrayan kimse sırf kendisini tatmin, gazabını teskin için değil, hakkını almak veya suçluyu cezalandırmak için onun yaptıklarını söyleyerek şikâyet edebilir.

Islâh teşebbüsü: Bir kimsenin, meşrû olmayan bir fiilini gören kimse bizzat onu düzeltmeye çalışır; eğer bir başkasının bu konuda daha başarılı olacağını umuyorsa ona da söyleyebilir.

Fetvâ sormak: Bir hâdisenin dinî hükmünü öğrenmek şahısları zikretmeyi gerektiriyorsa gerektiği kadarı söylenebilir.

Müslümanları korumak: Bir müslüman birisiyle evlenmek, ortak olmak, iş akdi yapmak vs. diler ve onun hakkında tanıyanlardan bilgi almak isterse, sırf soranı muhtemel zarardan korumak için, sorulanın kusurlu yönleri söylenebilir.

Kezâ bir âlim veya mürşidin veya böyle zannedilen birisinin etrafında toplananlar saptırılmak, îtikadları bozulmak gibi bir tehlikeye marûz iseler, ikâz edilebilirler. Bu ikazı yapanların da kendilerini kontrol etmeleri gerekir; kendisini aleyhte konuşmaya, ikaz etmeye sevkeden duygu müslümanlara şefkat midir, yoksa hakkında konuştuğu kişiyi kıskanması, gözden düşürmek istemesi midir?

İkinci ihtimal varsa söylenen gıybete girer. Ayrıca isnad edilen vasıf bir zan ve kanâate değil, kesin delillere dayanacaktır; meselâ ehl-i sünnet iman ve anlayışının çerçevesi içinde meydana gelmiş görüş ayrılıklarında taraflardan biri diğeri hakkkında "sapık, kâfir, fâsık" gibi vasıfları kullanamaz. Bu ağır vasıflar, ancak üzerinde ittifak edilen dinî esaslara aykırı inanç ve davranışlar için kullanılabilir.

Anlatmak için: Bir kimsenin kör, sağır, topal gibi bir lâkabı olup bu söylenmeden onu tanıtmak mümkün değilse "Kör Kemâl, Sağır İsmet, Kel Ali, Uzun Hasan" gibi bir ifade kullanılabilir.

Fıskını, günahını gizlemeyen, açıkça yapan bir kimseyi o günah ile anmak da caiz görülmüştür.

Şahısların değil de topluluk ve grupların kusurlarını söylemek de gıybet sayılmamıştır.

[20]

Toplumu ayakta tutan, huzur ve âsâyişi sağlayan temel kaidelerden birisi de karşılıklı olarak haklara saygıdır, dokunulmazlıklara riâyettir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Vedâ hutbesinde şöyle buyurmuştur:

"Şu şehrinizde, şu ayınız içinde bu gününüz ne kadar muhterem, mukaddes ise mallarınız, namus ve şerefleriniz, kanlarınız da öyle haramdır, dokunulmazlıkları vardır!"

Bu dokunulmazlıkların önemini ve şümûlünü göstermek, hadisi daha iyi anlamamıza yardım edecektir.

Namus ve şerefe dokunmak: Buraya kadar zikrettiğimiz alay, gıybet, ayıp arama, sû-i zan yasakları, namus ve şerefi koruma cümlesinden sayılan tedbirlerdir. İftirâ ve özellikle iffete iftirâ da bunların başında gelir.

"İffetli, habersiz mümin kadınlara zinâ isnad edenler dünya ve âhirette lânetlenmişlerdir. Kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış olduklarına şahidlik ettikleri gün onlar büyük azâba uğrayacaklardır..."

[21]

"İnanan erkek ve kadınları, yapmadıkları bir şeyden ötürü incitenler şüphesiz iftirâ etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar."

[22]

Bu âyetler, iftirânın, namus ve şereflere dil uzatmanın çirkinliği, ağırlığını apaçık ortaya koymaktadır. İffete iftiranın (kazf) cezası yalnızca âhirette değildir; dünyada da 80 deynek olarak maddî, şahitliği kabul olmamak gibi manevî cezası vardır.

[23]

Hayatın dokunulmazlığı: Müslümanların ve onlarla savaş halinde olmayan gayr-i müslimlerin hayatı İslâm’ın teminatı altındadır; hiçbir kimse ona son veremez.

"Kim bir kimseyi-öldürdüğü kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan- öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları kurtarmış olur..."

[24]

Bir toplumda can güvenliği yoksa yalnız ferdler değil, bütün toplum huzursuz ve ölüme mahkûm demektir; şu halde öldürme olayı bir amme meselesi ve dâvâsıdır.

"Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir" (en-Nisa: 4/93)

Birinci âyet bütün insanlar, bu âyet ise özellikle müminler içindir.

Âyetleri destekleyen, açıklayan hadisler de vardır:

"Dünyanın yok olup gitmesi, Allah yanında, bir müslümanın öldürülmesinden daha hafiftir."

[25]

Eğer öldürme olayı bir müdafaa sonucu olmayıp, iki tarafın katıldığı kavga sonunda meydana gelmişse, sorumluluk da ortaktır:

"İki müslüman birbirine silah çekip saldırınca cehennemin kenarına gelmiş olurlar; biri diğerini öldürünce ikisi de oraya girer.

- Katili anladık; öldürülen niçin giriyor ya Rasûlallah?

- O da diğerini öldürmek istemişti."

[26]

Bir başkasının hayatına son vermek haram olduğu gibi, kendi canına kıymak da haramdır. Çünkü hiçbir kimse hayatını satın alarak ona sahip olmamıştır; hayat Allah'ın emânetidir; onu alma hakkı yalnızca O'na aittir. "... Kendinizi öldürmeyin; şüphesiz Allah size acımaktadır"

[27]

meâlindeki âyet -insan ne kadar acı çekerse çeksin- intiharı menetmektedir; çünkü ölüm insan için daha hayırlı hale gelince insana -kendinden daha merhametli olan- Allah onun hayatına son verecektir.

"Hak etmedikçe -Allah'ın haram kıldığı- cana kıymayın"

[28]

meâlindeki âyet, bazı durumlarda insanın ölümü hak edeceğini, ancak bu durumda toplumun -adâlet müessesesi vâsıtasıyla- onun hayatına son verebileceğini ifade etmektedir:

Kısas: Birisini haksız yere öldüren ölüm cezasına çarptırılır: "Sizin için kısasta hayat vardır"

[29]

Hadd: Evli olan kimsenin, dört kişi fiil halinde görecek kadar açık zinâ yapması ölüm cezasına sebep teşkil eder.

İrtidâd: İslâma girdikten sonra ondan çıkarak küfrünü açıklamak. Bir hadis bu üç istisnayı bir arada ihtiva etmektedir: "Şu üç şeyden biri sebebiyle olmadıkça müslümanın kanı helâl olmaz: Cana karşı can, evli zinâkâr, dinini terkedip cemâatten ayrılan."

[30]

Mal dokunulmazlığı: İslâm özel mülkiyeti, kişilerin mal mülk sahibi olmalarını -helal kazanç, hibe, miras gibi meşru yollardan elde edilmiş olmak şartıyla- caiz görmüş, mülkiyet hakkını korumak için tedbirler almıştır.

Bir kimseyi, özel mülkiyet düşmanlığına sevkeden haklı sebepleri ortadan kaldırıp sosyal adâleti temin ettikten sonra sıra ceza müeyyidesine gelir. Mal dokunulmazlığı ile ilgili müeyyidelerin hem maddî, hem de manevî olan çeşitleri vardır:

Hırsızlık ve gasp: Hırsızlık ve gasp haram kılınmış, hırsızlık suçuna karşı ağır cezalar konmuştur.

[31]

Haksız kaznaç: Bir başkasının malına, meşru olmayan, rızasına dayanmayan yollarla el uzatmak yasaklanmıştır.

Rüşvet: Haksız bir menfaat sağlamak üzere selâhiyetli kişilere menfaat sağlamak şeklinde tarif edebileceğimiz "rüşvet" yasaklanmış, alan, veren ve aracı olan lânetlenmiştir.

[32]

"İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile günah işleyerek ele geçirmek için iş başındakilere yedirerek mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin."

[33]

İş başındakilere ve selâhiyet sahiplerine verilen hediyelerin de büyük bir kısmı rüşvet sayılmıştır. Zekât vb. tahsildarları hediyelerle döndükleri zaman Hz. Peygamber (s.a.v.) "evlerinizde otursaydınız bu hediyeler size verilir miydi?" buyurarak bunların rüşvet mahiyetinde olduğunu bildirmiştir.

[34]

Rüşvet almayı caiz kılan hiçbir sebep yoktur. Ancak rüşvet vermeye iki durumda ruhsat verilmiştir:

1) Bir haksızlığı (zulmü) önlemek veya kaldırmak için başka çare yoksa:

2) Bir hakkı ele geçirmek için başka bir yol bulunamazsa.

[35]

İsraf da husûsî mülkiyet hakkının bir sınırlamasına sebeptir. Servet kimin olursa olsun onda toplumun da hakkı vardır. Bir âyet bunu apaçık ifade etmektedir: “"Allah'ın sizi koruyucu kılmış olduğu (ayakta durmanıza sebep kıldığı) mallarınızı, beyinsizlere vermeyin, kendilerini bunların gelirleriyle rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin"

[36]

Bu âyet sefihler, malını korumasını bilmeyenlerle ilgilidir. Mal onlarındır, mutlak özel mülkiyet anlayışına göre onlar da mallarını diledikleri gibi sarfedebilirler. Ancak İslâmın mülkiyet anlayışı buna müsait değildir, bu noktada toplumun, ferdin mâlî tasarruf hürriyetine müdahale hakkı vardır.

İsrafın ölçüsü nedir? Hangi türlü harcamalar, vermeler israf sayılır?

1) İslâmın haram kıldığı harcamaların israf olduğundan şüphe yoktur; içkiye, kumara, uyuşturucu maddelere, altın ve gümüş kap kacağına yapılan harcamalar gibi.

2) Kişiye ve başkalarına, maddî-manevî hiçbir faydası olmayan harcamalar.

3) Başkalarına muhtaç hale gelecek kadar ölçüsüz bağışlar ve harcamalar.

[37]

Bütün bu kardeşlik hakları Müslümanlar için eşit olarak geçerlidir ve hukuk önünde korunmuştur. Hukuk önünde hiçbir ırkın, aşiretin, soyun, sopun, akrabalık bağlarının, sosyal sınıfın, beden renginin, dilin, kılık ve kıyafetin, coğrafyanın ve iklimin önemi yoktur. Bu gerçek düşünüldüğünde önemli olanın ırk değil, ilke ve uygulama olduğu, ahlak ve fazilet olduğu açıkça görülür. Bu noktada ülkenin en ücra köşesinde bir gariban ile Peygamber Efendimizin (sav) çocukları ve nesli arasında bir fark yoktur.

Bizde bu en temel ilkelerdendir ki, amel, ihlas ve istikametinin ileriye götürmediği kişiyi, nesebi, soyu sopu asla ileri götüremez. Kimsenin doğuştan bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak iman ve takva iledir.

 


[1]

el-Hucurât: 49/10.

[2]

Buhârî, K. el-Edeb, 57; Müslim, K. el-Birr, 24.

[3]

Buhârî, K. el-İman, 7; Müslim, K. el-İman, 71, 72.

[4]

Hucurat 49/10.

[5]

Ebû-Dâvûd, K. el-Edeb, 47; Buhâri, K. el-Edeb, 57; Müslim, K. el-Birr, 23.

[6]

Hucurat 8.

[7]

Tirmizî, K. el-Kıyâmeh, 56; Ebû-Dâvûd, K. el-Edeb, 50.

[8]

el-Kalem: 68/10-14.

[9]

Buhâri, K. el-Edeb, 50; Müslim, K. el-İman, 169-170.

[10]

Hucurat 49/11.

[11]

Hucurat 49/12.

[12]

Buhârî, K. el-Edeb, 57, 58.

[13]

Ebû -Dâvûd, K. el-Edeb, 38; Buhârî, K. el-Menâkıb, 24. 

[14]

Buhârî, K. ed-Diyât, 15; Ebû-Dâvûd, K. el-Edeb, 127.

[15]

en-Nûr: 24/27-28.

[16]

Taberânî. 

[17]

Müslim, K. el-Birr, 70; Ebû-Dâvûd, K. el-Edeb, 35; Tirmizî, el-Birr, 23. 

[18]

Tirmizî, K. el-Kıyâmeh, 51; Ebû, Dâvûd, K. el-Edeb, 35. 

[19]

Ahmed, Müsned, 6/461.

[20]

Bkz. Hayrettin Karaman, Helaller Haramlar, http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/helalharam/0142.htm (0206 2012)

[21]

en-Nûr: 24/23-24.

[22]

el-Ahzâb: 38/58.

[24]

el-Mâide: 5/32.

[25]

Nesâî, K. et-Tahrîm, 2; Tirimizî, K. ed-Diyât, 7.
 

[26]

Buhârî, K. el-Fiten, 7; Müslim, K. el-Birr, 126, K. el-Fiten, 16. 

[27]

en-Nisâ: 4/29.

[28]

el-En'âm: 6/151.

[29]

el-Bakara 2/179.

[30]

Buhârî, K. ed-Diyât, 6; Müslim, K. el-Kasame, 25, 26.

[31]

el-Mâide:5/38.

[32]

Tirmizî, K. el-Ahkâm, 9; Ebû Dâvûd, K. el-Akdıye, 4. 

[33]

el-Bakara: 2/188.

[34]

Buhârî; hadisin metin mânası şöyledir "Bu hediyeler gelsin diye anasının evinde otursa ya!" K. el-Hayl, 15; el-Ahkâm 41; Müslim, K. el-İmârah, 28. 

[35]

İbn el-Hümâm, Fethu'l-kadir, (Kitâbu-edebi'l-Kadî, C. V, s. 455 vd. 

[36]

en-Nisâ: 4/5.

[37]

el-isrâ 17/26, 29; el-Bakara: 2/219. Daha geniş bilgi için bkz. http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/helalharam/0147.htm