Müdâhene Yağcılık Dalkavukluk

Müdâhene, içten inanmadığı halde, yalan olduğunu bile bile menfaat sağlamak veya hoş görünmek için yüze gülme, yağcılık ve dalkavukluk yapma, kavuk sallama gibi yapılan söz ve davranışlardır.  Kelime Arapça “dühn/yağ” kelimesinden alınmıştır. Türkçemizde de aynı kökten “yağcılık” bu manada kullanılmaktadır. Doğru söylese bile bunu yerli yersiz, üstelik kendisinden makam veya servetçe üstün olanlara yapmak, tabasbus ve dalkavukluk olarak nitelendirilir. Hoş olmayan, sevilmeyen bir huydur.

İslam, müslümanlara iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme görevi vermiştir. Bir kimse, kötülüğü görüp de önlemeye gücü yettiği halde, kötü kişiden veya başka birinden çekindiğinden veya dine karşı lakayt ve umursamazlığından dolayı kötülüğü engellememesi ve tavır almaması zaten kötü ve çirkin bir davranıştır. Bu yetmezmiş gibi, tutar bir de o kişiyi sanki iyi bir şey yapmış gibi övmesi, iman ile bağdaşmayan çok çirkin bir huydur, bir ahlaksızlıktır ve hiç şüphesiz haramdır.

Sıradan insanlarda bile çirkin olan bu davranış eğer toplumun tabiî önderleri sayılan, bu yüzden kendileri örnek alınarak uyulan, selefin tabiriyle “mukteda bih” olan âlimlerden gelirse, kıyamet kopmuş demektir. Çünkü bu takdirde müdâhene demek, dinin temel inanç, hukuk, ahlak gibi temel ilkelerden taviz vermek, haram ve yanlışı tasdik edip onaylamak anlamına gelir. Bu ise açık bir haramdır.  O yüzden şair Keçecizade İzzet Molla’nın şu beyti bir atasözü gibi meşhur olmuştur:

“Meşhûrdur ki fısk ile olmaz cihan harâb

Eyler anı müdâhane-i âliman harâb”

Kur’ân-ı Kerîm’de ve sahih hadislerde müdâhene kelimesi geçmemektedir. Kalem sûresindeki bir âyette (68/9) aynı kökten gelen iki fiile müdâhene anlamı verilmiştir. Nitekim Elmalılı Muhammed Hamdi, Hz. Peygamber’e hitap sadedindeki bu âyeti, “Onlar arzu ettiler ki müdâhene etsen, o vakit müdâhene edeceklerdi” diye çevirmiştir (Hak Dini, VIII, 5252). Diğer tefsirlerde de bu yönde yorumlar bulunmaktadır (meselâ bk. Taberî, XXIX, 21-22; Kurtubî, XVIII, 231-232). Ayrıca müslümanların dinî inanç ve değerlerinde sebat etmelerini, bu hususta tâviz vermemelerini emreden, riya ve dalkavukluğu yasaklayan âyet ve hadisler, dolaylı biçimde müdâheneyi yasaklamaktadır.

Ahmet Rıfat, müdahene için şöyle der: “Sevgi ve bağlılık gösterisinde bulunmak için birine yalandan ve yüzüne karşı övmektir. Böyle kişileri arıya benzetirler. Çünkü arıların ağızlarında bal, kuyruklarında ise zehir bulunur. Bu işi rastgele yapanların iç yüzü derhal anlaşılır.  Ama yer ve zamanına göre ustalıkla yapanlar ise güç anlaşılırlar. Bununla beraber böyle kişiyi, birkaç gün yüz vermeyip sert davranmak suretiyle denemek mümkündür.

Yalan yere övenlerin o yalan ve soğuk sözlerinden bilerek haz duyanlar da bulunur. Acaba böylelerini hangi ad ile anmak gerekir? En doğrusu: ahmak!”

[1]

 Az önce de işaret ettiğimiz gibi İslam’ın en temel ilkelerinden birisi de “emr-i bil ma’ruf ve nehy’i anil münker”dir. Yani “iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme görevi”dir. Bu konu hakkında sadece şu hadisi hatırlatalım:

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.”

[2]

Bunun nasıl yapılacağına dair hadisin açıklaması çok önemlidir. Ama bunu daha önce “Nasihat” ve “Emri Maruf” bahsinde anlattık, tekrar etmeyelim..

Şimdi bir adam, gücü yettiği hâlde açıktan haram işleyenlere ve kötülük yapanlara, eliyle veya diliyle mâni olmak, gücü yetmiyorsa hiç olmazsa kalben çirkin görerek surat asma hak ve vazifesini yapmak varken, bunu yapmaz da, tam tersine, tutup bir de o kimselerle oturup kalkarsa, yiyip içerse, yanlarında gülüp eğlenirse, fikir ve işlerini benimser görünürse, bunun hali ne olur? Bunun yaptığına ne denir? İşte bu adam tam bir şahsiyetsiz, ahlaksız olur. Yaptığı da “müdâhene” dediğimiz yağcılık, dalkavukluk ve tabasbusun ta kendisidir. Çok çirkin ve haram bir davranıştır.

Bu çirkin huyun yaygın olduğu bir toplum iflah olmaz, adım adım felakete doğru gider. Tövbe edip fazilete dönmezlerse, bu rezilet onları bir gün mutlaka helak eder.

Neden böyle söylüyoruz?

Çünkü bu tür kötü huyların, geçmiş ümmetlerden bir kısmına deprem ve heyelan ile toprak altında kalma gibi bir azap sebebi olduğunu Kur’an ve sünnetten öğreniyoruz. Enfal 25. Ayet şöyledir:

“Sadece içinizden zulmedenlere dokunmakla kalmayacak olan fitneden sakının ve bilin ki Allah’ın cezası şiddetlidir.”

Bu ayetin tefsirinde yapılan uyarılar dikkat çekicidir. Ayetteki “fitne” kelimesini şöyle anlayabiliriz: “Toplum içinde imanın bozulması, baskı, düzensizlik, kargaşa, terör, hukukun çiğnenmesi, hakka dayanmayan zalim gücün hâkim olması ve böylece kulluk imtihanının kaybedilmesi tehlikesi”. Bu ve benzeri fitneler, haramlar, kötülükler,  ya el birliği ile engellenecek, ya da bunun zararı sınırlı kalmayacak, hak edenlerin yanında suçsuzlara da dokunacaktır. Kurunun yanında yaş da yanacaktır.

Neden mi?

Çünkü onlar fitnenin ortadan kalkması için ellerinden geleni yapmadıkları, haksızlığa karşı mücadele etmedikleri için kusurlu ve sorumludurlar.

Ya bunların içinde, sayıları az da olsa,  hiçbir kusuru olmayan âcizler varsa?

Olabilir. Bu da bir toplum gerçeğidir.  Allah bunlara, günahları ve kusurları olmadığı halde başkaları yüzünden uğradıkları felâket ve acıların karşılığını âhirette verecek, bu acılara değen, hatta “Keşke dünyaya tekrar dönsem de buna benzer acılar yaşasam” dedirten ödül ve karşılıklar lutfedecektir, O’nun sünneti/kanunu böyledir.

[3]

Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın bu ayetin tefsirinde söyledikleri de önemlidir: “Mesela; yasakların duyurulmasında, iyiliği emir ile kötülükten menetme gibi konularda yağcılık yapmak, akide ve inanç ile cihad konusunda tembellik ve gevşeklik göstermek bu çeşit günahlardandır. Bir hadisi şerifte de ifade buyurulduğu üzere; bir geminin dibini delmeye uğraşan kişilerin fiili, öyle bir boğulma olayı meydana getirir ki, bu fitne o geminin içinde bulunanlardan yalnızca onu delenleri ve onlara yardım edenleri değil, hiç haberi olmayanlara varıncaya kadar hepsine isabet edecek şekilde bir musibet halinde ortaya çıkar. Belki bu işten hiç haberdar olmayanlar, daha hazırlıksız yakalanacaklarından dolayı daha zararlı çıkarlar.

Bundan dolayı böyle umumi fitnelere meydan vermemek için, işin başından itibaren iyi korunmak, muhtemel gelişmelere karşı önceden tedbirli olmak, ictimai hadislerde kontrolü elde tutmak o gemide bulunanların hepsine farz-ı kifaye olan bir görevdir. İçlerinden bir kısmı bu görevi yerine getirdiği zaman, hepsi kurtulur, hiçbirisi aldırmayıp gemi delindiği zaman ise hepsi musibete uğrar.

Fakat dikkat edilmek lazım gelir ki, gemiyi delene mani olalım derken, bütün gemidekileri harekete geçirmek ve karışıklık çıkarıp, geminin dengesini bozarak, onun devrilmesine meydan vermemek de gerekir.

Evvela farz-ı kifayenin ifasını yüklenen görevliler bu görevi farz-ı ayn gibi icra edecekler. Mesela geminin kaptanı ve tayfaları gibi ki, "İyiliği emretmek ve kötülüğü önlemekle görevli yönetici kadro" yani, idarenin başında olan "ümmet", görevini tam yapacaktır. (Böyle bir yönetim kadrosu yoksa veya var da görevini tam olarak yapmıyorsa farz ihmal ediliyor demektir.)

İkincisi, herkesin kendi kendini toplumsal görevlerini yapıp yapmamaktan hesaba çekmesidir.

Üçüncüsü, umumî gelişmelerin ve gidişatın akışından gaflet etmemek, gidişatı dikkatle izlemek ve gelişmelerin seyrine zamanında müdahale ederek, olaylara yön vermek ve hiçbir zaman kontrolden çıkmasına izin vermemek lazım gelir. Nizam ve intizam ile iyi niyet ve hüsn-i ahlâk ile bu murakabeyi sürdürmek lazımdır. Bu ise her müminin kendi nefsinde Allah ve Resulü için itaat ve icabeti gerektirir. Ayrıca fitne meydana gelmemesi için kendine ve sorumlu olduğu cemaatine özen göstermesi ve gafletten sakınması yükümlülüğünü getirir.

Bundan anlaşıldığına göre, umumî fitne yalnızca cürmü işleyen zalimlerin cezası değil, aynı zamanda ona meydan veren gafillerin de cezasıdır. Son nefese kadar çalışıp da fitneye engel olamayanlara gelince; "Rabbinize karşı bir mazeret olmak üzere" (A'raf 7/164) gereğince Allah katında mazur olurlar. Mamafih o zalim ve gafillerin içinde bulunup onlara yakınlık gösterdiklerinden ve komşuluk ettiklerinden dolayı dünya hayatında o musibet çerçevesinin dışında kalmamaları da ihtimal dahilindedir. Ahiret hayatında ecir alırlarsa da dünyada sıkıntı çekerler ve bunların çektikleri sıkıntı, o sıkıntıya sebep olan zalimlerin daha şiddetli azap görmelerini icap ettirir.

Bunun için fitne ve sıkıntı zalimlerden başkasına isabet etmez sanmayınız ve ondan korununuz. Ve şunu iyi biliniz ki, Allah azabı çetin olandır. O'nun cezasının şiddetinden dolayıdır ki, yalnızca zalimlere mahsus ve münhasır olmakla kalmaz, onların çevresinde bulunan yakınlarını da kaplar.”

Peygamber efendimiz fitne konusunda ümmetini uyarmış, “Toplumda pislik çoğalırsa içlerinde iyiler bulunsa bile helâkten kurtulamazlar” buyurmuştur.

[4]

Yine bazı hadislerde “Bunların arasında sâlihler, iyi insanlar da vardı” sorusuna şöyle cevap verilmiştir: “Evet, sâlihler de onlarla birlikde helâk oldular. Çünkü Allah’a isyân olunurken susmuşlardı. Onlardan ayrılmamışlardı.”

Bazı hadislerde “Ümmetten bir kısmının kabirlerinden maymûn ve hınzır şeklinde kalkacakları” bildirilmiştir. Sebebi de şöyle açıklanmıştır: “Bunlar Allah Teâlâ’ya isyân edenlerin arasına karışanlar, onlarla berâber yiyip içenler, onlara tepki göstermeyenlerdir.” Velhasıl iyiyi toplumsal buyruk, kötüyü de ayıp ve yasak haline getirmedikçe toplumun kötülüklerden sorumlu olacağını ve bunun bedelini ödeyeceğini bildiren birçok hadis vardır.

[5]

İşte buna dair ibretli bir hadis.


[1]

Bkz. Ahmet Rıfat, Tasvir-i Ahlak, Tercüman 1001 temel Eser, İst,  ty. s. 217.

[2]

Müslim, Îmân 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17.

[3]

Bkz. Diyanetin “Kur'an Yolu” Tefsiri, 2/ 680-681.

[4]

Buhârî, “Fiten”, 4, 28.

[5]

Müslim, “Zühd”, 51; Ebû Dâvûd, “Fiten”, 1-5; “fitne” kavramı hakkında bilgi için bk. Bakara 2/191-193.