Uzlet Halvet Çile

İçindekiler 

 

Tanımlar

Tarihi Sebepler

Halvet ve Uzletin Amacı  

Halvet ve Uzletin Faydaları 

Zararlarını Sayanlar

Verilen Cevaplar

Uzletin Delilleri

Uzletin Hükmü

Uzletin Usul Ve Adabı

 

 

Halvet, Uzlet, Çile, Erbain

 

Tanımlar:

 

Halvet sözlükte yalnızlık, bir kenara çekilme, bir yerin boş olması, yalnız kalma veya biriyle baş başa kalma anlamına gelir. Tasavvufta ise önceleri günahtan korunmak ve daha iyi ibadet etmek için ıssız yerlerde yaşamayı etrcih etmek1 anlamında kullanılır iken zamanla, biraz daha özel anlam kazanmıştır. 

Buna göre halvet, şeyhin emir ve tensibi ile müridin karanlık ve dar bir yere çekilip ibadetle vakit geçirmesidir.2 Bu işlem çoklukla kırk gün sürdüğü için Arapçadan alınma “erbain” ve bozulmuş olarak Farsçadan alınma “Çile” terimleri ile de ifade olunur. 

Uzlet de bir köşeye çekilerek insanlardan uzak durma anlamında halvet ile ortaktır. Bazıları bu iki kelime arasındaki farklara dikkat çekmiştir. Buna göre halvet ağyardan, uzlet ise kendi nefsinden, nefsin isteklerinden ve Allah’tan  alıkoyan meşguliyetlerinden ayrılmaktır. Halvette bir çok vücut, uzlette bir tek  vücut vardır. 

 Halveti, “insanların arasında olsa bile Allah ile baş başa kalarak zikir ile ünsiyet, fikir ile meşguliyettir” diye de tarif etmişlerdir.3 Özellikle Nakşibendiyye tarikatında bu türden olan “Halvet der encümen - toplulukta yalnızlık” temel prensiplerdendir. Bunun anlamı, salik halk arasında iken, her an Allah ile beraber olmalıdır. Kuşeyri de arifi “kain ve bain” diye tarif eder. Yani “Halk içinde iken, onlardan ayrı kişi.”4 

Ancak burada şu inceliğe de dikkat gerekir; böyle olurken bunu beraber olduğu insanlara sezdirmeme, onları kalbine muttali kılmama. Yoksa iş, riya ve sum’aya varır ki tehlikelidir. Zaten bir çok arifler, “halvette şöhret, şöhrette afet vardır” diye zahirî halveti terk ederek batınî halvete yönelmişlerdir. 

Batınî halvet, yani kişinin iç dünyasında (batınında -kalbinde) heran Hakk’ı müşahede halinde olmasıdır. Yaşamanın bir gereği olan insanlarla muamelesi onu, zahirini mütalaadan ve batınını müşahededen alıkoymamalıdır. “Hakiki halvet de budur” diyen nakşi’ler,5 şu ayeti bu manaya delil getirirler: “Öyle erler vardır ki, ne ticaret nede alışveriş onları Allah’ı zikretmekten alıkoymaz.”6 

Şu deyim de bu manada kullanılmıştır: “El karda, gönül yârda.”

 

Tarihi Sebepler:

 

Sufilerin halvet ve uzleti tercih edişlerinde, kuşkusuz cemiyetin gitgide bozulmasının da etkileri vardır. Biraz sonra zikredileceği gibi, halvet’e Kur’an ve Sünnetten delil getiren sufiler, bunu sünnete uymanın yanında “toplumun bozulması, din ve ahlak dışı davranışların yaygınlaşması, zulüm ve haksızlıkların artması gibi olumsuz gelişmelere karşı verdikleri mücadelenin başarıya ulaşamayacağı kanaatine varan bazı zahid ve sufiler, hiçdeğilse kendilerini kurtarmak ve daha fazla günaha girmemek için bir köşeye çekilmeyi, zorunluluk bulunmadıkça toplum arasına girmemeyi tercih etmişlerdir. 

Bir kısım zahit ve sufiler daha da ileri giderek evlerini terketmişler, mezarlıklarda, viranelerde, harabelerde, hatta bazıları mağaralarda yaşamaya başlamışlar, bu yüzden “Şikeftiyye” diye tanınmışlardır.7

Bunların bir kısmı son derece basit barınaklarda yaşar, bazıları da yerleşim bölgelerinden uzak yerlerde veya evlerin bir köşesinde tek başlarına hayat sürecekleri ve ibadet edecekleri küçük birer ibadethane yapardı. Savmaa, mihrap, zaviye ve mescit gibi adlar verilen bu tür yerlerde tek başlarına yaşayan münzeviler sadece Cuma ve cenaze namazları için yerleşim bölgelerine giderlerdi. İçinde toplum hayatına hiç karışmayanlar da vardı.”8 

Halvetin ve uzletin lüzumuna inanan abit ve zabit sufiler, zaman içinde bu halvetin şekli hususunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bu görüşlere tanımları yaparken “zahiri ve batıni halvet” diyerek kısaca işaret etmiştik.

 

Halvet ve Uzletten Amaç:  

 

Halvet ve uzlet adı altında yalnız yaşamayı tercih ederek Hak ile olmak için halktan ayrı kalmalar, baştan beri sufilerin belirgin özelliklerindendir.

Halvetten amaçlanan nefsi terbiye, ruhu tasfiye ile masivadan ilgiyi keserek Allah ile olma, dünya ve lüzumsuz meşguliyetlerden kurtulma, ömrü zikir, fikir, ibadet ve taat içinde geçirmedir.

Nefis, oyun ve eğlence ister, insanlarla düşüp kalkma ister. Hele de ehliyle olmayan sohbet ve birliktelikler, insan için maneviyatta birer engeldirler. İşte insan halvet ve uzlet ile nefsini insanlardan uzaklaştırır, istediği oyun ve eğlence kabilinden şeyleri ona vermezse, onu zayıf düşürmüş olur. Böylece nefsin üzerindeki tahakkümünü kırar. Nefsin tahakkümünün kırılması oranında ruh güçlenir, kalp nurlanır ve maneviyat gelişir.

Halvete girilen yer, güneş ışıklarının girmediği karanlık bir yerdir. Halvette kişi, çeşitli meşguliyetlerini bırakıp kendini ibadete verdiği oranda, kalbi açılsın diye bütün duyu organlarını da kapatır. Necmeddin Kübra der ki: “Halvet usulü ile uyanıkken de duyu organlarının kapılarını kapatırsan, kalbî duyguların kapısı senin için ardına kadar açılır. Dikkatli düşünsene, uyanıkken göremediğin pek çok şeyi, uyuduğun zaman görebiliyorsun.”9  

Halvetin bir başka amacı da, kendi nefsinin şerrinden insanları korumaktır.10  Onu yalnız bırakmakla, başkalarına kötülük, haksızlık ve zulüm yapmasına veya günah işlemede onlara teşvikçi ve yardımcı olmasına fırsat vermemiş olmaktadır. Peygamber Efendimiz (sav)  bu durumu “sadaka” olarak nitelemiştir.11 Arzulanan tevazu ve mahviyyet ancak böyle gerçekleşebilir.

Bu konuya şu hadis-i şerif de işaret eder: Ebu Said’den: Resulullah (sav)’a:

- Ey Allah’ın Resulü! İnsanların en faziletlisi hangisidir? diye soruldu: Resulullah (sav) da:

- Canı ve malı ile Allah yolunda cihad eden Mü’mindir. buyurdu.

 - Sonra kim? diye soruldu. O da:

- Vadilerden bir vadi içinde yaşayıp Allah’tan korkan ve şerrinden insanların uzak olduğu kimsedir. buyurdu.12

Çile veya erbain olarak adlandırılan ve bir mürşidin gözetiminde yapılan halvet ve uzlet, az bir müddetle sınırlı olan geçici bir durumdur. Dolayısı ile, kişinin topluma karşı olan sorumluluklarını ihlal etmez. 

Suhreverdi  bir şeye dikkat çekiyor: “Şartlarına riayet etmeden halvete giren sufiler, fitneye düçar olurlar.”13 

Bu fitnenin sebebi, şeytanın müdahelesidir. İhlas ve istikametten onları alıkoyması, bir kısım keşif ve kerametler için halveti seçtirmesidir. Bu ise açık bir fitne ve sapmadır. Gerçek sufiler, halvet ve uzleti dinin selameti, nefis ahvalinin yok olması ve amellerin Allah’a ihlasla yapılabilmesi için seçtiler.14

Himmet ve gayretin yoğunlaştırıldığı yalnızlık, iç aleminin tasfiyesinde mutlak müessirdir. Bu yalnızlık hali, şeriata mutabık ve Resulullah (sav)’ın sünnetine muvafık bir tarzda olursa kalbi nurlandırır, dünya rağbetini keser, zikrin tadına erdirir, namaz, Kur’an okuma ve benzeri her türlü ibadetin ihlasla yapılmasını sağlar.

Şeriata ve sünnet-i seniyye’ye uygun olmayan halvet ise,  nefsi tasfiye ederek filozofların, dehriyyunun, rahiplerin, brahmanların itina ettikleri, riyazata dayalı ilimleri elde etmeye yarar, çoğu zaman Allah’tan uzaklaştırır. Bu yola yöneleni şeytan ve edindiği riyazî bilgiler saptırır. O zavallı da kendisini maksadına ermiş sanır. Bu gibi haller bir mürşid gereğini açıkça ortaya koyar.

Bunun için bilmek gerekir ki, halvet ve uzletten amaç, keşif ve keramet değildir. Yerinde geçtiği gibi Allah kulundan keramet değil, istikamet istemektedir.15

 Sonuç itibariyle söyleyeceğimiz; halvet ve uzlet, zamanı istikamet üzere değerlendirerek kişiyi manen Allah’a yaklaştırmaya yarayan bir vesiledir, araçtır.

 

Halvet ve Uzletin Faydaları:

 

Gazali, uzlet veya ihtilatın, fayda ya da zararının kişilere göre değişebileceğini ifade ederek başladığı babında,16 uzletin faydalarını dinî ve dünyevî diyerek ikiye ayırır. 

Ona göre uzletin zararları da vardır. Önce yararlarını sıralar. Biz oradan bazı özetler çıkarmak istiyoruz:

1. Uzletin birinci faydası, huzur içinde ibadet, tefekkür, insanlardan ayrılıp Allah ile baş başa kalmak, yer ve gök, dünya ve ahiret hususunda ilahi sırları araştırmakla uğraşmak. Bu işler huzur ister. İhtilatla bu huzur sağlanamaz. İşte uzlet, bunları sağlamaya bir vesiledir, araçtır.

2. Uzlet ile çoğunlukla insanlar arasında bulunmaktan doğacak olan dedikodu, koğuculuk, riya, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmadan kaçınma ve benzeri günahlardan kurtulmak. Aynı zamanda insanlardan kendisine gelen dolaylı dolaysız kötülük, eziyet ve işkencelerden emin olmak.

3. Toplumu saran fitne, kargaşa, münakaşa ve mücadelelerden kurtulmak.

 

Zararlarını Sayanlar:

 

Dini ve dünyevi bir çok faydalar vardır ki, insan bunlara ancak başkalarının yardımı ile ulaşabilir. Bu yardım da ancak, toplum arasına katılmakla sağlanır. Uzlette ise bu faydalardan mahrumiyet vardır. Bu da uzletin afetidir. 

Bu faydaları şöyle sıralayabiliriz: Okumak, okutmak, faydalanmak, faydalandırmak, edeblenmek, terbiye etmek, sevmek ve sevilmek, sevap kazanmak, karşılıklı haklara saygı göstermek, tevazu öğrenmek, görgü ve bilgiden tecrübeler edinmek, olaylardan ibret almak...17

Bilindiği gibi İslam’da asıl olan insanlarla iç içe olmaktır. Müslümanlara ve ğayr-i müslimlere karşı haklar ve vazifelerimiz vardır. “İyilerine yardım, günahkarlarına istiğfar ve nasihat, haktan ve hakkın destekçisi olmaktan yüz çevirenlerine davet, tevbe edenlerini sevmek, insanların bizler üzerindeki önemli haklarındandır.”18 

“İnsanların en hayırlısı, onlara faydalı olanlardır.”19 diyen Peygamber efendimiz (sav) “İnsanların arasına karışan ve onların eziyetine sabreden mü’min, insanlara karışmayan ve onların eziyetlerine sabretmeyen mü’minden daha hayırlıdır.” diyerek20 bizi insanlarla iç içe olmaya özendirerek yönlendirmiş, sürekli halvet ve uzletten sakındırmıştır.21  Mahlukata hizmet, nafile ibadetlerden üstün tutulmuştur. 

 

Verilen Cevaplar:

 

Bütün bu haklı gerekçeleri sayarak halvet ve uzlet aleyhinde olanlara, bu uygulamanın amacını ve insan ömründe çok da uzun olmayan geçici süresini hatırlatarak, müsamahalı olmalarını tavsiye ederiz. Halvetteki amaç gerçekleştirilebilirse, ondan sonra cemiyete dönmek daha faydalı ve etkili olacaktır kuşkusuz.

Bu görüşümüze, Suhreverdî’den aktaracağımız şu kıssa destek vermektedir: “Salihlerden biri, diğer bir kardeşini cihada çağırmak için bir mektup yazar. 

Kardeşi de ona şöyle bir mektupla cevap verir. “Ey kardeşim, bütün gedikler benim için bir yerde toplanmış ve kapısı da üzerine kilitlenmiştir.”

Bu mektup üzerine o salih kişi de şunları yazar: “Eğer insanların tümü senin yaptığın gibi bir köşeye çekilmeyi tercih etseydi, müslümanların düzeni bozulur ve kafirler galip gelirdi. Bu yüzden bize herşeyden önce cihad ve gaza lazımdır.”

Buna cevap olarak kardeşi de şöyle yazar: “Eğer insanlar benim yaptığımı yapsalar, tekkelerinde ve seccadelerinde oturarak samimi bir şekilde: “Allahu Ekber” deselerdi, Konstantiniyye’nin surları kendiliğinden yıkılırdı.”22  

Suhreverdî, insanların arasında böyle salihlerin oluşunun ailesi, komşuları ve memleketi için bela ve musibetlere, ilahi azaba karşı  bir hıfz ve himaye vesilesi olduklarına dair bazı hadis ve eserleri zikreder.23 Bunlardan biri Taberanî’den rivayetle şöyledir: “Cenab-ı hak, Salih ve samimi bir Müslüman sebebiyle onun komşularından ve yakın çevresinden yüz kişiyi bela ve musibetlerden korur.” 

Nitekim bazı hadislerde yaşlılar, çok namaz kılanlar, süt emen çocuklar, otlayan koyun ve kuzulara bakarak Allah (azze ve celle)’ın azap indirmediğini bildiren rivayetler de meşhurdur.24 

Kur’an’da da bu konuya işaretler vardır. Mesela bir Ayet-i kerime  şöyledir. “Halbuki sen içlerinde iken Allah onlara azâb edecek değil idi, istiğfar ettikleri halde de Allah onlara azâb edecek değil.”25

Bu ayetin tefsirinde Elmalılı Hamdi şunları söyler: “Nitekim hiçbir kavim, peygamberleri içlerinden alınmadan toplu azaba uğratılmamıştır. İyiler içinden de kötüler zuhur edip, zulüm yapmaya ve zulümde aşırı gitmeye başladığı zaman, zulüm ve isyanın olumsuz etkisiyle meydana gelecek olan fitnenin zararı iyilere de dokunduğu gibi, kötüler içinde fevkalade iyiler zuhur etmeye başladığı zamanlarda az da olsa o iyilerin yüzü suyu hürmetine o kötülerin hak ettikleri ceza ve azab affa veya tehire uğrar. Kötüler azabı celbettiği gibi iyiler de rahmeti celbeder.”26

İbrahim Canan çok geniş bir izahtan sonra şöyle bir başlık atar: “Emr-i Bi'l-Ma'ruf Ve Nehy-i Ani'l-Münkeri Terk” ve buna şu cevabı verir:

“Bir kısım dinî nasslar, fitnenin fazlaca ilerlediği durumlarda emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münkerin terkedilmesi gereğini ifade ederler. Alâkalı bahiste yeterince açıklandığı üzere, fitneyi önleyici en mühim tedbirlerden biri olarak imkânı nisbetinde herkese şâmil bir farz kılınan emir ve nehiy vazifelerinin yine fitnenin önlenmesinde bir tedbîr olarak terkedilmesinin emredilmesi ilk nazarda mütenâkız bir durum olarak değerlendirilebilir. Aslında bu yasak da, fitnenin önlenmesi husûsunda İslâm'ın verdiği ehemmiyetin bir başka delîli olmaktadır. Zira görüleceği üzere, emr-i bi'l ma'rûfun terkedilmesi emri de fitneyi tahrîk etmek, büyütmemek için verilmiştir. Zira öyle ahvâl ve şartlar tasvir edilmektedir ki, o durumda emir ve nehiyde bulunmak fitnenin artmasına sebep olmaktadır.

Emr-i bi'lma'rûf ve nehy-i ani'l-münkeri terkle alâkalı olarak Kur'ân-ı Kerîm'de meâlen şu âyet vardır: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın, siz doğru yolu buldukça sapıtanlar size zarar vermez."27 Bu âyet ile, Kur'ân-ı Kerîm'in diğer birçok âyetleri ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in pekçok hadisleriyle sâbit olan emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münkerin farziyetinin ortadan kaldırılmış olmadığına dair âlimlerin ekseriyetinin ittifâkına rağmen, bazı durumlarda farziyetin kalkacağı da ifade edilmiştir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashâb devrinden beri bu âyet, ihtilaflı anlayışlara sebep olmuş, durumun tavzîhi için, bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından açıklamalar yapılmıştır. Hadislerde gelmiş olan tavzîhlere ve âlimlerin yaptığı şerhlere dayanarak peşînen söyleyebiliriz ki, bâzı şartlar çerçevesinde emr-i bi'lma'rufun terkine yer verilmesi inkârı gayr-ı kâbil bir gerçektir. Bunu ifade eden, te'yid eden rivayetler çoktur.

Bunlardan birini Abdullah İbni Amr İbni'l-Âs rivâyet eder: "Biz bir gün Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in etrafında oturuyorduk. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) fitneden söz etti ve dedi ki: 

"İnsanları vaadlerini tutmaz, emanetlere ihânet eder ve iyilerle kötüler şöyle karma karışık olup -parmaklarını kenetleyerek gösterir- birbirinden tefrik edilemez halde görürseniz (işte o zaman fitne gelmiş çatmıştır)."  Ben yanına giderek 

-"Sana feda olayım, o zaman ne yapmamı tavsiye edersin?" diye sordum. dedi ki: 

-"Evine kapan, dilini tut, ma'rufla amel et, münkeri de terk et, kendi nefsini (ve yakınlarını) kurtarmaya, korumaya çalış, başkasının işiyle meşgul olma."

Bir başka rivayette aynı tavsiye İbnu Ömer'e de yapılır. Lafzan aynı olmakla berâber mefhum olarak eve çekilmeyi, karışmamayı emreden hadisler, Ebû Zerr, Muhammed İbnu Mesleme gibi başka sahabelerden de gelmiştir. Bu çeşit rivayetlerden en câmi' ve en açık olanı Ebû Ümeyye eş-Şa'bânî'den gelen rivayettir. Der ki: "Ebû Sa'lebe el-Huşeynî'ye sordum: 

-"Ey Ebû Sa'lebe, "Siz kendinize bakın" âyeti için ne dersin?" bana 

-"Allah'a kasem olsun bunu tam adamına, mes'eleyi iyice bilen birine sordun. Zira bu âyet hakkında ben, bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den sormuştum. Cevâben demişti ki: 

"Hayır, irşâd işini bırakmayın. Aksine ma'rûfa uyun, münkeri nehyedin. Ancak, ne zaman mûcibiyle amel edilen bir cimrilik, peşinde gidilen hevesât görür, insanların (mal, mevki gibi menfaatlere aldanarak) dünyayı âhirete tercîh ettiğine, re'y sâhiblerinin (Kur'ân, hadis ve icma'yı bir tarafa iterek) kendi re'y ve düşüncelerini beğendiklerine şâhid olursan o zaman, kendi başının çâresine bak, başkasıyla uğraşmaktan vazgeç." 

Burada, irşâd faaliyetlerinin terkini meşrû kılan -cimriliğin artması, dünyanın dîne tercîh edilmesi, hevesatın peşine düşülmesi, dinî disiplini terkederek şahsî görüşlere uyulması gibi- içtimâî bozulmalara, başka rivayetlerde mülkün (devletin) küçüklerin eline geçmesi, büyüklerin fuhşa düşmeleri, ilmin rezil kimselerin elinde kalması gibi başka hususlar da ilâve edilir.

İslâm âlimleri bu çeşit yâni emr-i bi'lma'rufun terki ile alâkalı rivayetleri şöyle değerlendirmişlerdir: Ekseriyetin benimsemesi ise fenalıkların cemiyette baskın bir hâl aldığı veya fâillerinin mütecâviz ve şirret olmaları sebebiyle, kişi yapacağı müdâhale ile münkeri bertaraf edemiyeceği veya bu faaliyetinden fayda hâsıl olmaksızın kendisine zarar geleceği hususunda zann-ı gâlib hâsıl olduğu durumlarda, bir başka ifâde ile şerliler çoğalırken hayırlılar zayıf duruma düşerse, emr-i bi'lma'rufu terk hususunda ruhsat vardır, selef bunda ittifak etmiştir.”28

Bütün bunlar belli bir amaç için geçici olan halvete hoş bakmamıza sebep olabilirler.

 

Uzletin Delilleri:

 

Sufiler, halvet ve uzlet için Kur’an ve sünnetten deliller getirirler. Bunlardan bir kaçını zikredelim.

Kur’an’dan Deliller: Kur’an’ın delillerini, nüzulundan öncekiler ve sonrakiler diye ikiye ayırmak da mümkündür. Önce öncekilerden örnekleri görelim.

1. Allah teala Musa (as) için O’nu düşmalarından kurtardıktan sonra şöyle buyuruyor: “Musa ile otuz gece (bana ibadet etsin diye) sözleştik ve ona on gece daha ekledik; böylece Rabbının tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu.”29 

Tefsirlerde açıklandığına göre Musa (as) bu müddeti tamamen oruçlu geçirmiştir.30 Suhreverdi, bunun hikmetini “midenin yiyeceklerden hali olarak boş bulunması, Musa (as)’yı Cenab’ı Hak ile konuşmaya hazır hale getirmesi” olarak açıklamıştır.31 İnsana hicapları kaldırarak İlm-i ledün kapılarını açan kırk günlük erbain, çile, uzletin aslı da buradan gelmektedir. 

İbn-i Teymiye bu ayetin uzlete delil olmasını yanlış bulur. Gerekçesi, bunun Hz. Musa şeriatından olup, Muhammed (as) şeriatından olmamasıdır. Tıpkı, cumartesi yasağı (sept) ve bazı yiyeceklerin onlara haram kılınıp bize helal kılınması gibi.32 Peygamerimizin Hıra’ya çekilişini de, nübüvvet öncesi sayar.33

Hıra’da uzletin nübüvvetten sonra oluşu, bizzat hadiste zikredilir. Az sonra görülecek. Hz. Musa’nın şeriatı olmasına gelince, bilindiği gibi “bizden öncekilerin şeriatı” fıkıh usülünde belirli şartlar çerçevesinde bizim için de başlı başına bir delildir.

 Aslında semavi şeriatların hepsi birdir.34 Çünkü kaynak birdir. Ancak, İbn Teymiye’nin de işaret ettiği gibi Allah Teala, bazı şeyleri bazı kavimlere yasaklamış,35 dinin özü bir olmasına rağmen bazı ibadet şekillerini de değiştirmiştir. Ancak hükmünün ortadan kaldırıldığına (nesh) dair bir delil yoksa, Kur’an ve sünnetin haber verdiği eskilerin şeriatı, bizim için de bir şer’i delildir. Bu, bir kısım Hanefi, Şafii, Maliki ve Hambeli’lere göre, geçerli, müstakil bir delildir.

İbn Teymiye’nin işaret ettiği sept (Cumartesi avlanma yasağı) ve bazı yiyeceklerin haram kılınmasına gelince bu, ayetten de anlaşılacağı üzere hem yahudilere özeldir, hem de Kuran ve sünnetle neshedilmiştir. Bunda tartışma yoktur.

Ancak uzlette de olduğu gibi İslam bilginleri arasında, “eskilerin şeriatı bize delil olup olamayacağı” tartışması, İslami kaynaklarda zikredilen ve neshedilip edilmedikleri nass’ın sıyak ve sibakından anlaşılmayan eski şeriatlara ait hükümlerdir. Tartışmanın sonucunu da az önce yazmıştık.

Dolayısıyla hakkında nesh’e veya tahsise dair hüküm bulunmayan bir konuyu, hüküm bulunan “sept” veya “bazı yiyeceklerin yahudiye haram kılınması”na benzetmek ve “biz de mi sept yapalım?”demek, fıkhen yersizdir.36  

Bununla beraber İbn Teymiye bütünüyle halvete karşı çıkmaz. Ona göre “insan için mutlaka dua, zikir, fikir, salat, nefsini muhasebe ve kalbini ıslah için nefsiyle baş başa kalacağı yalnızlık vakitlerine de ihtiyaç vardır. Bu yalnızlık ya evinde olur, Tavus’un dediği gibi: “Evi, kişiye ne güzel savmaadır.”37 (Ya da başka bir yerde.) Mutlak olarak ihtilatı tercih de hata, yalnızlığı tercih de hatadır. Bundan veya ondan muhtaç olduğu miktarı veya hangi haline en uygun olanı seçmek de, özel bir değerlendirmedir.38

Daha önce de belirtildiği gibi tasavvufta da uzlet devamlı değil, geçici bir zaman içindir ve İbn Teymiye’nin de bir kısmını saydığı faydaları elde etmeye yarayan bir vesiledir, araçtır. Dolayısıyla mutasavvıflar ile İbn Teymiye arasında sanıldığı gibi büyük anlaşmazlık yoktur. Bazıları onun koca bir cildi “ilmu’s suluk” diye tasavvufa ayırmasını görmezlikten gelerek, bütünüyle ona karşıymış gibi göstermeye çalışmaları doğru değildir.39 

2. Hz. İsa ve Yahya (as) yalnızlığı seven, hayatlarında uzlet ve halvetin örnekleri görülen peygamberlerdendir.40

3. Hz. Meryem doğar doğmaz Beytu’l Makdis’e adanmış bir kızdır ve bütün günlerini mescit içinde ibadetle geçirmektedir. Onun ihtiyaçlarını Hz. Zekeriya (as) karşılardı. Al-i İmran ve Meryem surelerinde anlatılan onun yaşantısı, uzletin en açık delillerinden sayılabilir. Kur’an öncesi bu davranış, hep saygı ve takdirle karşılanmış güzel bir davranış olarak kabul görmüştür. “Eskilerin şeriatı”, zikredildiği gibi belli şartlar çerçevesinde bizim için de dini bir delildir.

4. Kur’an’da “Ashab-ı kehf” olarak övgü ile anlatılan örnek gençlerin de hayatında uzlet açıkça görülmektedir. Kehf suresi  9-26. ayetlerde anlatılan bu “mağara arkadaşları”, zalim bir kralın karşısında kahramanca imanı savunmuşlar, sonra da onun fitnesinden kurtulmak için bir mağarada uzlete çekilmişlerdir. Allah (cc.) onları orada 309 sene uyutmuştur. Uyandıklarnda mağarada bir gün, yada daha az kaldıklarını zannediyorlardı. İçlerinden birini yiyecek için şehre gönderdiler ve tenbih ettiler: “Gayet nazik davran ve gizliliğe dikkat et; kimseye durumu sezdirme.41 Gerekçeleri de açıktır: “Çünkü eğer onlar size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler, veya kendilerine çekerler ki o zaman ebediyyen iflah olmazsınız”42

Tabi şehre giden genç 309 yıl öncesinin parasını çıkarınca olanlar olur. Meğer geçen bu üç asır sonunda zalim ve kafir krallar gitmiş, yerine müslüman  krallar gelmiş ve halk da hak dini kabul etmiş...

 Zaten aşağı yukarı her Müslüman tarafından bilinen kıssanın bundan sonrası için Kehf suresine ve tefsir kitaplarına bakılabilir. Bizi ilgilendiren, “hüküm” başlığında belirttiğimiz gibi, eğer dinde fitneye düşme tehlikesi varsa insanlardan ayrılıp uzlete çekilmenin ve yalnız yaşamanın caiz, hatta mendup olmasıdır.43 Ashab-ı Kehf de bunu yapmış ve Allah (cc) tarafından övülerek herkese örnek gösterilmişlerdir. 

5. Hz. İsa’dan sonra “Ruhbanlık”ın çıkışı da, Ashab-ı Kehf’e benzer şartlardan olmuştur. Konuyla ilgili ayette Allah teala şöyle buyuruyor: “Sonra bunların izinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik, Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, O’na incili verdik ve O’na uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları Ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızası kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardı.”44

Rehbet, çok korkmak; Rehban veya ruhban, Rahibin mübalağası ile “çok korkan” demektir. Buna göre ruhbaniyyet, büyük bir korku hissiyle çekilip dünya lezzetlerini terkederek zühd ve nefsin isteklerine karşı çıkmak suretiyle ibadette aşırı gitmektir ki esasen ruhban’a mahsus fiil ve davranış demektir.45 

Yukarıdaki Ashab-ı Kehf kıssasında da kısaca belirtildiği gibi, Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesinden sonra mü’minler zorbalar tarafından tazyike uğramış, kaç defa katliama maruz kalarak kırılmışlar, pek az kalmışlardı. Onun için fitneye düşmekten korkarak dinlerini korumak ve kendilerini samimiyetle ibadete vermek üzere ruhbaniyeti seçip dağ başlarına, gizli yerlere çekildiler. Taberi’nin Abdullah bin Mes’ud (ra)’dan naklettiğine göre Rasulullah (sav) buyurmuştur ki: “Bizden öncekiler yetmişbir fırkaya ayrıldılar, içlerinden sadece üçü kurtuldu. Diğerleri helak oldu. Üç fırkadan birisi, meliklerle karşılaştı. Allah’ın dini ve Meryem oğlu İsa’nın dini üzerine onlarla çarpıştılar, melikler onları öldürdüler. Fırkalardan birinin de meliklerle çarpışmaya güçleri yoktu. Bu yüzden onların kavimleri arasında ikamet edip Allah’ın dinine ve Meryem oğlu İsa’nın dinine davet ediyorlardı, melikler bunları da katlettiler ve bıçkılarla biçtiler. Diğer bir fırkanın ise ne meliklerle çarpışmaya, ne de onların kavimleri arasında ikamete güçleri yoktu, bunlar da çöllere ve dağlara çekilerek oralarda rahip oldular.”46  

Katı kalpli zalimlerin arasından çıkan bu insanlar, ayette de belirtildiği gibi Allah kendilerine emretmemişken bu ruhbanlığı icad etmişler, içlerinde barındırdıkları rikkat, şefkat ve merhametle ibadete kendilerini vermişler; yeme, içme, giyinme ve evlenme gibi nefsin isteklerinden imtina ederek kendilerini meşakkat ve sıkıntılara sokmuşlar, insanlardan ayrılarak savmaa veya mağaralarda ibadete koyulmuşlardır. Bütün bunları sırf Allah’a manen yaklaşarak rızasını kazanmak için samimi olarak yapmışlardır.

Ancak ibadet noktasında emredilenle yetinseler ve kendilerini şiddete sokmasalardı, kuşkusuz dinin özüne daha uygun olurdu. Nitekim ayetin ifadesiyle “sonra da ona layıkıyla riayet edemediler” 

Elbette edenler vardı ve mükafatlarını aldılar. Ama ekserisi yoldan çıkarak fasık oldular... Çünkü bir ömür böyle yaşamak, insan tabiatına aykırıdır.

 Onların durumu, hali için “ayetle zemmedilmiştir” diyen müfessirler olduğu gibi,47 “Meşru olmayan bir durumun karışmaması şartıyla Allah rızası için adakta bulunup yapılması gerekli görüldüğü taktirde yerine getirilmesi vacip olan ihtiyari bir ibadet” diyerek meşru görenler de vardır.48 

 Unutulmamalıdır ki tasavvuftaki uzlet, halvet, çile ve erbain, tezkiye ve terbiye amacıyla geçici, hatta insan ömrüne göre çok kısa bir zaman içindir. 

6. Kur’an’da zikredilen başka iki delile de işaret edelim, ilki: “Rabbının adını zikret. Bütün varlığınla ona yönel.”49

Müfessirler buradaki “tebettül - tam bir kesilme” ile kasdolunanın herşeyden kendini alarak tam bir ihlas ve tevekkül ile ibadete yönelme, başkalarından ümidi keserek onlara itimat etmeme, masivadan uzak olma olduğunu söylerler.50

Abdulkadir İsa (ks) Ebu’s Suud’un açıklamalarını da şahit getirerek, bu ayetin uzlete delil olacağını söyler.51 Doğrusu buradan doğrudan bir delil çıkarma işine ikna olamadık.

7. İkincisi: “Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda (itikafta)  kadınlarla birleşmeyin”52  ayetinde ifade edilen “itikaf” ibadeti, bir nevi uzlettir. Biraz sonra sünnetten delil getirirken de görüleceği gibi, Resulullah (as) efendimiz oruç farz oldutan sonra onu hiç terketmemiştir. Böylece itikaf, önemli bir sünnet olmuştur.

Daha önce birkaç kere de ifade edildiği gibi gibi tasavvuf ve tekkelerde halvet ve uzlet  sürekli değildir. Uzlet kadar sohbet ve hizmet de önemlidir. Dolayısıyla tekke mensupları kimi halvet, kimi uzlet, kimi de zahmet ehlidir.

Sünnetten Deliller: Sufiler, halvet ve uzletin İslam dinindeki yerini göstermek için, peygamberimizin yalnızlıktan, uzun süküt ve derin tefekkürden hoşlandığını anlatarak söze başlarlar. Gerçekten de peygamberimiz özellikle de nübüvvete yakın ve ilk yıllarında uzun uzun yalnız kalır. Mekke’ye yakın Nur dağındaki Hira mağarasında uzlete çekilirdi. 

 Vahy’in başlangıcını anlatan Hz. Aişe (r.a)’nin rivayet ettiği meşhur hadis, şöyle başlamaktadır: “Resulullah (sav)’a vahy olarak ilk başlayan şey, uykuda gördüğü salih rüyalar idi. Rüyada her ne görürse, sabah aydınlığı gibi aynen vukua geliyordu. (Bu esnada) ona yalnızlık sevdirilmişti.

 Hira mağarasına çekilip orada, ailesine dönmeksizin birkaç gece tek başına kalıp, tahannüste - ibadette bulunuyordu...”53 

Bu hadis vahyin Resulullah (a.s)’a sadık rüya şeklinde geldiğini belirtir. Yani, uykuda  görülenin sabahleyin aynı çıkması. Bu, altı ay sürdüğü söylenen bir alıştırma, hazırlık dönemidir. İbn Hacer: “Kırk yaşını tamamlayınca, doğduğu ay olan Rebiülevvel ayında, peygamberlik rüya ile başlamış olmalı, aynı yılın Ramazanında da uyanık haldeki vahy başlamalı” der.54 

Bu rivayet ile halvet ve uzlet arasındaki alakayı ifade eden bir hayli sözleri cemeden Abdulkadir İsa, ortaya bir de iddia getirir: “Hira işi risaletten öncedir. Hüküm ise risaletten sonradır. Nasıl delil olabilir?”55

Bir çok şarih olaya açıklık getirici sözler söyler. Ancak, bu iddia baştan geçersizdir. Çünkü Hz. Aişe, mağaradan önce risaletin sadık rüya ile başladığını çok açık olarak ifade ediyor. Bunun müşküllük neresindedir ki? 

Kuşkusuz, Resulullah (sav)’ın bu hali de Mü’minler için numunedir. Onun için başlangıçta olanlar için halvet ve uzlet daha iyidir. Efendimizin hali de bu idi.56 Şeyhlerin müridleri için halveti tercih edişlerinin asıl sebebi de budur. Sabredenlerse, gör bak ne lütuf ve fatihlere ereceklerdi.

Peygamber efendimiz halvet hallerini daha sonra her ramazan ayının son on gününde camide devam ettirdiler. Bilindiği gibi buna itikaf diyoruz.

Ebu Said’den Resulullah (sav)’a:

- Ey Allah’ın Resulü! İnsanların en faziletlisi hangisidir? diye soruldu: Resulullah (sav)’de:

- Canı ve malı ile Allah yolunda cihad eden Mü’mindir. buyurdu.

- Sonra kim? diye soruldu. O da:

- Vadilerden bir vadi içinde yaşayıp Allah’tan korkan ve şerrinden insanların uzak olduğu kimsedir buyurdu.57

Müceddid, Allame, Şeyh Eşref Ali Tanevi, bu hadisin açıklaması babında şunları söylüyor: “Hadisten çıkan netice: Uzlet. Pek çok ehlullahın halk ile az ilişki kurmak ve bir köşeye çekilme adeti vardır. Hadiste bunun cevazı ve bir çeşit fazileti zikredilmektedir. Hadiste uzletin gerçekleşmesiyle ilgili şöyle bir işaret vardır: Eğer kişinin halka karışması ve onlarla beraber olması durumunda kendisinden şer sadır olma veya halktan kendisine bir şer gelme ihtimali varsa, uzlete çekilmeye cevaz vardır. Keza hadiste şöyle bir işaret de vardır:

Eğer birisi halka karışma neticesinde hayırlı ve faydalı oluyorsa o zaman bu daha efdaldir. Ve bundan dolayı mü’min mücahidin uzlet sahibi kimseden daha faziletli olduğu söylenmiştir. Müslümanlara faydası olan kimsenin celvet halinde (hak arasında) olması daha iyidir. Eğer faydası yok ise, aksi durum söz konusu ise onun için halvet daha iyidir. İşte bu meselenin özeti budur.”58

 Peygamberimiz, Allah’ın razı olduğu kulları anlatırken, tenhalarda tek başına zikir, fikir ve ibadette olanlardan örnekler verir, Nitekim, Allah’ın arşının gölgesinde gölgelenecek yedi sınıf insandan birini de, “ıssız bir yerde, Allah’ı tek başına zikrederken gözlerinden yaşlar boşanan kimse” olarak ifade eder.59 Bütün bu rivayetler uzlet ve halveti teşvik eden hadislerdir.

İslam dini cemaatı ve emr-i bi’l ma’rufu çok emretmesine rağmen, fitne zamanında kişinin kendi başının çaresine bakması için başkasıyla uğraşmaktan vazgeçilebileceğini bildirmiş,60 İnsanların şerrinden korktuğu tutunabilinirse yapılıp, ölüm gelinceye kadar yalnızlık” tavsiye için münkerden nehyetmeyi bırakanın, halkı terketme özrünü hoş karşılamıştır.61 Cemaat ve imamın yok olduğu ortamlarda “Mevcut fırkaların terkedilerek, hatta bir ağacın köküne dişlerle edilmiştir.62 Bunlar öylesi dönemlerde ki uzletin önemini ifade ederler.63

 “Kırk gün süre ile ihlasla Allah’a ibadet eden kimsenin, Kalbinde lisanına akan hikmet pınarlar oluşur.”64 Hadisi erbain’in süresi için açık bir delildir.

Aşağıda ki şu üç rivayet de, Gazali’nin ifadesine göre uzleti tercih edenlerin delillerindendir:65

 1. “Kurtuluş çarelerinin neler olduğunu” kendisine soran Abdullah b. Amir el-Cüheni’ye Resulullah (sav) efendimiz şöyle buyururlar: “Evinde otur, dilini tut, hatalarına ağla.”66

  2. Peygamberimiz (sav):

-İnsanların en faziletlisi kimdir? sorusuna:

-Canı ve malı ile Allah yolunda cihad eden mü’mindir, diye cevap verdiler.

-Sonra kim, sorusuna da:

-Bir dağa çekilip kimseye kötülüğü dokunmadan Rabbına ibadet edendir, buyurdular.67

   3. Peygamberimiz, İnsanların en hayırlısı olarak cihada hazır bir mücahidi anlattı. Ondan sonra insanların en hayırlısını da şöyle ifade buyurdu: “İnsanların en hayırlısı, koyunlarının başında  bulunup namazını kılan, zekatını veren ve malında Allah hakkı olduğunu bilen ve insanların kötülüğünden uzaklaşan kimsedir.68

    Sünnetten delillerimizi uzlet hakkında iki bab’ı anmakla bitirelim. Umarım bir fikir vermede yardımcı olurlar. İbn Mace Fiten 13 de “Bubu’l uzlet”, Buhari ise Rikak 34 de “Babün  el-Uzlet’ü Rahatım Min Hullati’s Sev’i” adıyla başlıklar zikrederler.

 

 

Uzletin Hükmü:

 

Çoğunlukla69 mutasavvıflar, halvet ve uzlet için bidat hükmünü vermeyi reddederek onun Allah’ın kitabı ve Rasülünün (sav)  sünnetinde vurgulanan bir emre imtisal olduğunu söylerler.70 Sufilere göre itikaf da bir nevi halvet ve uzlettir.71

Zahid ve sufilerin zahiri halvet hayatı ve bu konudaki fikirleri Ebu’l Ferec İbnu’l Cevzi, Takiyyuddin İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi alimler tarafından eleştirilmiştir.

Halveti sünnet ve bid’at olarak ikiye ayıran İbn Teymiyye, halvetle ilgili hadislerin çoğunun zayıf, bir kısmının da uydurma olduğunu söyler. Ona göre cemaattan ayrılma anlamına gelen halvet bid’attır, sünnete uygun halvet ise faydalıdır.72

Sonuç itibariyle İslam’da asıl ve efdal olan insanlarla olmaktır, ihtilattır. Bu sebeple normal şartlarda devamlı halvet ve uzlet meşru değildir. Ancak, belli amaçları gerçekleştirmek için az bir müddet içinde sınırlı ve geçici bir uzlette bir beis yoktur. Hatta sonucunun hayırlı olması itibariyle hayırlı bir vesiledir, araçtır. 

Bu noktada itikaf ibadetinin kıymetini pek de bilemeyen Müslümanların işe önce onu değerlendirmekle başlamaları gerekir.

Kur’an ve sünnette anlatılanların hülasasından alimlerin ittifakıyla şu hüküm de çıkarılmıştır; insanların fitneye düşerek bozulduğu zamanlarda, dinini korumak amacıyla onlardan uzaklaşarak uzlet ve halvette olmak, meşrudur. Hatta daha faziletli bir amel olarak övülmüş ve teşvik edilmiştir.73 Daru’l harp’ten Daru’l İslam’a emredilen “Hicret” ibadetinde de uzlete bir işaret vardır.

 Görüldüğü gibi itikaf dışında halvet ve uzlet, başlı başına bir ibadet olmasa bile, ahlakı güzelleştirerek ihlaslı ibadetlerle Allah’a yaklaşmaya faydası tecrübe edilmiş bir vesile ve vasıtadırlar. İslam hukukunun kaidelerinden biri de şöyledir: “Bir vacibe ancak kendileri ile ulaşılan vesileler de vacip hükmündedir. Yani vesileler, aracılar, sebepler, asıl amacın hükmünü alırlar. Burada da asıl amaç güzel olduğuna göre, halvet ve uzlet de isteyen için güzeldir, inkara gerek yoktur.

 

Uzletin Usul ve Adabı:

 

Halvete girmenin bir usul, adab ve erkanı vardır. Eskilerden Suhreverdi “Avarıf”de74 bunun için müstakil bir bab açmıştır. Yenilerden Ahmed Ziyaedin Gümüşhanevi, “Camiu’l Usul” de75 yirmibeş maddede halvet şartlarını yazmıştır. Y. Nuri Öztürk “Kur’an-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf” adlı kitabında, önce Halveti şeyhlerinden Muhammed b. Hasan eş-Şafii el-Halveti’nin “el-Adabu’s Seniyye” kitabından bir özet çıkarmış, sonra da  Gümüşhanevi’nin yazdıklarını aktarmıştır.76 Abdulbaki Gölpınarlı ise, özellikle mevlevilerin çilesini geniş izah etmiştir.77

Hemen bütün tarikatlarda var olan halvet, daha önce de geçtiği gibi, genellikle kırk gündür. Mevleviler bunu binbir güne çıkarmış, ama halveti de “Hizmet”e dönüştürmüşlerdir.

Özetlersek, hazırlığını yapan mürid niyyetini tashih ile gusledip iki rekat namaz kılar, gözyaşlarıyla tevbe eder, şeyhinin izni ile “euzu besmele” çekerek tam bir ihlas ile halvethaneye78 girer. Zaruri ihtiyaçlar, cuma ve cemaatla namazın dışında dışarı çıkmaz. Güneş ışıklarına kapalı bu karanlık yerde, gece gündüz Allah’ı zikrederek aklına masivayı getirmemeğe çalışır. İzinle gelen yemeği yer, oruç tutar. Yatıp uyumaz. Uykusu gelince mütteka’ya79 yaslanarak uyur. Daima abdestlidir. İçeriye şeyhinden başkasını almaz. Kimseyle konuşmaz. Gördüğü rüya hayal ve benzerlerini iyi kötü şeyhinden gizlemez. Riya ve ahlak-ı zemimeden uzak, kalbi şeyhine muhabbetle merbut, keşif ve keramet isteklerinden uzak, Allah rızasını hedefleyerek, gerekirse bir ömür halvette kalmaya niyetle, şeyhinin çıkış iznine kadar orada vaktini değerlendirir. 

Kırkıncı gün şeyh müridin yanına girer ve dinler. O gün bir kurban kesilir, derviş erbain - çile’den çıkarılır, yıkanır ve çamaşır değiştirir. Baş suyu ile pişmiş çorbadan içer. O gün veya ertesi gün kurban etinden yer veya ziyafet verir. Şeyh isterse, yeniden erbaine sokar. Birbiri ardına üç erbain çıkaranlar olduğu gibi, aralıklı olarak ömründe birden fazla erbain - çile çıkaranlar da vardır.