Zikrullah

İçindekiler

 

Kur’anda Zikir

Hadislerde Zikir

Ashabın Zikre Teşviki

Zikri Sevmemek

Tarikatlarda Zikir

Zikrin Çeşitleri

Zikrin Âdabı

 

 

Zikrullah

 

Allah’ı her an hatırda tutmak, hiç unutmamak, O’nun isimlerini çeşitli şekil ve sayılarda söylemek olan zikrin, tasavvuf ve tarikatların ana unsurlarından olduğunu, konuyla ilgili bazı ayetlere de işaret ederek daha önce söylemiştik. Kısa da olsa zikrin önem ve faydalarına da işaret etmiştik. Oradaki amaç; zikrin Kur’an’da istenen bir ibadet olduğunu ifade idi.

Ancak tarikatlarda bir amel olarak zikir üstünde, burada biraz daha ayrıntılı durmak istiyoruz. Konuyla ilgili ayet ve hadisleri belirttikten sonra, zikrin önem ve faydalarını, adabı ile birlikte yazmak faydalı olur kanaatindeyiz.

Sözlükte zikir, bir şeyi unutmamak için hatırda tutmak, unutulursa hatırlamak, teleffuz etmek, söylemek, bir şeye devam etmek, korumak vb. anlamlara gelir.1 

Tasavvufta ise zikir, müridin sesli veya sessiz, toplu veya tek başına Allah’ı şiddetle severek ve sayarak, O’nun zat ismini veya başka isim ve sıfatlarını, kelime-i tevhidi veya başka cümleleri tekrar ederek anması, unutmaması, kalp ve/ya dille bazı mübarek lafızları usulüne uygun olarak tekrar etmesi, böylece Allah ile olmasıdır.

Kur’an’da zikir kelimesi, türevleri (müştakları) ile birlikte 256 yerde geçmektedir2 ve başlıca şu anlamlarda kullanılmaktadır: Kur’an, Cuma namazı, ilim, dil ile anmak, vb.3 Hadis-i şeriflerde de zikir üstünde önemle durulmuştur.4

Sahabenin hayatı da göz önüne getirilirse,5 zikrin İslam dini içinde ve dindar bir yaşamda ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Evliya ve ülemanın hayatlarını yazan tabakat ve teracim kitapları da, doğrusu bu ehemmiyetin açık şahitleridir. 

İslam’da ibadetlerin en yücelerinden sayılan zikrin fazilette yeri hakkında ihtilaflar vardır. Gazali onu, Kur’an’dan  sonra en büyük ibadet olarak kabul eder.6 Şah Veliyyullah Dehlevi, zikir ve tefekkürü namazdan üstün görür ve onları sadece ruhları ulvileşmiş insanlardan bekler.7 Ahmet Fetullah El-Cami ise: “Namaz hariç zikirden daha faziletli bir şey yoktur. Olsaydı size söylerdim”diyor.8 Mahir İz de “En büyük ve etemm-i zikir namazdır. İnsan bütün varlığıyla Kur’an ile, selavat ile, dua ile bir arada namaz içinde Hakk’ı zikretmiş olur.” der.9 Said Havva da, zikrin önemini şöyle belirtir: “Yüce Allah namaz için: “Beni anmak (zikir) için namaz kıl”10 buyurmaktadır. Ayrıca oruç ibadetinden bahsederken: “Size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı tesbih etmenizi ister”11 der. Hacc ibadetinden bahsederken: “Sayılı günlerde Allah’ın ismini ansınlar.”12 buyurur. Şeytanı taşlamadan bahsederken de: “Sayılı günlerde Allah’ı zikredin”13 buyurmaktadır.

Böylece görüyoruz ki ibadetler ya zikirdir, ya zikrin yerine getirilmesi, yahut zikre ulaşmamıza yardımcıdırlar... Allah’ın dininde zikrin önemini işte buradan anlıyoruz.14

Zikir, dinin özüdür. Her ibadetin bir vakti ve şekli vardır. Ama zikre gelince farz veya mendup her vakitte ve her şekilde, yani Kur’an ifadesiyle “Ayakta, otururken, yatarken”15 gizli veya açık, dille veya kalple, yalnız veya cemaatle, her an ve mekanda, her halukarda zikir mümkündür, belkide memurdur. Kalp ancak onunla yatışır,  kul Allah’a ancak onunla vasıl olabilir.

Şahsen kendim de şu iki rivayeti gördüğümde bir hayli şaşırdım ve derin derin düşündüm. Onlardan ilki Hz. Aişe anamızın şu ifadeleridir: 

 “Peygamberimiz heladan çıkınca “Ğufraneke”derdi.”16 Bunun anlamı “Mağfiretini isterim” demekti. Ama niçin? İhtiyaç gidermek ayıp ve kusur değil ki? Şaşırdım ve okuduğum kitabın işaret edilen dipnotuna baktım; Mansur Ali Nasıf orada diyor ki: “Bunun manası, “Hela anında seni zikredemediğim için, istemeden geçen bu uzun gafletten dolayı mağfiretini istirham ederim.”17  Sübhanellah!...

Hz. Aişe şöyle diyor: “Peygamber (s.a.s.) (müsaid olan) her anında, Allah’ı zikrederdi.”18

Bunu da okuyunca şaşkınlığım ancak gitti ama, yerine başka bir şaşkınlık geldi. Aman Allah’ım, O’nun Allah ile rabıtası ne kadar güçlü idi. Öyle ya, “Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz” demiyor muydu? O, uykusunda bile gaflet edip Rabbından uzak kalmıyordu...

İkinci rivayet de şu idi: “Peygamberimiz (sav) buyurdular ki :

 -Size, Rabbiniz katında amellerinizin en hayırlısı ile en temizini, derecelerinizi en çok yükselteni, size altın ve gümüş infakından daha hayırlı, düşmanınızla karşılaşıp da boyunlarını vurmanızdan ve onların da sizin boynunuzu vurmasından daha hayırlı olanını haber vereyim mi? Ahab-ı Kiram (r.a): 

  -Evet, ya Rasulallah!dediler. Peygamberimiz:

  -Yüce Allah’ı zikretmektir, buyurdu.19

  Şu rivayet de, bunun bir tamamlayıcısı gibidir. Bir adam Peygamber (sav)’e:

  -Kıyamet gününde Allah nezdinde en üstün dereceli ibadet hangisidir? diye sordu. Peygamber (sav):

  -Allah’ı çok çok zikreden erkeklerle kadınlar, buyurdu. Adam :

  - Bunların derecesi Allah yolunda savaşan gaziden de daha üstün müdür? deyince, Peygamberimiz:

 -Eğer gazi, kafir ve müşriklerle kılıcı kırılıp kana bulanıncaya kadar vuruşsa, yine de Allah’ı zikredenlerin derecesi onlardan daha faziletlidir.20 Bu rivayetleri derleyen Mansur Ali Nasıf, Muaz b. Cebel (ra.)’in “Allah’ın azabından, zikrullahtan daha kurtarıcı bir şey yoktur.” Sözünü aktardıktan sonra şöyle söylüyor: “Bu hadislere göre kuşkusuz zikir, her şeyden, hatta sadaka ve cihattan da daha faziletlidir. Bunlar, zikre teşvik içindir. Ancak zekat gibi farz olan sadakalar daha faziletlidir; çünkü o dinin rüknüdür. Cihad da efdaldir, çünkü o da Allah rızası uğruna ruhu bezletmektir.”21 

Öyle yada böyle, elbette her ibadetin kendine göre bir nuru, bir özelliği ve erdiriciliği vardır. Ancak, kul ile Allah arasındaki bütün perdeleri kaldırıcı ve tabiri hadisten alırsak sanki Allah’ı kul ile diz dize getirici ve konuşturucu yegane ibadet, zikrullahtır. Hadis’i Şerifte bu gerçek şöyle ifade ediliyor. “La ilahe İllallah” zikri ile Allah arasında ona erişinceye kadar perde yoktur.”22 “Kulum beni zikredince ben onunla beraberim...”23

Bütün bunlardan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Allah teala’yı zikretmek, hiçbir yerde, hiçbir zaman Allah’ı hatırdan çıkarmamak, daima O’nu anmak, O’nu övmek, O’nu tesbih etmek, O’na ta’zim göstermek, korku ile ümit arası O’na yalvarmak, kitabını okumak, peygamberine salat ve selam getirmektir. Ne çoluk çocuğun, ne mal ve mülkün, ne alış ve verişin, O’nun zikrine engel olmasına izin vermemektir. İşte en büyük ibadet budur. Ve bunu başaranlar hakiki erlerdir.

Zikir, münferid yapılabileceği gibi, cemaat halinde toplu olarak da yapılabilir. Müminler bu amaçla bir araya gelerek zikir meclisleri kurmalı, Kur’an okuyup tefsirini yapmalı, tevhit kelimesini veya diğer zikir kelimelerini içten ve ihlasla söylemeli, tevbe ve istiğfar ile dualar etmeli, Selavat-ı Şerifeler getirmelidirler. Böylece, ileride de görüleceği gibi, Allah’ın sevdiği, övdüğü, övündüğü kullar haline gelirler.

İslam alimleri zikrin anlamını bazen kendi özel anlamından alarak bütün ibadetlere teşmil etmişlerdir. Said b. Cübeyr der ki: “Allah’a itaat maksadıyla, Allah için bir iş yapan herkes Allah’ı zikr ediyor demektir.” 

Selef ulemasından bazısı, bu umumi hükmü hususileştirerek, zikri amellerin  bir kısmına hasretmişlerdir. Bunlardan Ata şöyle demiştir: “Zikir meclisleri gerçekte helali yapma, haramdan kaçma yerleridir. Alışveriş, namaz kılma, oruç tutma, nikah, haccetme ve benzerleri gibi.” 

Kurtubi şöyle demiştir: “Zikir meclisi, ilim öğrenme  ve Allah’ı anma meclisidir. Allah’ın kelamının ve Rasulün sünnetinin anlatıldığı, selef-i salihin ile önce geçen takva sahibi, yapmacılıktan, bid’adtan, kötü maksad ve tamahtan uzak alimlerin haberlerinin bahsedildiği meclislerdir.”24 

Bu konuda Mahir İz’in ifadeleri bir hayli düşündürücüdür: “Zikre mülazemet, tefekkürle hakkı anmaktır. Yoksa bir fikre istinat etmeden, düşünmeden, ne yaptığını bilmeden “esma-i hüsna”yı çekmek, Kur’an’ın zikri tarif ettiği medlüle uygun düşmez.

Evinden çıkıp işine giden adam, karşısına çıkan canlı cansız neye baksa, ondaki varlığın haktan olduğunu düşünmesi zikirdir. Saksıdaki çiçeğe, uçan kelebeğe, vızıldayan arıya, rastladığı karınca yuvasına, uçuşan kuşlara, hülasa yerde gökte ne görürse onu ibretle düşünüp halikin kudretini anması zikirdir.

Oduncu baltasını sallarken, demirci örse vururken, bahçıvan toprağı bellerken, şair şiirini, muharrir yazısını, müellif kitabını yazarken bileklerinde, kollarında, kafalarında mevcut kuvvetin ancak hakkın vergisi olduğunu hatırlamak zikirdir.

Karada dolaşan karadaki mahlukat, vapurda, kayıkta gezen, denizleri, okyanusları ve içindeki binbir yaratığı, uçakta giden gökyüzünün azamet ve dehşetini ve bilenler Kur’an’ı Kerimde bunlara ait ayetleri  hatırlayıp halik-i kainatın kudretini, azametini düşünmeleri hep ayrı ayrı birer zikirdir ki Kuran Kerim ile memur olduğumuz zikirler bunlardır. Zikre mülazametten maksad da budur. Yoksa işi gücü bırakıp bir köşeye çekilerek tesbih çekmenin sevap yerine sorumluluğu artıracağını bilmek zamanı artık gelmiş ve geçmektedir. 

Evet sorumludur. Çünkü efdal-i ibadetin ne olduğunu ve hangi fiilin kendisi için ameli salih olacağını düşünüp öğrenmemiştir. Alimin, hakkın rızası için bilgisini yaymasını, parası olanın fazlasını, yine hakkın rızası için başkalarına dağıtması, bedeni güçlü olanın ona muhtaç olana ulaştırması ve kendisinde mevcut o kudretin Hak’kın bir lutfu olduğunu düşünerek hareket etmesi yine bir zikirdir. Zikri böyle etraflı anlamadan sofi huviyeti tahakkuk etmez.”25 

Bu sözler zikrin amacını da ifade ederler. Biz bir kere daha kısaca ifade edersek zikirden amaç, mezkur (zikredilen) ile olmaktır. Allah’ı zikrettikçe o iman ve düşünce içinde derinleşip yoğunlaşarak O’na sevgi ve manevi yakınlık hissini duymaya çalışmaktır.26

Bu girişten sonra şimdi  biz, konuyla ilgili ayet ve hadisleri, ashab-ı kiram’ın hayatındaki örnekleri yazarak zikrin dini delillerini bir parça belirtmek istiyoruz. Önce zikrin faziletine ve terkinin kötülüğüne dair ayetleri yazacak, daha sonra da, konu başlıklarına göre içinde hadis-i şeriflerin bir kısmını sıralayacak, bir nebze de, ashab-ı kiram’ın söz ve davranışlarını dile getireceğiz. 

 

Kur’an’da   Zikir

 

Kur’an, zikrin faziletine ve terkinin kötülüğüne dair birçok ayetleri içerir. Bunlardan bir özeti, “Kur’an’da Tasavvufi Kavramlar” başlığı altında vermiştik. Şimdi buradan bazı ayetlerin meallerini vererek, konuya biraz daha yakından bakmak istiyoruz. 

 

Zikrin Fazileti: Zikrin faziletine dair birçok ayetlerden birkaçını zikredelim:

1-Öyleyse siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın bana nankörlük etmeyin!27

2-Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler)Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru!28 

3-Namazı bitirince de, ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allah’ı zikredin, anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz mü’minler üzerinde vakitleri belli bir farzdır.29

4-Kendi kendine yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma. Kuşkusuz Rabbin katındakiler O’na kulluk etmekten kibirlenmezler. O’nu tesbih eder ve yalnız O’na secde ederler.30

5-Müslüman erkek ve kadınlar, mü’min erkek ve kadınlar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkek ve kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlar var ya; işte Allah bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.31

6-Ey insanlar Allah’ı çokca zikredin ve onu sabah akşam tesbih edin.32

7-(Rasulüm) Sana vahyedilen kitabı oku ve namaz kıl. Muhakkkak ki namaz hayasızlıktan ve kötü huydan alıkoyar. Allah’ı anmak  elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.33

8-Temizlenen, Rabbinin adını zikredip ona kulluk eden kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir.34

 

Zikrin Terkinin Kötülüğü: Zikrin terkedilmesinin kötülüğüne dair bazı ayetleri sunalım:

1-Sabah akşam, Rablarına, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bize anmaktan gafil kıldığımız kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.35

2-Ve gözleri zikrimize kapalı bulunan, kulak vermeye de tahammül edemez olan kafirleri o gün cehennemle yüzyüze getirmişizdir.36

3-Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.37   

4-O gün Rabbin onları ve Allahtan başka taptıkları şeyleri toplar da der ki: Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendilerimi yoldan çıktılar?

Onlar: Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen onlar ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki; sonunda (seni) anmayı unuttular ve helakı hak eden bir kavim oldular, derler.38 

5-Allah kimin gönlünü İslam’a açmışsa O, Rabbinden bir nur üzere değil midir?. Allah’ı anmak (zikir) hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.39  

6-Kim Rahmanı zikretmekten gafil olursa yanından ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz.40 

7-Onun için sen bizi anmaktan yüzçeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselere yüz verme..41

8-Şüphesiz münafıklar Allah’a oyun etmeye çalışıyorlar, halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı pek az hatıra getirir, zikrederler.42

9-Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse (Rabbin) Onu gitgide artan çetin bir azaba uğratır.43 

 

Hadislerde Zikir

 

Konuya girerken, peygamber efendimizin zikir üztünde ne kadar önemle durduğunu, Kenzu’l Ummal’daki hadis rakamları ile örnek vererek zikretmiştik. Şimdi burada peygamberimizden zikrin faziletine, gizli açık, dil ve kalple, yalnız yada cemaatla, mutlak yada mukayyed olarak gelen hadislerden bazı örnekler yazacağız. Bu noktada hadislere bir kuş bakışı atacak olursak: “Allah'ı zikretmenin en büyük bir iş olduğunu, Allah'ı anarsak onun da bizi anacağını, gafillerden olmayıp sabah akşam yalvararak Rabbimizi anmanın gerekliliğini, Allah'ı çok zikredersek kurtuluşa erişeceğimizi, Allah'ı çok hatırlayan kimselerden olursak Allah'ın bize büyük mükafatlar hazırladığını, dile hafif sevabı fazla olan duaları, üzerine güneş doğan herşeyden hayırlı olan duayı, günde yüz ve on sefer söylenmesi gereken duaları, Allah'ın en çok hoşlandığı duayı, göklerle yerin arasını sevapla dolduran duayı, kişinin kendisi için ve Allah için yapması gereken duaları, namazdan sonra yapılacak duaları, namazda tahiyyattan sonra okunacak duaları, rüku ve secdede okunacak duaları, Rasulullah'ın secdede okuduğu duaları, yüz defa Sübhanallah demenin bize bin sevap kazandıracağını, herbir eklem için sadaka verilmesi gerektiğini ve her türlü zikrin de sadaka olabileceğini, kat kat sevap kazandıran zikrin ne olduğunu, zikredenle zikretmeyenin farkının ölüyle diri gibi olduğunu, Rabbimizi nasıl anarsak o da bizi o şekilde anacağını, Allah'ı çok hatırlayanların öne geçeceklerini, zikrin ve duanın en faziletlisinin ne olduğunu, cennette bir hurma ağacı diktiren zikrin ne olduğunu, cennetin ağaçlarının neden ibaret olduğunu, zikrin herşeyden hayırlı olduğunu, saymaya gerek kalmaksızın söylenecek duayı ve cennet hazinelerinden bir hazineyi öğreneceğiz.”44

 

Zikrin Fazileti: Hz Aişe (r.a) demiştir ki; “Peygamber (sav) (müsait olan) her anında Allah’ı zikir ederdi.”45

Bir Adam:

 -Ya Resulullah, salih ameller bana çok geliyor; bana daha kolay bir şey söyle ki onu yapayım? dedi. Peygamber (sav) Allah’ın zikrini hiçbir an dilinden düşürme! buyurdu.46 

Ebu’d Derda (r.a)’dan:

Peygamber (sav):

- Rabbiniz nezdinde amellerinizin en hayırlısı ile en temizini; derecelerinizi en çok yükselteni, size altın ve gümüş infakından daha hayırlı, düşmanınızla karşılaşıp da boyunlarını vurmanızdan ve onları da sizin boynunuzu vurmasından daha hayırlı olanını haber vereyim mi? diye sordu. Ashab-ı Kiram (r.a) da:

  - Evet, haber ver ya Resulullah, dediler. Peygamber (sav) de.             

    - Yüce Allah’ı zikr etmek! buyurdu.47  

Ebu Said (r.a.)’ dan;

Bir adam peygamber (sav)’e:

 - Kıyamet gününde, Allah nezdinde en üstün dereceli ibadet hangisidir? diye sordu. Peygamber (sav) de:

  - Allah’ı çok çok zikr eden erkeklerle kadınlar, buyurdu.

  - Allah yolunda savaşan gaziden de daha üstün müdür bunların derecesi? dedi. Peygamber (sav) de:  

  - Gazi, kafir ve müşriklerle kılıcı kırılıp kana bulanıncaya kadar kılıcı ile çarpışsa, yine de Allah’ı zikredenlerin derecesi ondan üstündür, buyurdu.48      

 “Kıyamet gününde Allah katında  kulların en faziletlisi, Allah tealayı çok çok zikredenlerdir.”49 

  “Cenab-ı Hakkı çok çok zikrederek o kadar kendinizden geçiniz ki, (münafıklar) size “delirtmiş” desinler.”50

   “Gerçekten her şeyin bir cilası vardır. Kalbin cilası da zikrullahdır. Azaptan kurtulmak için zikrullah gibi bir şey olmaz. İsterse kılıcı kırılıncaya kadar Allah yolunda muharebe etsin.”51 

 “Allah’ı zikretmek (riya, kibir, haset vs. gibi kalp hastalıklarından) şifanın ta kendisidir.52 

 “Kim Allah’ı çokca zikrederse, münafıklıktan kurtulur.”53 

 “Çok zikredeni Allah sever.”54

 “Zikir, (nafile) oruçtan hayırlıdır.”55 

Hz. Ebu Zerr (r.a) anlatıyor; “(Ashabtan bazıları): 

- Ey Allah’ın Rasulü, zenginler ücretleriyle gittiler. Onlar da bizim gibi namaz kıldılar, bizim gibi oruç tuttular, mallarının artanından da sadaka verdiler! dediler. Aleyhisselati vesselam:

 - Allah size de tasadduk edeceğiniz şeyler verdi: Her bir tesbih sadakadır, her bir tekbir sadakadır, her bir tahmid sadakadır, her bir tehlil sadakadır, emr-i bil-ma’ruf sadakadır, nehy-i ani’l münker sadakadır, herbirinizin (hanımıyla) cimaı sadakadır. buyurdu. Derken cemaattan:

- Ey Allah’ın Rasulü! Yani birimizin şehvetine mübaşeret etmesine ücret mi var?” diye soranlar oldu. Aleyhisselatı vesselam:

- İhtiyacını haramla görmüş olsaydı bundan  ona  bir vebal var mıydı yok muydu ne dersiniz? diye sual ettiler.

- Evet vardı! demeleri üzerine,

- Öyleyse, ihtiyacını helal yolla gördü mü bunda onun için ücret vardır. buyurdular.56 

Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadiste peygamberimiz, hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet gününde, Allah’ın arşının gölgesinde gölgelenecek yedi sınıfı sayarken, birisi için de şöyle demiştir:

 “Allah’ı tek başına zikrederken gözlerinden yaş boşanan kimse.”57  

Hz. Ebû Musâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah zikredilmeyen evlerin misâli, diri ile ölünün misali gibidir."58   

 

 Ashabın Zikre Teşviki

 

Hz. Ömer (ra)’dan: “Devamlı insanlardan bahsederek kendinizi meşgul etmeyin. Bu size bela getirir. Allah’ı zikredin.”59  

Yine Ömer (ra)’dan: “Allah’ı zikredin, bu size şifa verir. İnsanlar hakkında dedi kodu yapmaktan kaçınır. Çünkü bu hastalıktır.”60 

Hz. Ömer bir veya iki arkadaşının elinden tutar ve “Kalk da gidelim, imanımızı artıralım” der ve sonra bir kenara çekilerek Allah’ı zikrederlerdi.61 

- Biz Muaz’la beraber yürüyorduk. Bize “Oturunuz ve bir saat iman edelim!” dedi.62 

     Hz. Osman (r.a)’dan: “Eğer kalplerimiz tertemiz olsaydı, Allah’ı zikretmekten usanmazdı.”63

      İbn-i Mesud’dan: “Allah’ı zikredin. Ancak, sizinle birlikte Allah’ı zikredenlerle arkadaşlık edin.”64

      Selman’dan: “Birisi kendisine hediye edilen güzel cariyelerle birlikte gecelerse, diğeri de Kur’an okuyarak, Allah’ı zikrederek gecelerse, ikincisi ilkinden üstündür.”65

      Habib Bin Ubeydullah’dan: Bir adam Ebu Derda’ya gelerek,

- “Bana öğüt ver” dedi. O da;

   -“İyi zamanlarında Allah’ı zikret ki, dar zamanlarında da o seni hatırlasın. Herhangi bir dünya nimetine kavuştuğun zaman, sonunun ne olacağını düşün” dedi.66

Ebu’d Derda (r.a) şöyle derdi:

-“Amellerimizin en hayırlısını, Rabbiniz katında en makbülünü ve derecenizi yükseltenini size haber vereyim mi? Bu amel düşmanla çarpışmanızdan, şehit olmanızdan, düşmanları öldürmenizden daha hayırlıdır. Bu amel, altın ve gümüş tasadduk etmekten daha hayırlıdır,” dedi. Yanındakiler:

-“Nedir o Ya Ebu’d Derda?” diye sordular O da:

-“Allah’ı zikretmektir. Allah’ı zikretmek en efdal ameldir” diye cavab verdi.67

Yine Ebu’d Derda’dan: “Dillerinden Allah’ın zikrini düşürmeyenler, gülerek cennete giderler.”68 

Ebu’d Derda’ya, Ebu Said b. Münebbih’in yüz köle azad ettiği söylendi. Ebu’d Derda: 

“Yüz kişiyi azad etmek büyük bir fedakârlıktır. Eğer dilersen bundan daha üstününü sana haber vereyim. Bu da gece ve gündüz, kalpte çalışan bir imandır. Daima Allah’ı anan bir lisandır. İşte bu daha üstündür” dedi.69

Yine O’ndan: “Allah Teâlâ sizin aranızda rızıklarınızı taksim ettiği gibi ahlaklarınızı da taksim etmiştir. Allah Teâlâ malı sevdiğine de, sevmediğine de verir. Fakat imanı ancak sevdiği kimseye verir. Allah bir kulunu severse, ona iman verir. Kim ki mal hususunda infak etmekten kaçınır, cimrilik yaparsa, düşmanla cihaddan korkarsa, geceleri ibadet zorluğuna katlanmazsa, hiç olmazsa, lâ ilâhe illallah, Allâhu ekber, elhamdülillah ve sübhânallah gibi zikirleri yapmaktan geri durmasın.”70 

 Muaz b. Cebel (r.a)’dan:

-“Allah’ı zikirden başka hiçbir amel ademoğlunu Allah’ın azabından kurtaramaz” dedim.71 Yanında bulunanlar:

-“Ey Ebu Abdurrahman, Allah yolunda yapılan cihat da mı kurtaramaz?” diye sordular.

-“Evet, ancak yaralanıncaya kadar Allah yolunda kılıç sallayanlar müstesnadır. Çünkü, Allah kitabında: “Allah’ı zikretmek en büyük ameldir.”72 Buyurmaktadır.” Dedim.73

  Abdullah b. Amr (r.a)’dan: “Sabah akşam Allah’ı zikretmek, Allah yolunda kılıçlar kırmaktan, çok sadaka vermekten eftaldir.”74

   Abdullah b. Mesud’dan: “Bir gün sabahtan akşama kadar Allah’ı zikretmek bence sabahtan akşama kadar Allah yolunda at koşturmaktan daha iyidir.”75

   Ebu Ubeyde b. Abdullah b. Mesud’dan: Abullah b. Mesud’a göre sadece Allah’ı zikretmek için yapılan konuşma değerli idi.76 

    Ata’dan: İbn Mesud birgün şafak söktükten sonra mescitte konuşan bir grubun yanına geldi. Onları konuşmaktan men ederek:

-“Sizler buraya sadece namaz kılmak için geldiniz. Ya namazınızı kılın ya da susun” dedi.77

Ebu’d Derda’dan: “Günde yüz kere “Allahu Ekber” demek bence yüz dinar sadaka vermekten daha iyidir.”78

Muaz b. Cebel’den: “Sabahtan akşama kadar Allah’ı zikretmek bence sabaha kadar Allah yolunda at koşturmaktan daha iyidir”.79

Enes b. Malik’ten: Ebu Musa ile (r.a) bir yere gidiyorduk. Halkın konuşmakta olduğunu ve birinin fesahatlı sözler söylediğini işitince:

-“Enes ne oluyor. Gel Rabbımızı zikredelim. Bunlardan birisi konuşacağım diye diliyle avurdunu yırtacak!” dedi.80

   Muaz b. Abdullah b. Rafi anlatıyor: Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Cafer ve Abdullah b. Ebu Umeyre (r.a)’un da bulunduğu bir mecliste idim.

 Abdullah b. Umeyre: 

-“Muaz b. Cebel’den işittim. Rasulullahın şöyle buyurduğunu duymuş: İki söz vardır ki bunlardan birisinin arşa varmasına melekler mani olamaz. Diğeri de yerle gök arasını doldurur. Bunlar: “Lailahe illallah” ve “Allahu ekber” sözleridir.” diye anlattı. Bunun üzerine ibn. Ömer:

-“Sen Muaz b. Cebelin böyle söylediğini işittin mi?” dedi.

-“Evet” deyince Abdullah b. Ömer ağladı, göz yaşları sakalını ıslattı.

-“Bunlar sevdiğimiz ve hoşlandığımız iki sözdür” dedi.81

 Cüreyri’den: Enes b. Malik Zatı Irk’da ihrama girmişti. İhramdan çıkıncaya kadar onun Allah’ı zikirden başka bir şey konuştuğunu işitmedik. Bana;

-“Yeğenim, işte ihramda böyle hareket edilir.” dedi.82

Abdullah b. Revâha’nın iman meclislerine olan rağbeti hakkında birkaç hatırası: Abdullah b. Revâha Allah Rasûlü’nün ashâbından birisiyle karşılaştığında; 

“Gel de bir saat Rabb’imize iman tazeleyelim” dedi. Bir gün bir kişiye bunu söylediğinde, adam öfkelendi ve Rasûlullah’a gelerek 

“Ey Allah’ın Rasûlü! Bakmaz mısın, İbn Revâha’ya! Senin getirdiğin imandan insanları uzaklaştırıyor. Bir saatlik imana götürüyor!” dedi. Hz. Peygamber bu kişiye cevap olarak: 

-“Allah İbn Revâha’dan razı olsun. O meleklerin kendisiyle iftihar ettiği meclisleri seviyor” dedi. 

- Abdullah b. Revâha bir arkadaşına 

-“Gel de bir saat Allah’a iman edelim” dedi. Arkadaşı ona 

-“Biz mü’min değil miyiz?” dediğinde, Abdullah da 

-“Evet, biz mü’miniz. Fakat Allah’ı zikredersek imanımız daha da artar” dedi. 

 Abdullah b. Revâha benimle karşılaştığı zaman bana: 

-“Ey oğul! Otur, bir saat zikredelim!” derdi. Birlikte oturur, bir saat zikrederdik. Sonra: 

-“İşte bu iman meclisidir. İman meselesi gömleğin meselesine benzer. Sen iç gömleği çıkardığında, bakarsın ki giymişsin. Bazan da giydiğinde bakarsın ki çıkarmışsın. Kalb fıkır fıkır kaynayan çanaktan daha süratle alt-üst edilir” derdi.83 

 

Zikri Sevmemek

 

İnsanı zikirden alıkoyan, hatta zikirden soğutup nefret ettiren, kalbi ve dili susturan, günahlardır. Günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler (neuzübillah) imanın mahalli olan kalbe ilişip imanı zedeler. Dil, imanın tercümanıdır. Kalp ve ondaki iman yaralanınca kararır, katılaşır, giderek nursuz  kalır ve  hem o, hem de lisan, zikirden zevk almaz olur, soğur, hatta nefret eder.84 Zikirden zevk almak nasıl Allah’ı sevmenin alameti ise, günah işleyerek kalbi öldürüp zikirden soğumak, zikri sevmemek de, Allah’ın sevmemesinin, buğz etmesinin açık bir alametidir.85 

Zikirsizlik hakkında sadece şu hadisi yazsak yeterlidir sanırım: Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir yere oturur ve orada Allah'ı zikretmez (ve hiç zikretmeden kalkar) ise Allah'tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada Allah'ı zikretmezse, ona Allah'tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnâda Allah'ı zikretmezse, Allah'tan ona bir noksanlık vardır."86   

Bu hadisin açıklamasında İbrahim Canan şunları kaydeder: Hadiste geçen ve noksanlık olarak tercüme ettiğimiz kelime “tire”dir. “Tire” kelimesinin noksanlık, pişmanlık, muâtebe (itâb), ceza (tebîa) ve hatta ateş gibi muhtelif mânâlara geldiği şârihlerce belirtilir. Hadiste daha ziyâde noksanlık ve ceza (tebîa) mânasında kullanıldığı açıktır. Tirmizî'de geçen "tire"yi cezâ mânasında anlamak daha muvafık gözüküyor. Hadis, bu durumlarda, Allah zikredilmediği takdirde, hâsıl olan taksirâtın, daha önceki günahlara dahil edilip -kıyamet günü- hep beraber cezaya bâis kılınacağını ifâde ederken, Allah zikredildiği takdirde önceki kusurların da affa mazhar olabileceğine, bu zikrin önceki günâhların da affına bir sebep kılınabileceğine îmâ etmekte ve mü'minleri yaşanan her çeşit ahvalde Allah'ı zikretmeye teşvik etmektedir.

Hadiste şu mâna da vardır: "Mü'min yalnız bile olsa  oturma, kalkma, yürüme, yatma gibi herçeşit ahvâlinde zikrullaha yer vermeli, değişen ahvalini en azından bir besmele, bir hamdele ile başlatmalıdır. Oturmuş iken kalkmak veya yatmak veya yürümek, yahut da yürümekte iken oturmaya geçmek... Bütün bunlar ahvalimizin değişmesidir. Öyleyse her değişikliğe geçerken bir zikirde bulunmak teşvik edilmekte, bu yeni ahvalimiz esnasında zikrullah'a hiç yer verilmedi ise bunun bir vebal, bir eksiklik olacağı, hesaba gireceği belirtilmektedir. Esasen dinimizin temel tâlimatlarından (öğreti) biri, kişinin her ânından hesap vereceği prensibidir. Şu halde dilimizi, yeni bir ahvâle geçerken besmeleye alıştırmak, mü'mine büyük bir kazanç getirecek, o esnada mekruhât yapmadı ise, bidâyette dil alışkanlığı ile de olsa çektiği besmele, onu mes'uliyetten çıkaracak, büyük kazanca vesîle olacaktır.

 Öyle ise dilimizi, zihnimizi sıkça besmeleye alıştırmalıyız. Zâten Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz, hayrın alışkanlık olduğunu haber vermektedir: "Hayra alışın; zîra hayır, âdetle (alışkanlıkla) kâimdir"87

 

Tarikatlarda Zikir

 

Tarikatlarda zikir sesli veya sessiz, kalple veya dille, yalnız veya cemaatla ya kelime-i tevhidi (la ilahe illallah), ya zikr-i müfred de denilen lafza-i celali (Allah)  veya yüce Allah’ın değişik esma ve sıfatlarını, bir mürşid telkini yada rehberliğinde belli sayılarda tekrar etmektir. Elbette bunun yanında belli sayılarda istiğfar, selevat-ı şerife veya başka zikir cümleleri de vardır ve bu tarikatlara göre değişir.

Zikrin amacı Allah sevgisini ve rızasını kazanmaktır. Bu amacı elde etmekle beraber bir çok başka güzellikler de haliyle elde edilir. 

Bilindiği gibi önceleri ruh, nefse mahkumdur. Ruhu asıl mahiyetinden meşgul eden, nefsi kuvvetlendiren çeşitli hayvani arzu, istek ve şehvetlerin yok olması, nefsi destekleyen kötü ahlaklardan kurtulunması için, kalbin ve ruhun sıhhat ve selamete kavuşması ve güzel vasıfları kazanması için, kişinin usul ve adabına uygun olarak yoğun bir zikir atmosferine girmesi gerekir. Bu zikrin isimlerini, miktarını, mahiyetini, usül ve adabını, merhalelerini her tarikatta biraz farklı görmemiz mümkündür. Ama sonuçta hepsi kitap ve sünnetin emrettiği zikri, seleften aldıkları gibi icra ederler.

Kitap, sünnet ve selef deyince şunu hemen belirtmek yerinde olacaktır: Sufilere göre ilk zikir telkinini yaparak tarikatları başlatan bizzat Hz. Peygamber (a.s) efendimizdir ve bu telkini, ümmetin en seçkin ve en faziletli insanları olan Hulefa-i Raşidin’e yapmıştır. Her birine değişik usullerle yapılan bu telkinler tarikatların aslını teşkil etmişlerdir.

Bu nasıl olmuştur, kısaca açıklayalım:

1-Sıddıkiyye: Hz. Peygamber Medine’ye hicret esnasında mağarada gizlenirken, Hz. Ebu Bekir’in kulağına üç defa zikir telkin etmiştir, bu esnada peygamber uylukları üzerinde, Hz. Ebu Bekir ise murabba (ayakları önde kavuşturarak) şeklinde oturmuştur. Hafi (zikir) bu olaya dayanmaktadır.

  2-Kübreviyye: Hz. Ömer müslüman olduğu esnada Peygamberle kucaklaşmış, bu sırada peygamber ona Kelime-i Tevhidi (sesli) cehri olarak telkin etmiştir. Fakat Hz. Ömer ayakta durmayıp çöktüğü için Kübreviler murabba oturarak zikrederler.

  3-Nurbahşiyye: Hz. Osman’a da “harfsiz ve sessiz olarak” kalbi zikir telkin etmiştir.

  4-Cehriyye: Hz. Peygamber Hz. Ali’yi diz çöktürüp gözlerini yumdurmuş ve üç kere “La ilahe illallah” demiş, aynı cümleyi ona üç kere tekrarlatmıştır. Zikri cehri (sesli) olarak yapan tarikatların silsilesi genellikle Hz. Ali’ye dayanır.88   

Tarikatlardaki usul ve esasların, evrad ve ezkarın farlılıklar göstermesi, asılları itibari ile Kur’an ve sünnetten alındıkları için bid’ad kabul edilemez. Nitekim, sünnet ve bid’ad hakkında açıklamalar yaparak sünneti savunan Bediüzzaman Said Nursi (rh.a) bu konuda şunları söylemektedir:

“Fakat, tarikata evrad ve ezkar ve meşrebler nev’inden olsa ve asılları Kitap ve sünnetten ahzedilmek şartı ile ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esasat, Sünnet-i Seniyyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartı ile, bid’a değillerdir. Lakin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid’aya dahil edip, fakat “bid’a-i hasene” namını vermiş.

İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani (r.a) diyor ki; “Ben Seyr-ü süluk-ü ruhanide görüyordum ki: Rasul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselamdan mervi olan kelimat nurludur. Sünnet-i Seniyye şua ile parlıyor. Ondan mervi olmayan parlak ve kudretli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki: Sünnet-i Seniyyenin şuaı, bir iksirdir.  Hem o sünnet nur isteyenlere kafidir, hariçte nur aramağa ihtiyaç yoktur.” 

İşte böyle hakikat ve şeriatın bir kahramanı olan bir zatın bu hükmü gösteriyor ki: Sünnet-i Seniyye, saadet-i dareynin temel taşıdır ve kemalatın madeni ve menbaıdır.”89

 

Zikrin Çeşitleri

 

Buraya kadar yazılanlar içinde sık sık zikir çeşitlerini ifade eden terimler kullandık. Bunlar da genellikle Hafi (gizli), Cehri (açık), lisani, kalbi, ferdi, ictimai terimleri oldu. Acaba bunlardan kasdedilen anlam nedir? Şimdi kısaca bunları görmeğe çalışalım:

 

Hafi (Gizli-Sırri) Zikir: 

Başkasına duyurmadan yapılan zikirdir. Yukarıda geçtiği gibi Sıddıkiyye ve Nurbahşıyye bu usulde zikir telkin almış ve aktarmışlardır. Hafi zikir de iki şekilde yapılır:

a) Gizli ama dil ile yapılan zikirdir. Aynı zaman da lisanî zikirdir.  

b) Gizli ve kalben yapılan zikirdir. Aynı zamanda kalbî zikirdir. Bu da genellikle beş şekilde yapılır:

1-Lafza-i Celali (Allah) kalbi ile, nefesini tutarak veya tutmayarak dili damağa yapıştırarak ve gözlerini yumarak vücudu hareket ettirmeden yapılan zikirdir.

2-Kalbiyle, kelime-i tevhidi nefesi tutmadan yapılan zikirdir.

3-Kalbiyle kelime-i tevhidi nefesi tutarak yapılan zikirdir, baş hareket edebilir.

4-Kalbiyle kelime-i tevhidi nefesi tutarak ve vücudu hiç kıpırdatmadan yapılan zikirdir.

5- Kainattaki yaratıkların üzerinde tefekkür ile azamet-i İlâhîyi düşünmek, murakabe yapmak.

Bir mürit, usulüne uygun olarak kalben “Allah, Allah” dedikçe, içinden bir “Allah, Allah” sesi duyar hale gelir. Dil damağa yapışmış, gözler kapalı, nefesini ya tutmuş, yada kendi haline bırakmış, vücud hareketten kesilmiş, kendisini ulu yaratıcının önünde hissederek, O’nun dışında kalan her şeyi (masivayı) kalbinden çıkarıp atmış bir halde, alabildiğine mahviyyet, inkısar, huşu, tazim, edep duyguları ile dopdolu olarak, sanki son anlarıymış gibi, kalbinden “Allah, Allah” diye zikre başlar.   

Mürit bunu yaparken bilir ki, her şeyi kuşatan, her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah’ın huzurundadır. Allah, onun yanında hazır ve nazırdır. Zikrini, fikrini, amacını bilmektedir. Öyleyse kalbini, aklını, akla takılan hatıralarını atmalı, unutmalı ve sadece Allah ile olmaya bakmalıdır. Kalbine, Allah’tan başka bir duygu ve düşüncenin girmemesine gayret etmeli, sürekli halini murakabe ederek kontrol altına almaya çalışmalıdır. Yiğitlik de işte burada, yani fırıldak gibi durmadan dönen, sağa sola alta üste kaybolan kalbe sahip olmaktır.

Bütün bunları yaparken son derece ihlaslı olmalı, halini Allah’tan başkalarına sezdirmemeye alabildiğine çabalamalıdır. Başkalarının duygu ve düşünceleri onu hiç ilgilendirmemelidir.

Kalp diliyle Allah’a böyle yönelmeye “Vukuf-i Kalbi” denilmiştir. “Kalp, zikirle alışkanlık peydah eder ve zikir kalbin melekesi haline gelirse, gayet tabii olarak uzuvlar, beden ve iç hassalar ilahi emirlere koşa koşa uymak ister, can atar.

Kalp zikrin rayihasıyla ıtırlanır, nuruyla ışıklanır, ateşiyle yanar, hararetiyle pişer, rengiyle ifadelenir, sıfatıyla sıfatlanır ve hakikatıyla gerçekleşirse, bütün beden uzuvları, “Şecere-i Musa - Musa’nın Ağacı”90 gibi “Allah, Allah, Allah” diye zikre koyulur ve bunu ne kimse duyar, ne kimse anlar. Hatta iyi amellerin yazıcısı melekler bile bu hali göremezler, bilemezler. Bu hal, zikredenle zikredilen arasında, aşk esrarı, yakınlık, kapılış ve sarılış olarak tecelli eder, kalır. Seven, sevgilisi ile, halk kalabalığında ve halk kesretinde yalnızdır. 

O vakit, zahir gözler yaş akıtır, batın gözler nedamet hıçkırıklarıyla iniler; vücutta bir lezzet, kalpde bir halavet ve kulların kalbine bir tesir baş gösterir. Allah’ın fiillerine rıza duyar ve mahlukları mazur görür. Sözlerinde doğruluk, batınında muhabbet, zahirinde iyi ahlak ile sıfatlanır. Ölüm çırpınışlarında ilahi cemal belirir ve Rasuller Rasulünün nur yüzleri aynen görünür. Rüyalar tatlı olur. Allah’ı rüyada görmek ihtimali bulunur. Kainatın efendisini defalarca rüyada müşahede eder. Kabe-i Muazzamayı, Kur’an-ı Kerimi, camileri ve mescidleri, iyileri ve bilginleri, zikir ve fikrettiği bütün bunları ve bunlara uygun güzellikleri rüyada görür. 

Vücudu sıhhat ve kalbi rahat bulunur. Dünya işlerinde küçük sebeplere el atmakla büyük işleri kolaylıkla başarır. İşlerinde muvaffak olur.”91 

Bir Uyarı: Ancak, zikirden amaçlananın elde edilmesi için, yapılan bu işin sırf Allah için olmasına dikkat edilmelidir. 

“Bu yolda hiçbir garaz ve ivaz sahibi olunmayacaktır. İster ruhani zevk ve lezzet, ister velayet dereceleri, ister keşif ve keramet isteği, cennet ve cehennem ve bütün dünya ve ahiret arzuları topyekün nazardan düşürülecektir.... Ara yere bir garaz ve ivaz girecek olursa, bütün bir ömür çalışılsa asıl nisbet doğmaz ve fayda elde edilemez. Bir takım tecellilere erildiği, tasarruflara varıldığı hissi de yalancıdır. Bu tecellilere, “istidrac-sahte keramet” derler ve neticesi fenadır.

Allah’ı zikretmek, yalnız ve yalnız O müstehak ve tazime layık zat için olacaktır. Allah’ı Allah için zikretmek, her kayıttan arınmış olarak mutlak muhabbet ve başka her şeye kayıtsızlık yoluyla olandır ki, derecesi “mukarrebin - yakınlar” mertabesidir.”92 

Salik, önce, zikre alet olan Celal kelimesini, delalet ettiği ve hiçbir şeye misil olmayacağı zatın ismi olarak kalp ve kalbin etrafında hayal yolundan “Allah, Allah, Allah” diyerek lezzet, halavet, muhabbet ve tazim ile günde en aşağı elli bin kere tekrarlarlar.93 

Böylece, gözle değil de, görür gibi bazı renkler, kulakla değil de, işitir gibi bazı sesler, burunla değil de, koklar gibi bazı güzel kokular, tad alma aleti değil de, onunla gibi bir zevk, fikri bir halavet, vücutta bir hararet, şahit olunmamış bir lezzet, keyfiyyeti meçhul bir ferahlık, bir açıklık, bir sevinç doğar. Hiçbir renk bu renge, hiçbir ses bu sese, hiçbir koku bu kokuya, hiçbir sevinç bu sevince benzetilemez ve üstün sayılamaz. 

Yine böylece devam edile edile kemale erilir. Bu halde bir zevksizlik, halavetsizlik, şerefsizlik hasıl olur ki, müridi meyus eder, mahzun kılar, müride kendisini mahrum gösterir ki, işte kemale yaklaşıldığını gösteren bu haldir.”94

Hem ilmen hem de hal ve tecrübeyle tasavvuf ve tarikatların, hatta kalbî zikrin içinde olan bir mürşidin bu yakıcı ifadelerinden sonra kısaca şunu söyleyelim: Kalbî - ruhî yolu esas alan tarikatlarda bir mürid, zikirle kalbini böyle olgunlaştırdıktan sonra aynı şekilde zikrini Ruh’a nakleder. Ruh latifesi, sağ memenin altındadır. Sonra oradan, sadrın sol tarafı, kalbin tam üstü olan sır latifesine; oradan da, yeri ruhun üstü olarak sadrın sağ tarafındaki Hafi latifesine, oradan da yeri sadrın tam ortası olan Ahfa latifesine, oradan da iki kaşın ortasında bulunan nefs-i natıka’ya; oradan da başın üstünde zikredilen cesed latifesine zikrini, bir mürşid gözetiminde nakleder. Buralarda zikri hep “Allah” lafza-i celalidir.

Sonra, nefesi hapsederek nefy-u isbat yapar, yani usulüne uygun olarak Kelime-i tevhid (la ilahe illallah) zikrine devam eder. Daha sonra, bazı ayetler üzerinde murakabelere  yoğunlaşarak kalbî zikrine, tefekkür ve murakabesine devam eder.

Bunların bir kısmını, hafi zikri esas alan “Ruhani tarikatlar” bölümünde belirttiğimiz için, burada bitiriyoruz.  

 

Cehri (Açık-Sesli) Zikir:

Cehri (açık-sesli) zikir, Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye nisbet edilen kübreviyye ve Cehriyye (Aleviyye) tarikatlarında olduğu gibi sesli olarak açıktan yapılan zikirdir. Burada önemli olan, hem dil, hem de kalbin birlikte zikir etmesidir. Kalbin katılımı olmadan sade dille zikretmek, maksadı gerçekleştiremez. Bu yüzden zikredilen kelime yada cümlenin ritmik tekrarı esnasında bir yandan onların manasını düşünme, bir yandan da demin anlatıldığı gibi diğer bütün ilgi ve alakalardan kesilerek Allah ile olma halini korumaya gayret gösterilmelidir. Öyle olur ki zamanla zikredilen kalimenin dahi anlamından fani olarak Allah ile baki kalma hali tecelli eder. 

Cehri zikir mi daha faziletli ve amaca ulaştırıcıdır, yoksa hafi zikir mi diye zamanla müslümanlar arasında tartışmalar olmuştur.

Önce şunu bilmek gerekir ki, her ikiside meşrudur ve Resulullah (sav) efendimiz her ikisini de yapmış ve teşvik etmiştir. Hadis ve tasavvuf kitaplarımızda buna dair bir hayli örnekler vardır. Ferdi (yalnız) ve ictimai (toplu) zikirler için de durum aynıdır. Biz, daha önce yazdıklarımızla yetinip yeni örnekleri ilgili yerlere havale edeceğiz.

İkincisi, insanların mizac ve meşrebleri çok farklıdır. Bazıları cehriden, bazılarıda hafiden hoşlanır. Bunun için tarikata girecek olanın kendisi de, kabul edecek mürşidi de, onun bu mizacını iyi değerlendirip istidat ve kabiliyetini iyi kanalize edebilirse, sonuç elbette güzel olur.

Üçüncüsü, umumiyetle şöyle söylenmiştir: Yeni başlayanlar (mübtediler) için cehri zikir, seyr-u sülukta belirli bir mesafe katedenler için ise kalbi - hafî zikir önemli ve faydalıdır. Nitekim, ruhani tarikatlarda da mübtedilere lafzatullah’ı bir miktar dil ile hafi zikrettirdiklerine şahit olduk. Cehri zikirde de gerekli olan kalbin dil ile birlikte olmasıdır. Her halükarda kalbin katılımı önemlidir.

Dördüncüsü, hafi zikredenler işin sonunda Kur’an okuma ve tevhid kelimesi ile cehrî zikirden feyz alırken, cehrî zikri esas alanlar da önce “esma-i seb’a” zikrine başlayıp tezkiye-i nefs’de belli bir dereceye yükselip terakki ettikten sonra kalbi zikre yönelip o sayede kalbin tasfiyesine nail olurlar. Böylece sonuçta iki yol bir yerde birleşmiş oluyor ve sünnet-i seniyye gerçekleşiyor.95

Bu yüzden o münakaşalara girmek yersizdir. Alimler şunu da söylerler: Riya korkusu, namaz kılan veya uyuyan kimseye eziyet vermek vb. hallerde gizli, böyle olmadığı hallerde aşikare, yani açıktan sesli zikir efdaldir. Zira aşikarede hem kalp, hem dil vardır, yorgunluk daha fazladır; dolayısı ile sevabı artar. Hem yapanı diri tutar, hem dinleyenler faydalanır, başkalarını teşvik eder. Bu da sevaptır. Burada gizli-açık meselesi, bir çelişki, bir münakaşa meselesi asla değildir.96

Konuyu Zikri Hafi ve Zikri Celi ile ilgili iki rivayetle bitirelim:

1- Hz. Aişe’den; Resulullah (sav) dişler misvaklanarak alınan abdestle kılınan namazı, misvaklanmadan alınan abdestle kılınan namazdan yetmiş kere daha efdal sayardı. Ve Resulullah (sav):        

- “Başkalarına duyurulmadan yapılan gizli zikir, aşikare yapılan zikirden yetmiş kat daha eftaldir” buyurdu. Ve yine Resulullah:

 - “Kıyamet günü Allah hesaplarını görmek için mahlukatı toplar. Hafaza melekleri tesbit ettiklerini ve yazdıklarını getirirler. Allah bu meleklere: 

 - “Bakın falan kulumun tesbit edilmedik birşeyi kaldı mı?” buyurur. Melekler de:

 - “Ya Rabbi bildiğimiz, tesbit ettiğimiz hiçbir şeyi bırakmadık. Hepsini kaydettik ve yazdık.” derler. Bunun üzerine Allah Teala kuluna hitaben:

- Ben senin de bilmediğin gizli bir amelini biliyorum. Sana o  amelinin mükafatını vereceğim. Bu amelin gizli yaptığın zikirdir” buyurur, dedi.97   

İbn İshak’tan; Muhammed b. İbrahim et-Teymi bana şunları anlattı:

“Abdullah (r.a) Müzeyneliydi. Üzerinde çizgili bir eteği, bir de hırkası vardı. Amcasının kucağında büyümüş bir yetimdi. Amcası ona çok iyi davranırdı. Amcası onun müslüman olduğunu öğrenince üzerindeki her şeyini aldı. Hatta elbiselerini bile soydu. Bunun üzerine Abdullah annesinin yanına geldi. Annesi kendi çizgili entarisini bozarak ona bir etek birde hırka dikerek giydirdi. 

Ertesi gün Rasulullah (sav) Abdullah’a:

- Sen Zülbicadeyn (iki çizgili elbisesi) olan Abdullah, kapımdan ayrılma dedi. O da Rasulullahın kapısından ayrılmadı. Abdullah yüksek sesle zikir yapıyordu. Hz. Ömer bunu görünce;

-  Bu mürai (gösterişci) mi?  diye sordu. Rasulullah da:

-  Hayır samimi olarak yalvarıp yakaranlardan birisi, cevabını verdi.

Muhammed b. İbrahim et-Teymi İbnü Mes’ud’un kendisine şunları anlattığını söyledi. “Tebük savaşı esnasındaydı. Bir gece kalktım. Karargahın bir tarafında bir ateş yandığını gördüm. Hemen o tarafa doğru yürüdüm. Baktım Rasulullah (sav) Ebu Bekir (r.a) ve Ömer (r.a) da oradaydılar. Zülbicadeyn Abdullah vefat etmiş, onun için mezar kazmışlar. Rasulullah (sav) kabre inerek onu yerleştirdi. Üstüne toprak attıktan sonra Rasullullah (sav):

 - Allah’ım ben bu akşama kadar ondan memnundum. Sende ondan hoşnut ol, diye dua etti.98

Zikir, “ferdî” ve “toplu” yani cemaat halinde zikir olarak da çeşitlere ayrılır. Zikir, ferdi yani tek başına yapılabileceği gibi, toplu olarak cemaat halinde de yapılabilir. Her birinin kendine göre usulü, adabı, özellikleri, güzellikleri ve faydaları vardır. Bunları biraz daha yakından görelim.

 

Ferdi Zikir: 

Ferdi yapılan zikir, insanı Rabbi ile baş başa, daha bir yakın ve mahrem bırakması ile daha da yakıcı ve uyarıcı, kalbi nurlandırıcı ve aydılatıcı, kalaylayıcı ve cilalayıcı olabilir. İnsan yalnız olduğu için kendini daha serbest hissettiğinden ruhi zevk, heyecan ve coşkularına serbestçe yol vererek daha büyük bir dini zevk, şevk, cezbe ve hal yaşayabilir. Daha ihlaslı ve samimi, Allah rızasına daha yakın olabilir. Nitekim, hadis-i şerifte kıyamet gününde Arş’ın gölgesinde olacaklardan biri de: “Tenhalarda, yalnız başına gözlerinden yaşlar dökerek Allah’ı zikreden kişidir” diye tesbit edilmiştir.99 

Kalbi ve zikri anlatırken, tek başına oturup Allah’ı zikreden müminin ahvali anlatıldığı için aynı şeyleri tekrar etmek istemiyoruz. Şukadarcığını söyleyelim ki tarikatlarda mürid, mürşidinin kendisine verdiği zikir dersini (evrad ve ezkarını) seher, fecir veya ikindi sonrası gibi emredilen vakitlerde tek başına yapar.

 

Toplu Zikir:

Kur’an ve Sünnete baktığımız zaman, “dünya hayatının süsüne ve aldatmacasına kapılıp Allah'ı hatırlamaktan ve hatırlayan kimselerden uzaklaşılmaması gerektiğini, Allah'ın kendisini ve cennetteki nimetlerini görmedikleri halde O’na inanıp cehennemden uzaklaştıracak ve cennete yaklaştıracak ameller yapmaya gayret edenlerin Allah tarafından bağışlanacağını, Allah'ı hatırlamak ve onun dinini öğrenmek üzere bir araya gelen kimseleri Allah'ın rahmetinin kaplayacağını, Allah'a sığınan kimseyi Allah'ın barındıracağını, Allah'ın ismi anılan meclislerden yüz çevirenden Allah'ın da yüz çevireceğini, bu tür toplantılara katılan kimseleri Allah'ın meleklerine iftihar ederek övündüğünü öğreniyoruz.”100

Allah (azze ve celle) şöyle buyurur: 

"Ve Rabbinin hoşnutluğunu umarak, sabah akşam O'na yalvarıp yakaranlarla birlikte, sen de sabret. Dünya hayatının cazibesine kapılarak gözlerini onlardan ayırma, iyi ve güzel olan ne varsa, hepsini terkedip bencil arzuları peşine düştüğü için, kalbini bizi hatırlamaya karşı duyarsız kıldığımız kimseye de uyma. Zaten o işinde sınırı aşmıştır."101 

Cemaatla zikri teşvik eden bir çok hadisler vardır. Onlardan bir kaçını sıralayalım:

Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor; “Resulullah (a.s) buyurdular ki: “Allah’ın yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. Allahu tealayı zikreden bir cemaata rastlarsa, birbirini “aradığınıza gelin!” diye çağırırlar, (hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semasına kadar arayı doldururlar. Allah, onları en iyi bilen olduğu halde- meleklere sorar: 

- Kullarım ne diyorlar?

- Seni tesbih ediyorlar, sana tekbir okuyorlar, sana tahmit okuyorlar. Sana tazim (temcid) ediyorlar derler. Rabb Teala sormaya devam eder:

- Onlar beni gördüler mi?

- Hayır! derler.

- Ya görselerdi ne yaparlardı?

- Eğer seni görselerdi ibadette çok daha ileri giderler; çok daha fazla tazim, çok daha fazla tesbihte bulunurlardı, derler. Allah tekrar sorar:  

- Onlar ne istiyorlar?

- Senden cenneti istiyorlar.

- Cenneti gördüler mi? der

- Hayır Ey Rabbimiz! derler.

- Ya görselerdi ne yaparlardı? der.

- Eğer görselerdi, derler; cennet için daha çok hırs gösterirler, onu daha ısrarla isterler, ona daha çok rağbet gösterirlerdi. Allah teala sormaya devam eder: 

- Neden istiaze ediyorlar, der.

- Cehennemden istiaze ediyorlar, derler.

- Onu gördüler mi? der.

- Hayır Rabbimiz görmediler! derler.

- Ya görselerdi ne yaparlardı? der.

- Eğer cehennemi görselerdi ondan daha şiddetli kaçarlar, daha şiddetli korkarlardı, derler. 

Bunun üzerine Rabb teala şunu söyler:

- Sizi şahid kılıyorum, onları affettim!

Resulullah (a.s) sözüne devamla şunu anlattı: 

- Onlardan bir melek der ki: Onların arasında falanca günahkar kul dahi var. Bu onlardan değil. O başka bir maksatla uğramıştı, oturu verdi. Allah teala: - Onu da affettim, onlar öyle bir cemaat ki onlarla oturanlar da onlar sayesinde bedbaht olmazlar, buyurur.”102

Tasavvuf ve tarikatlar söz konusu olunca bu zikrin yapıldığı meclisler olarak akla ilk önce haliyle camiler, mescidler, tekkeler, zaviyeler, hângahlar ve dergahlar geliyor. Ama cemaatla toplu zikir yapılacak yerler, sadece cami ve tekkeler midir?

Bu konuda bakınız İbrahim Canan neler söylüyor: “Bu hadis, birden fazla insanların Allah'ı zikretmek gayesiyle toplanmalarının faziletine dikkat çekmekte ve buna teşvik etmekte. Toplanma mahalli hadiste mutlak bırakılmıştır. Öyle ise mescidler, medreseler, evler, kırlar, dükkanlar vs. olabilirler. Sâdece "mescidler" olarak kayıtlamak eksik olur.

Mescidlerin kapalı olduğu saatlerde mescidlerin uzak bulunduğu yerlerde bu fazîleti elde etmek için Müslümanların ev, dükkan, kır, bahçe gibi zamana zemine göre en uygun fırsatları değerlendirmeleri gerekir. 

Müteakip hadiste de görüleceği üzere bu meselede en uygun imkân, bilhassa günümüz şartlarında evlerdir. Mü'minler evlerini bir zikir meclisine çevirebilirler: Ev halkı ile her gün belli bir zamanda zikrullah yapılabileceği gibi, yakın akrabalar, yakın komşular, yakın meslekdaşlar gibi kişinin samimi alâka duyduğu kimselerle de haftalık veya aylık veya on beş günlük... belli saat ve günlerde biraraya gelecekleri zikir meclisleri teşkil edilebilir.

Zikir meclisi deyince, sadece tesbîhat, Kur'an okunan meclis anlaşılmamalıdır. Dinî ilimlerin mübâhase edildiği meclisler, mâlâyâniyata, mü'minlerin gıybetine yer vermemek şartışyla nezîh bir hava içerisinde geçen sohbet meclisleri de, zaman zaman yer verilecek salâtu selâm ve besmele gibi zikirlerle, bir nevi "zikir meclisi" mânası  içinde mütâlaa edilebilir. 

Şu halde mü'min, boşa geçen mâlâyâni şeylerle tükenen hayatını irâdî bir disipline sokarak daha faydalı hale getirebilir. Sadedinde olduğumuz hadis, zikir meclisleri teşkiline teşvik etmektedir. Bu, sadece erkeklere has değildir. Söylenen mânâdaki meclisleri kadınlar da kendi aralarında teşkil etmelidirler.”103

Yine Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: Resulullah (sav) buyurdular ki:

- Kim bir yere oturur ve orada Allah’ı zikretmez (ve hiç zikr etmeden kalkar) ise Allah’tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada Allah’ı zikretmezse, ona Allah’tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnada Allah’ı zikretmezse, Allah’tan ona bir noksanlık vardır.104

Ebu Müslim el- Eğarr (rahimetullah) diyor ki:

- Ben şehadet ederim ki Ebu Hureyre ve Ebu sait (r.a) Resulullah (sav)’ın şöyle söylediğine şahadet ettiler:

- Bir cemaat oturup Allah’ı zikrederse mutlaka melekler etrafını sarar, Allah’ın rahmeti onları bürür üstlerine sekine iner ve Allah onları yanında bulunanlara (büyük meleklere) anar.105

Hz. Ebu Musa (r.a) anlatıyor: Resulullah (sav) buyurdular ki: “İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah Zikredilmeyen evlerin misali, diri ile ölünün misali gibidir.”106 

Evler deyince orada yaşayan birden fazla insan akla geliyor. Elbette bunlar ferdî olabileceği gibi beraberce toplu olarak da zikir ediyor olabilirler.

Bir hadis-i kudside Rabbimiz şöyle buyurur: “Ben, kulumun bana olan zannının yanındayım. (yani abna zannı ne ise, ona göre muamele yaparım). Ve kulum beni zikr ettiği vakit, ben onunla beraberim. Eğer beni tenhada, içinden zikr ederse, ben de onu kendimde zikr ederim. (bol sevap veririm). Beni, bir topluluk içinde zikr ederse, ben de onu, o topluluktan daha hayırlı bir toplulukla (Allah’a yakın melekler topluluğunda) zikr ederim. Kul, bana bir karış yanaşırsa, ben ona bir arşın yanaşırım. O bana, bir arşın yanaşırsa, ben ona bir kulaç yanaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim.”107                                                                                        Muaviye, mescidde halka olup oturan bir cemaate rastladı ve:

-Ne sebeple halka olup oturmuşsunuz? diye sordu. Cemaat:

-Allah’ı zikr etmek üzere oturduk, dediler. Muaviye:

-Allah için söyleyen, ancak bu yüzden halka olup oturdunuz? diye (yemin ettirerek) sordu. Onlarda:

-Vallahi, bundan başka bir sebepten dolayı oturmuyoruz, diye cevap verdiler. Muaviye:

-Ben sizi (birşeyle) itham ettiğim için yemin ettirmedim ve Peygamber (sav)’e benim kadar yakın olanlardan biri yoktur ki benden daha az hadis rivayet etmiş olsun. (Fakat söyleyeyim ki: Resulullah (sav) birgün çıkıp, halka olmuş oturan bir cemaate rastladı ve;

-Niçin halka olup oturmuşsunuz? diye sordu. Onlar:

-Allah’ı zikr etmek, bizi İslam’a hidayet ettiğine ve bize ihsan ettiği nimetlere hamd etmek üzere oturduk, dediler. Peygamber (sav):

-Allah için söyleyin, yalnız bunun için mi oturup bir araya geldiniz? dedi. Onlar da:

-Vallahi, yalnız bunun için toplanıp oturduk, dediler. Peygamber (sav):

-Muhakkak ki, sizi itham ettiğim için yemin ettirmedim. Ancak, Cebrail (a.s) bana gelip, yüce Allah’ın sizinle meleklere iftihar ettiğini haber verdi, dedi.108

Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdular:                                                                                                 

“Bir cemaatin Allah’ı zikretmeden ve peygamberlerine salavat getirmeden oturdukları bir meclis yoktur ki, bu onlara hasret ve nedametten ibaret olmasın. Allah onları bu yüzden isterse azap eder, isterse mağfiret eder.”109                                

Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdular:

-Cennet bahçelerine rasladığınız vakit, orada oturun, faydalanın, buyurdu. Ashab-ı Kiram:

-Cennet bahçeleri nedir? diye sordular. Peygamber (sav):

-Zikir Halkaları, diye cevap verdi.110

Zikredilen ayet ve hadislerden açıkça anlaşıldığı gibi zikir, toplu halde de yapılabilir. Sufiler, kendi özel derslerinin dışında cami,111 tekke, ev veya musait her yerde toplu olarak da Allah’ı zikrederler.

Toplu zikrin kendine has faydaları vardır. İslam, cemaata önem verdiği için toplu zikri de teşvik etmiştir. Toplu zikir ferdi zikirden üstündür. Çünkü bu zikirde İslam’ın istediği karşılıklı sevgi, saygı, hizmet, yardımlaşma alabildiğine açığa çıkmaktadır. Bunlar müridi yetiştirici işlerdendir.

Cemaatla zikir esnasında kalpler sevgi ile kaynaşmada, ruhlar huzurla coşmadadır. Nurlu kalplerden kardeş kalplere nur yansımakta, katı kalpler yumuşamakta, nefs-i emmareler perişan olmakta, şeytan onlara ifsat için yol bulamamaktadır. Göz yaşları içinde, meleklerin kanat seslerinin arasında  yapılan nur dolu, huzur dolu, sekinet, rahmet ve mağfiret dolu zikir meclisleri, insanın hayatında yaşadığı en mutlu ve müstesna zamanlardır.

Bu yüzdendir ki Abdulvahit b. Zeyd (h.177) ölürken başına toplanan dostlara şöyle söylüyordu:

- İki şeye hasret duyacağım: Zikir meclisleri ve o meclislerde zikredenler.112 

 

Mutlak Zikir:

Mutlak zikir, zaman, mekan, vakit, hal, durum ve sayı itibara alınmadan yapılan zikirdir. Bir mü’min her an vaktini zikirle değerlendirmeli ve yukarıda peygamberimizin ifade ettiği gibi “dili daima Allah’ı zikir ile yaş kalarak” dönmelidir. Veya kalbi zikre, mahlukatı tefekküre, halini murakabeye, nimetlere şükre devam etmelidir.

Allah mü’minleri gece gündüz, sabah akşam, her zaman ve mekanda zikre ve sair ibadetlere davet etmektedir. Konu ile ilgili ayet ve hadisleri önceden zikrettiğimiz için, tekrar etmiyoruz.

 

Mukayyed Zikir:

Zikrin bir kısmı da belli zaman, mekan, hal, vaziyet ibadet ve sayılarla kayıtlı kılınmıştır. Mü’min, bireysel ve toplumsal hayatını yaşarken Resulullah’ı örnek almak durumundadır. Peygamber (sav) efendimiz ise sabah uykudan kalkıp gece uykuya varıncaya kadar günlük hayatında işlerini bazı dua ve zikirlerle sürdürürdü.

İşte peygamberimizi örnek alan bir mü’minin, O’nun gündüz ve gecelerde gerek ibadet, gerekse ibadet dışı hangi işi nasıl yaptığını, nelerle zikredip nasıl dua ettiğini bilmek ve aynen uygulamak için öğrenmesi fevkalade faydalı ve önemli bir iştir. Hamdolsun bu konuda, selef ve halef bir çok eserler derlemişlerdir.

Dualar ve zikirler, bütün hadis kitaplarının bir bölümü olduğu gibi, bazen de müstakil kitapların konusu olmuştur. Bunların içinde İmam Nesai’nin (h. 303) “Amelu’l Yevm Ve’l-Leyle”si, Ebu Bekr b. Es-Sinni’nin (h. 364) aynı adı taşıyan eseri, İmam Nevevi’nin (h. 676) “El-Ezkar”ı pek meşhurdur.

Daha sonra eskilerden ve yenilerden bir çok müellif konu hakkında kitaplar te’lif ettikleri gibi, bazı büyük velilerin özel dualarını da derlemişler, bu konuda irili ufaklı dua ve zikir mecmuaları oluşturmuşlardır.

Bu zikir ve dua mecmuaları, mü’minleri ibadete teşvik ederek, ilahi aşklarını tezyid etmiş, hatta günlük, haftalık, aylık virdler’e (evrad) dönüşerek okunmuştur.

Biz mü’minler için fevkalade önemli olan “me’sur dua ve zikirleri”, hem çalışmamızın doğrudan amacı olmadığı, hem de kitabın hacmini büyütmemek için ilgili kitaplara havale ediyoruz.

 

Salevat-ı Şerife:

Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere baktığımızda “Allah'ın ve meleklerin bile peygamberlerin şerefini yücelttiklerini, bizim de salevat getirmemiz gerektiğini, Peygambere kim bir salevât getirirse Allah'tan on misli merhamet elde edeceğini, kıyamette peygambere en yakın olanların ona fazla salevât getirenlerin olduğunu, en faziletli gün olan cuma günü salevât getirmenin faziletli olduğunu ve tüm getirilen salevâtların peygamberimiz (sav) kendisine ulaştırıldığını, yanında ismi anıldığı halde peygamberimize salevât getirmeyen kimsenin yüzünün yere sürtüleceğini, peygamberimizin kabrini bayram yerine çevirmememiz gerektiğini, nerede olursak olalım getireceğimiz salevâtın ona hemen ulaştırılacağını ve ulaştırılan bu salevâtın ruhu iade edilerek bizzat peygamberimiz tarafından alınacağını, gerçek cimri kimsenin salevât getirilmesi gereken anlarda salevât getirmeyen kimse olduğunu, dua edileceği zaman önce Allah'a hamdedip sonra salevât getirip sonra dua edilmesi gerektiğini, salât ve selâmın ne olduğunu” öğreniriz.. 113

Allah (azze ve celle) buyurur: "Allah ve melekleri peygambere salat etmekte, yani Allah onun şeref ve şanını yüceltip makamını yükseltmektedir. Melekler de dua edip bağışlanmasını dilemekteler ve yüksek derecelere yükseltilmesini isterler. Ey inananlar! Siz de O'na dua ederek derecesinin yükseltilmesini isteyin. Onu hayırla yad edin, kendinizi O'nun rehberliğine tam bir teslimiyetle terkedin."114

İşte selavat-ı şerifeyi teşvik eden birkaç hadis-i şerif:

“Kim bana bir defa salâtü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder.”115  

“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir.”116  

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

– "Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur” buyurunca, ashâb–ı kirâm: 

– Yâ Resûlallah! Vefat ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salâtü selâmlarımız sana nasıl sunulur? diye sordular. 

Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:

– "Allah teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı" buyurdu.117 

“Yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimse perişan olsun.”118

 “Kabrimi bayram yeri haline çevirmeyiniz. Bana salâtü selâm getiriniz. Zira nerede olursanız olun sizin salâtü selâmınız bana ulaşır.”119 

“Bir kimse bana salâtü selâm getirdiği zaman, onun selâmını almam için Allah teâlâ ruhumu iade eder.”120  

“Cimri, yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimsedir.”121  

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namazdan sonra Allah’a hamd etmeden, Peygamber aleyhisselâm’a salâtü selâm getirmeden dua eden bir adamı işitti. Bunun üzerine:

“Bu adam acele etti” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı. Ona veya bir başkasına şöyle buyurdu: “Biriniz dua edeceği zaman önce Allah Teâlâ’ya hamdü senâ etsin, sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e salâtü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde dua etsin.”122 

 

Dua:

Başta namaz ve diğer ibadetlerden sonra olmak üzere günün her saatinde, yataktan kalkıp tekrar yatağa gelinceye kadar yapılan her iş, hal ve durumda Allah (azze ve celle) ye dua ederek yalvarmak da zikirlerden sayılır. Biz, Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’in hayatını bu açıdan inceleyen, bu  konuyla ilgili yazılan müstakil kitapların ismini daha önce vermiştik. Burada konuyu uzatmamak için biz o  bahse hiç girmedik.

Yalnız şunu ifade etmeden de geçemeyeceğiz: Dinimizin temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnete baktığımız zaman “Dua edersek Rabbimizin kabul edeceğini aşırı gitmeksizin yalvarıp yakarıp dua etmemiz gerektiğini, Allah'ın bize çok yakın olup dualarımızı kabul edeceğini, darda kalanlara yardım edenin Allah olduğunu, duanın bir ibadet olduğunu, Rasulullah'ın özlü dua yaptığını ve dünya ahiret iyiliğini istediğini, ayrıca Allah'tan hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği istediğini, Rasulullah'ın hayatı boyunca kendi yaptığı ve ümmetine öğrettiği sakınma, korunma ve isteme modelli dualardan pek çoğunu öğreniyoruz..”123

Bu sayılan konulara örnek olması için birkaç hadis-i şerifi teberrüken kaydedelim:

Peygamber Efendimiz (sav) "Dua ibadetin kendisidir" buyurdular ve sonra şu âyeti okudular: "Rabbiniz: ''Bana dua edin ki size icâbet edeyim. Bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir" buyurdu."124

"Kime dua kapısı açılmış ise ona rahmet kapıları açılmış demektir. Allah'a taleb edilen (dünyevî şeylerden) Allah'ın en çok sevdiği afiyettir. Dua, inen ve henüz inmeyen her çeşit (musibet) için faydalıdır. Kazayı sadece dua geri çevirir. Öyle ise sizlere dua etmek gerekir. "125

"Yeryüzünde, mâsiyet veya sıla-i rahmi koparıcı olmamak kaydıyla Allah'tan bir talepte bulunan bir Müslüman yoktur ki Allah ona dilediğini vermek veya ondan onun mislince bir günahı affetmek suretiyle icabet etmesin."126

"Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına iner ve; 

"Kim bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu vereyim, kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım" der." 

Rivayetin Müslim'deki bir vechi şöyle: "Allahu Teâla gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar mühlet verir. Ondan sonra yakın semâya inerek şöyle der: 

"Melik benim, Melik benim. Kim bana dua edecek?"127

"Allah'a duayı, size icabet edeceğinden emin olarak yapın. Şunu bilin ki Allah celle şânuhu (bu inançla olmayan ve) gafletle (başka meşguliyetlerle) oyalanan kalbin duasını kabul etmez."128

"Biriniz dua ederken, Allahu Teâlâ'ya hamdu senâ ederek başlasın, sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e salât okusun, sonra da dilediğini istesin" buyurdu."129 Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: 

"Sizden biri dua edince "Ya Rabb! Dilersen beni affet! Ya Rabb dilersen bana rahmet et!" demesin. Bilâkis, azimle (kesin bir üslubla) istesin, zira Allah Teâlâ Hazretleri'ni kimse icbâr edemez. "130

"Nefslerinizin aleyhine dua etmeyin, çocuklarınızın aleyhine de dua etmeyin, hizmetçilerinizin aleyhine de dua etmeyin. Mallarınızın aleyhine de dua etmeyin. Ola ki, Allah'ın duaları kabul ettiyi saate rastgelir de, istediğiniz kabul ediliverir."131

Zikrin Diğer Çeşitleri:

Tarikatlarda bunlardan başka yapılış bakımından daha bir çok zikir çeşitleri vardır. 

Mesela sema, musiki eşliğinde, ayakta dönerek yapılan bir mevlevi zikridir.132 

Hatm-ı Hacegan, istiğfar, rabıta, belli sayıda fatiha, salavat-ı şerife, inşirak, ihlas, aşr-ı şerif ve dua ile yapılan bir nakşî zikridir. 

Darb-ı Esma, halka halinde oturularak ve hafif sallanarak yapılan bir halveti zikridir. 

Zikr-i kıyam, rifaî, sa’dî, şazelîlerin ayakta ve sesli yaptığı bir zikirdir. 

Devran, ayakta ve dönerek yapılan bir kadiri zikirdir. 

Bütün bunların geniş izahını tarikatlar içinde birer teferruat sayarak kitabımıza almıyor, her bir tarikatla ilgili özel olarak yazılmış kitaplara havale ediyoruz.

 

Zikr’in  Faydaları  

 

Zikir konusu işlenirken girişte zikrin amaç ve faydalarından da sözün gelişi içinde söz konusu etmiştik. Burada biraz daha özel bilgiler verelim istedik.

Kur’an-ı Kerim de zikir ve faydalarını, birinci bölümde zikretmiştik. 

Hadislere gelince, konunun başında da, Ali Muttaki el-Hindi’nin “Kenzu’l Ummal”inde zikirle ilgili hadislerin sayısını belirtmiştik.

Hadis-i şeriflerde geçen zikrin faydalarını görmek için sanırım en güzel yollardan biri de, böyle bir kitabın hadislerini tek tek okuyarak tesbit etmektir.

İşte şimdi biz, metni değil de, oradaki her hadisin manasında işaret edilen faydaları alt alta sıralamak istiyoruz.

Buna göre bizzat Peygamber Efendimiz (sav)’in dilinden zikrin faydaları şunlardır: 

“Zikreden insanları melekler sever, arar, meclislerini sorar, onlara dua eder, hüsnü şehadette bulunurlar. Allah da zikreden kullarını sever, onlarla övünür, onların günahlarını af ve mağfiret eder. Üzerlerine rahmet ve sekinet indirir. Huzur ve feyz bahşeder. Hatta onlarla olanları bile bağışlar. Korktuklarından emin, umduklarına nail eder, dualarını kabul eder. Düşmanlarına karşı destekler. İyiliklere yöneltir. Daima onlarla beraberdir, sevabını kat kat verir. Zikrin derecesi yerle gök arasını doldurur, arş’a kadar ulaşır. Dünyadan ve içindekilerden daha hayırlıdır. Zikrin meclisleri, cennet bahçeleridir. Zikreden kul, cennetteki bahçelerine durmadan ağaç dikmektedir.

Zikreden bir kul için, altındaki yer süslenir, yedinci kat yere kadar müjdelenir, çevresindeki yerlere karşı iftihar eder. İçinde zikredilen ev, tıpkı gökte ki yıldızların yer halkına parladığı gibi, gök ehli için nurlanır, parlar, ışık saçar. İçinde zikredilen ev, diri ve sağlamdır. Aksi ise ölü ve haraptır. Gafiller arasında zikredilen, harpten kaçanlar arasında savaşan kadar kıymetlidir. Evinde oturup zikreden, odasında oturup altın dağıtandan daha faziletlidir. Allah’ı zikredenler, arş’ın etrafında anılırlar. İstemeden ihtiyaçları giderilir.

Zikir, Allah’tan bir nimettir, kalplerin şifasıdır. Peygamberimizin şefaatine sebeptir. Kıyamette insanları en üstün derecelere erdirir. İlmin, ibadet ve duaların en faziletlisidir. Cehennemden uzaklaştırır, cennetlere hem de gülerek irdirir. Mizanda en ağır sevaptır, ölümü kolaylaştırır. Ahirete rağbeti artırır. Amellerin en hayırlısı, Allah katında en temizi, derece bakımından en yükseği, altın ve gümüş infakından, sadakadan, hatta cihattan bile hayırlı olanıdır zikir. İnsanın kalbini şeytandan korur, hatta şeytanı kahreder. Gafleti giderir, semavatın ve cennetin anahtarıdır.

Zikir, zikredeni Allah’a ve insanlara sevdirir. Başkalarının da zikrine sebep olur. Amellerini ve ahlakını güzelleştirir, kalbin cilasıdır, nurlandırır. Keşif ve kerametler sebebidir. İmanın tadını alır, nifaktan beri olur. Zikir Allah’ın sevdiğinin alameti olduğu gibi, gaflet ile zikirsizlikte buğzunun alametidir. Allah’ın yanındaki yerini öğrenmek isteyen. Allah’ın yanındaki yerine ve ona olan zikrine baksın, öğrenir. Zikirsiz, çok konuşma kalbi katılaştırır, kaçınmak gerekir. 

Zikredenler kıyamet gününde yüzleri nurlu olarak inci mercandan minberler üzerinde diriltileceklerdir. Peygamberlerden ve şehitlerden olmadıkları halde insanlar onlara gıpta edecek, imreneceklerdir. Dünyada da insanların en hayırlılarıdırlar. Allah’ın evliyası ve ahibbasıdırlar.

Bunlar hadis-i şeriflerde zikredenler için bildirilen sevgi, ihsan, sevap, lütuf, bağış, nimet, şifa, derece ve makamlardan bir kısmıdır. Bırakın bunların hepsini, doğrusu birisini bile tahsile vesile olması dahi, zikir için şerefli ve yüce bir faydadır. Kaldı ki Allah, riyadan, gösterişten, başkasına beğendirişten, kendine beğenişten dünya ve içindekilere alet edişten uzak, sırf kendi rızası için yapılan zikir ibadetine hepsini de bol bol verecektir.” 

Allah dostları alim ve veli kullar zikrullah için bir çok faydalar belirtmişlerdir. Bu faydaların bir çoğunu Kur’an ve hadislerden çıkartmışlardır. Dolayısıyla Kur’an ve hadisten bahseden kitaplara serpiştirildiği gibi bu faydalar tasavvufla ilgili kitaplarda daha yoğun bahsedilmiştir. Hatta bizzat zikir ve faydalarından bahseden kitaplar da yazılmıştır. Ne var ki bunların çoğu, yukarıda hadislerden özetlediğimiz manaların bir şerhinden ibarettir. Bu sebeple biz, o şerhleri okuyucunun anlayışına havale ederek bahsi daha fazla uzatmak istemiyoruz.

 Şu kadar var ki tasavvuf ve tarikatların asıl amacı, Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmaktır. Bunun da zikirle çok yakın ilişkisi vardır. Çünkü zikre devam etmek aşk-ı ilahiyi artırır. Muhabbetle yapılan zikirler, kısa zamanda kalbi ve ruhu temizleyerek kötü ahlakı güzel ahlaka çevirir. Hatta zikrullaha devam, masivayı yakar, zakirde vecd ve cezbeler hasıl eder, keşf ve kerametlerin zuhuruna sebep olur.

Çünkü kul, “la ilahe” demekle Allah’tan gayrı (masiva) ne varsa gönül levhasından siler (nefy); “illellah” diyerek kalpde Allah’ı isbat etmekle de, orasını temizleyerek sıhhat ve selametine sebep olur. Kalp hastalıkları defedilince de, can ve gönül nurlanır, süslenir, güzelleşir ve her türlü kederden, bulanıktan kurtulur, teselli bulur.

Görüldüğü gibi zikrullah maddî manevî dertler dermanıdır. Hatta, lafzından dahi geçip ağah olarak yapılan huzurlu zikirler, beşeri vasıfları ve zulmani sıfatları yok eder, öldürür. Böyle zikredeni Cenab-ı hak, inayeti ile yeniden ihya eder. “Ölmeden önce ölünüz” emrinin hikmeti de burada olsa gerekdir.

Bir arifin de dediği gibi bu emir, “Makamat-ı enfüsiyyeden kendi iradesi ile ölmedikçe, makamat-ı ilahiyye nurlarının tecelli etmeyeceğini belirtmektedir. Mücahedenin başı nefsi öldürmektedir. İnsanın kendi varlığını hak varlığına feda etmesidir. Kelime-i tevhid’in semeresi ve neticesi bundan ibarettir.

Nefsin entrikaları çoktur. Onu, isteklerinden alıkoymazsan, kelime-i tevhid’den ve zikrullah’tan hasıl olacak zevk ve aşk-ı Rabbani ele girmez. Masivayı yakan ve yıkan, aşk ile ve zevk ile yapılan zikrullahtır.”133 

Yalnız, riya’dan, süm’a’dan, ucb’dan ve “oldum” davasından uzak olarak devamlı yapılan zikrin ancak fayda verebileceğini söylemeye bilmem ki gerek var mıdır?

 

Zikrin Adabı

 

 Müridin, zikrin öncesinde, esnasında ve sonrasında uyması gereken bir kısım adabı vardır. Bunları şöylece özetleyebiliriz:

Zikir Öncesi Adabı:

1-Günahlardan, kusurlardan ve malayaniden pişman olarak tevbe etmek. Bu, manevi bir arınmadır.

2-Zikir için misvak kullanarak gusül veya abdest almak, temiz ve helal elbiseler giymek, güzel kokular sürünmek.

3-Sükut ve sükunet ile oturmak, havatırı def ederek dile ve kalbe yoğunlaşmak.

4-Zikre başlarken kalbiyle şeyhinin himmetini istemek, rabıta yapmak.

 

 Zikir Esnasındaki Adap: 

1-Temiz bir yerde, elleri dizler üstüne koyarak ve kıbleye yönelerek oturmak,

2-Mümkünse tenha, sessiz, karanlık veya loş bir yer seçmek. 

3-Dışa kapanıp içe açılmayı kolaylaştırmak için gözleri yummak,

4-Aşk ve şevkle, sıdk ve ihlasla zikretmek,

5-Zikrederken, Allah’tan başka her ne varsa kalbinden sürüp çıkarmak, kalbe gelen hatıra ve düşünceleri atmak, sadece Allah’ı düşünerek ve zikrin manasına yoğunlaşarak zikretmek. Zikirden maksat, zikredilen Allah ile olmaktır. Değilse, arzu edilen tam gerçekleşmez.

6-Şeyhi kendine zikir olarak neyi ve ne kadar telkin etmiş ise, onu yapmak, kendine göre bir tercih yapmamak.  

 

Zikir Sonrası Adap:

1-Sükunet ile halini koruyup zikirden gelecek faydayı gözetmek.

2-Tutabildiği kadar bir miktar nefesini tutmak. En fazla mikdarı yedi denilmiştir. Bunun amacı, basiretin nurlanması, perdelerin açılması, nefsin ve şeytanın havatırının kesilmesidir.

3-Soğuk birşey içmemek. Çünkü zikir bir yanıklık, bir şevk ve heyecan, Allah’a karşı bir iştiyak hasıl eder. Zikirden beklenen en büyük eser de budur. Zikirden sonra su içmek, bunu söndürür.134

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İçindekiler 

 

Sohbetle İlgili Ayetler  

Sohbetle İlgili Hadisler

Sohbetin Önemi ve Faydaları

Kalbî Sohbet

İlahî Sohbet

Kitapla Sohbet

İhvanla Sohbet.

Sohbet Adabı

 

 

SOHBET

 

Sohbet arkadaş, dost ve kardeşlerle beraber olma, konuşma anlamındadır. Tasavvuf ve tarikatlarda daha çok mürşid ile olma anlamına kullanmıştır.

Bilindiği gibi “sahabi”de, sohbet kökünden alınmış bir kavramdır. Cahiliyyet döneminde büyük bir küfür, şirk, sapıklık, azgınlık ve isyan içinde yüzen bu insanlar, Resulullah (sav) ile sohbet edip manen yetiştikten sonra herbiri melekmisal birer insan olarak ahlak ve faziletin her çeşidinde zirvelere yükselmişler, yer yüzüne İslamın yayılması ve insanlığın saadete kavuşması için maddi manevi hiçbir fedakarlıktan kaaçınmadan hizmet ve cihat etmişlerdir.

Onlar, erdikleri bu sohbet devletiyle, mübüvvet nurundan öyle iktibaslar etmiş, kalblerine yansıyan bu nurla öyle aydınlanmış, öyle içlerine sindirmiş ve öyle yüce bir seviyeye ermişlerdir ki, arkalarından gelen bütün bir insanlık, bir daha asla onların seviyesine erişememişlerdir. Her biri bir yıldız olan o insanlar, insanlığı hidayet yollarına kılavuzlamada  başlı başına birer işaret olmuşlar ve irşadlarını ebedileştirmişlerdir. Alimlerin ifadesiyle o nurlu nazarın muhatabı olan ashab-ı kiram, öyle büyük manevi derecelere ermişlerdir ki, daha sonra gelen büyük veliler bile, onların en alt mertebede olanının bile manevi derecesine erişememişlerdir.1 

Kendilerden sonra gelen bahtiyar nesil tabiiler de, öylesi mürşidlerin sohbetiyle, yine kesb-i kemal ile seyr-i cemale yürümüş, yer yüzünün müstesna kıymetleri olmuştur.

Dikkat edilirse bütün bunlar, sohbetin bereketi ile olmuştur.  

Acaba onlardan sonra o sohbet kesildi mi? 

Asla!.. 

Resulullah (sav) son peygamber olduğundan, risaleti kıyamete kadar bakidir. Artık o risaleti insanlara aktararak, onları aydınlatacak olanlar, O Peygamberin mirasçıları ve vekilleri olan ilmiyle amil alimler ve mürşid-i kamillerdir.2  Allah’a davet, iman, ibadet, hukuk ve ahlakıyla İslam’ı yaşama, İslam toplumunu inşa etme, İslam birliğini gerçekleştirme ve devleti eliyle İslam’ı dünyaya hakim kılma görevi, artık Allah resulünün halifeleri olan yüce mürşitler, mürebbiler ve mücahitlere kalmıştır.

Ve bunlar kıyamete kadar olacaktırlar. İşte Efendimizin müjdesi: “Kıyamet kopana dek ümmetimden bir bölük daima hak üzerinde kalacaktır.”3

 

Sohbetle İlgili Ayetler:

 

İyi insanlarla sohbetin önem ve faydalarını anlatan bir çok ayetler vardır.. Bunlardan bir kısmını iktibas edeceğiz ama, aslında çok faydalı olduğuna inanmamıza rağmen ayetlerin konuyla ilgisini yorumlayan tefsirlere, kitabın hacmini büyütmemek için maalesef giremeyeceğiz:

 

İyilerle Sohbeti Emreden Ayetler:

 

1-Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.4

2-İyilik ve takvada yardımlaşınız.5

3-Onlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy.6

4-Her haliyle bana yönelenlere uy.7

5-O gün ilahi azaptan korunan müttakilerin dışında bütün dostlar birbirinin düşmanı olur.8

6-(Yüce Allah’ı ve işlerini) bir bilene sor.9

7-Musa ile hızır a.s. kıssasındaki buluşma anı şöyle anlatılır: “Musa ona; sana öğretilenden, bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı? dedi. O da dedi ki; Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin. (İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin? Musa: İnşallah, dedi sen beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem.”10

 

Kötülerle Sohbeti Yasaklayan Ayetler:

 

1-Rasulüm! Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na dua (ve ibadet) edenlerle beraber olmaya candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat edip boyun eğme.11

 2-Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar kendilerinden uzak ol (meclislerini terket). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra hemen kalk, o zalimler topluluğu ile oturma.12

  3-O, kitapta size indirmiştir ki: Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar, kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.13

  4-Zulmedenlere meyletmeyin,14 sonra size ateş dokunur. (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (ondan da ) yardım göremezsiniz.15

 5-O gün zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ıstıp şöyle der: “Keşke o peygamberle birlikte yol tutsaydım”. Yazık bana! Keşke falancayı (batıl yolcusunu) dost edinmeseydim. Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken O, hakikaten beni ondan saptırdı.” Şeytan insanı (uçuruma  sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.16

Bu ayetlerin Ukbe b. Ebi Muayt hakkında nazil olduğu belirtilmektedir. Rivayete göre Ukbe b. Ebî Muayt, Hz. Peygamber (sav)’in toplantısına çokça gelirmiş. Bir gün ziyafete davet etmiş, Peygamber efendimiz iki şehadet kelimesini söylemeden, yemeğini yemekten kaçınmış. Bunun üzerine Ukbe de kelime-i şehadeti getirmiş, Übey b. Half de onun yakın arkadaşı imiş. Kendisini azarlamış "sapıttın" demiş. O da "Yok, fakat evimde yemeğimi yemekten kaçındı, onun için utandım da şehadet getiriverdim" demiş. Diğeri: "Hayır, sen ona varıp ensesine vurup yüzüne tükürmezsen senden hoşnut olmam" demiş. Bunun üzerine Dârunnedve'de Peygamber secdede iken rastgelmiş ve o kötü fiili işlemiş.

O zaman Peygamber (sav) “Mekke dışında rastlarsam mutlaka senin başına binerim,” buyurmuştu. Bedir günü esir edildiği zaman Hz. Ali'ye emir verip boynunu vurdurdu. Ubey de Uhud'daki savaşta aldığı yaradan Mekke'ye vardığında öldü. İşte böylece Ukbe'ye zikir geldiği halde Ubey şeytanlık ederek onu sapıtmıştı. Öyle ya şeytan, insana çok hızlankar (yardımsız bırakır) olmuştur.17 

İşte kötülerle dostluk edenin sesi böyle cehennemden gelir. “Evlâ leke fe evlâ, sümme evlâ leke fe evlâ”.

 

Sohbetle İlgili  Hadisler

 

Allah için bir araya gelerek sohbet etme, iyilerle birlikte olma, onlara iyilik ve ikramda bulunma, meclis ve sohbet adabıyla alakalı bir çok hadis-i şerifler vardır.18 Hadis kitaplarımızı süsleyen bu güzel sözlerden bir kaçını aktaralım.

1-İyi arkadaş yanlızlıktan, yanlızlık da kötü arkadaştan hayırlıdır. İyilerle dost olan, misk satanla beraber olan gibidir, onun güzel kokusundan alıp sürünmese bile, ondan yayılan koku ona da bulaşır. Kötülerle beraber olan da, demirci körüğünün yanında oturan kimse gibidir. Bizzat körüğünün kirine bulaşmasa bile, onun işi ve pis kokusu üzerine siner.18

2- Kişi, sevdikleri ile beraberdir.19

3- Kişi, dostunun dini üzeredir. O halde herkes, kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin.20

4- Ebu Zerr (r.a) diyor ki:

-Ya Rasulullah! Bir adam iyi bir topluluğu seviyor ama onların ameline gücü yetmiyor, bunun durumu nedir? diye sordum. Rasulullah (sav):

-Ya Eba Zerr! Sen sevdiklerinle berabersin, buyurdu. Ben:

-Ben, Allah ve Rasulünü seviyorum, dedim. 

Rasulullah (sav):

-Şüphesiz sen, sevdiklerinle berabersin, buyurdu. Ben, sözü üç defa tekrarladım. Efendimiz de aynısını tekrar etti.21

5- Enes anlatıyor: “Rasulullah (sav)’a bir adam gelerek:

-Ya Rasulullah! Bir adam birisini hayırlı halinden ve amelinden ötürü seviyor, fakat onun gibi amel edemiyor. Bunun durumu nedir? diye sordu. Rasulullah (sav):

-Kişi sevdiği ile beraberdir, buyurdu. 

 Hz. Enes (r.a) demiştir ki:

-Rasulullah (sav)’ın ashabının (r.a), bu hadisi duydukları gün sevindikleri gibi sevindiklerini hiç görmedim.22

6- “Kim bir topluluğu, yaptıkları işlerden ötürü severse, kıyamet günü onlarla beraber  haşredilir ve onların amelini işlememiş olsa bile beraberce hesaba çekilir”.23 

7- Resulullah (sav) buyurdu: 

-Allah’ın kulları içinde öyle kimseler vardır ki onlar, nebi ve şehid değillerdir. Fakat kıyamet gününde Allah teala’nın kendilerine bahşettiği lütuf ve makamlardan dolayı nebi ve şehitler onlara gıpta ederler.

Ashab: -Ya Rasulullah! Onlar kimlerdir, haber verirmisiniz? diye sorduklarında:

- Onlar aralarında bir akrabalık veya alış veriş olmadığı halde sırf Allah’tan bir ruh (Kur’an) ile,  Allah’ın muhabbeti ve rızası için birbirlerini sevenlerdir. Vallahi onların yüzü (o gün) nur gibi parlamakta ve kendileri de nurdan minberler üzerinde oturmaktadır. İnsanlar korktukları zaman onlar korkmazlar, insanlar üzüldükleri zaman onlar üzülmezler. Buyurdu ve sonra: “Haberiniz olsun! Allah’ın velilerine asla bir korku ve hüzün yoktur”24 ayet-i kerimesini okudu.”25 

8-Resulullah (sav) buyurdu: -Aziz ve Celil olan Allah Teala kıyamet gününde şöyle diyecektir:

-Benim celalim adına sevişenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin olmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim”.26

9-Bir hadis-i kudside Allah teala buyuruyor ki:

-“Benim Celalim adına birbirlerini sevenler var ya! Onlar için nurdan öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehitler bile, onlara gıpta ederler.”27

10-Allah tebareke ve teala hazretleri şöyle hükmetti:

-Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenlere, benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine acıyanlara sevgim vacip olmuştur.28

 11-“Ruhlar toplanmış cemaatlar gibidir. Onlardan birbiriyle önceden tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılırlar.”29

 12- İnsanların bazıları zikrullah’ın anahtarıdır. Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatırlar.30

 13-Rasulullah (sav)’a:

-Ya Rasulullah! Allah’ın dostları kimlerdir? diye sorulduğunda;

-Görüldüğünde Allah’ı hatırlatan kimselerdir, buyurdu.31

14- Resulullah (sav) buyurdu: -Meclisinde bulunacağınız en hayırlı kimseler, görülmesi size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminize bereket katan ve ameli ahirete rağbetinizi artıran salihlerdir.32

15-Hanzala (r.a) Rasulullah’a gelerek:

-Hanzala münafık oldu! Çünkü senin yanında bulunduğumuzda bize cenneti ve cehennemi hatırlatıyorsun. O esnada onları gözle görür gibi oluyoruz. Senin yanından çıktığımızda ise hanım, çoluk çocuk ve geçim işleriyle meşgul oluyoruz. Bu sebeple çok şeyi unutuyoruz, deyince Rasulullah (a.s):

-Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, eğer siz benim yanımda bulunduğunuzda elde ettiğiniz hali muhafaza edip zikre devam edebilseydiniz, melekler sizinle yataklarınızda ve yollarınızda musafaha ederdi. Fakat Ya Hanzala! Bazen böyle, bazen öyle olur. Buyurdu ve bunu üç defa tekrar etti.33 

16-Zikir bahsinde geçen uzun bir hadisde, cenab-ı Allah’ın, zikir meclisinde bulunan başka maksatlılar hakkında şöyle buyurduğunu hatırlayalım:

“Onlar öyle bir topluluktur ki, onlarla oturan şaki (rahmetten mahrum) olmaz.”34

 

Sohbetin Önemi Ve Faydaları

 

Konuya girerken de ifade edildiği gibi Ashab-ı Kiramın  sohbetle yetiştiğini söyleyen sufiler, “yolumuz sohbet yoludur” derler. Tasavvufa göre kamil bir şeyhin sohbetine devam etmek, en faydalı, en yüksek, en güzel ve en sağlam yoldur.35 Salihlerle oturmak, alimlerle, ediblerle, iyi niyetli insanlarla sohbet etmek insanın yetişmesi için elzemdir. Sohbette zikir, fikir, şükür, ilim, edeb, hizmet, himmet ve tevfik vardır. Sohbeti bırakan bunları bırakmış olur.36

Öyleyse sohbet, meşveret, iş, sadık ve salih kişilerle olmalıdır. Sadık ve salih olmayanlar nefsine zulmetmişlerdir. Zalimlerde hayra bir meyil görülmediği takdirde, zaruri olan görüşmeyi yapıp fazla oturmadan derhal uzaklaşmalıdır. Nitekim Allah teala: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun da sadıklarla beraber olun.”37 buyururken, aynı zamanda zalimlerle oturmayı da yasaklamaktadır: “Hatırladıktan sonra artık zalimlerle oturma.”38

Bunun sebebi, kalpten kalbe in’ikas (yansıma) ve insibağ (boyanma) olmasıdır. Yani iyilerle oturanın kalbine nur, kötülerle oturanın kalbine karanlık ve katılık yansır.39 Yani iyi ve kötü huylar, mikroplar gibi bulaşıcıdır.

Nitekim atalar, “Sirke küpünden sirke, bal küpünden bal sızar.”, “Üzüm üzüme baka baka kararır.”, “Kör ile yatan şaşı kalkar.”, “Kır atın yanında duran ya huyundan, ya tüyünden.”, “Söyle arkadaşını, söyleyeyim kim olduğunu.”, “Yiğit sevdiğinden sorulur.” gibi birçok hikmetli sözleri ile bu gerçeği ifade ederler. Peygamberimizin iyilerle arkadaşlığı misk - koku satanın yanında duran, kötülerle arkadaşlığı da kömürcünün -körükcünün yanında durana benzetmesi,40 aynı gerçeği ifade eden muhteşem sözlerdendir.

Sohbetin bereketi sadece yansıma ile değildir. Bilindiği  gibi işin henüz başında olan salik Allah ile huzura varınca ilahi hazretin tecellilerine kendi kendine müstakil olarak tahayyül edemez. Feyz alması için ancak mürşit-i kamil’in Rabbani bir teveccühü, Rahmani bir imdadı vasıtasıyla olur. Mürit, tam sadık olduğu zaman ilk defa kalpten kalbe ilham yoluyla feyz alır. Bazen işaretleri açıklamakla, bazen nazarla, bazen teveccühle olur. Nasıl ki peygamber (sav) efendimiz sahabeyi sohbetle yetiştirdi, mürşid-i kamiller de O’nun varisleri ve vekilleri olarak sohbetine ihlas ve edeble katılan müridleri halleriyle, nazar ve himmetleriyle yetiştirmeye gayret sarfedeceklerdir.

Nitekim, Ebu Bekir et-Tilmisani, bu aşamalı hali şöyle ifade eder; “Allah’la sohbet edin. Buna gücünüz yetmiyorsa, Allah ile sohbet eden kimselerle sohbet edin. Onların sohbetinin bereketi sizi Allah ile sohbet seviyesine ulaştırabilir.”41 

 Ali b. Sehl de şöyle söylerdi: ”Allah ile dost olup ünsiyet etmek (el-ünsü billah), Allah’ın veli kulları ile ünsiyet etmek ve onlara madden ve manen yakın olmak, Cenab-ı Hakla ünsiyet etmek demektir. Onlar sözü, sohbeti ve davranışları ile insana etki ederek, Onu Allah’a yaklaştırırlar.”42                    

Ancak, saliki haliyle ve kaliyle (sözüyle) Allah’a vasıl eden şeyhin sohbetinden istifa etmenin elbette bazı şartları vardır. Bunları şöylece özetleyebiliriz; Sohbete, severek ve sağlam yapışarak devam etmek, şeyhine itiraz etmemek, onun önünde ”gassalın elindeki meyyit” gibi olmak ve onu içten sevmek, sadakat beslemek, Peygamberimizin (sav) sünnet-i seniyelerine tam uymak.43  

Suhreverdi der ki: “Cenab-ı Hakk’ın yakınlaştırması ve ilahi bir te’lif ile sohbet edenler arasında manevi bir kaynaşma meydana gelir. Fıtri bir temizlik ve ruhi bir alakanın bulunması ile mürid, öylesine şeyhinin edep ve ihtiyarına bürünür ki, bir noktadan sonra şeyhinin iradesini de terkederek, Allah’ın iradesine teslimiyet noktasına yükselir. Şeyhinden aldığı ve anladığı pek çok şeyi, Cenab-ı haktan almaya ve anlamaya başlar. Bütünü ile anlatılan bu hayırların başı, sohbet ve şeyhlerin huzur ve meclisine devam etmektir.”44  

“Sadık ve samimi olan bir mürid, şeyhinin irade ve yönetimine girerse, onun edebi ile edeplenir. Bir mumdan yakılan bir başka mum gibi, şeyhin batınından müridin batınına hal sirayet eder. Şeyhin güzel ve etkili tavrı ve davranışı müride yansır. Şeyhin sözleri müridin gönlüne telkin edilir. Tesirli sözler onun iç dünyasında manevi bir aşı etkisi yapar. Şeyhin hikmetli sözleri ve güzel hallerinin birikimi yoğun bir tesir gücü kazandığı için, sohbet yolu ve sohbetteki etkili ve hikmetli sözleri dinlemekle, şeyh ile mürid arasında bir duygu alış verişi ve bir hal intikali sağlanır. Böyle bir alış veriş, kendi iradesinden sıyrılarak nefsini şeyhinin hakimiyetine veren, şahsi istek ve arzularını terkederek “şeyhinde fena” bulan müridlerde meydana gelir.”45 “Çünkü şeyhe, batınları yönlendirme ve kabiliyetleri geliştirme (manevi feth) gücü verilmiştir.”46  

Şeyhinin elinde yeni bir dünyaya doğan bir mürid için sohbet, çocuk için ne kadar kıymetli olduğu herkesce kabul edilen ana sütüne benzer. Zamanında ana sütü alamayan çocuklarda gıdasızlıktan ötürü bazı hastalık ve zafiyetlerin görülmesi gibi, vaktini, zamanını ve süresini şeyhinin belirlediği manevi süt emmelerden, yani sohbetlerden mahrum kalan bir müridde de, heva ve hevese tabi olma, dünyaya meyletme ve başkalarına kendini gösterme arzusu gibi bütün kötülük ve günahların kendilerinden kaynaklandığı manevi hastalıklar meydana gelir. 

İlim için çalışmak, çeşitli dallarda kitap okumak elbette güzeldir. Ancak, sırf kitap okumakla iyilik ve olgunluklara ulaşılamaz, sohbetten hasıl olan faydalar sağlanamaz. Bazıları, buna şöyle basit misaller getirmiştir; İnsan, marangozların yanında staj görmeden dülgerlik öğrenemez, onların aletlerini kullanamaz. Terzilik de böyle, tıp da böyle. Hatta çiftçilik, bahçivanlık bile bir ustanın yanında görmeksizin, sırf okumakla mükemmel olmaz. 

Bir hayli ilimler okuyup diplomasını alan bir çok zat, ancak bir mürşidin sohbetine erdikten sonra kalbinin nurlandığını, basiretinin açıldığını anlar ve eski halinin hiç de hoş olmadığını idrak eder. Eskilerden Gazali (r.a)’nin hikayesini sanırım duymayan kalmamıştır. Yenilerden ise, bakınız Abdu’lbari en-Nedvi neler diyor:

“...O zamana kadar pek çok kitap okudum. İlim erbabının yaşadığı ortamda yaşadım. Mezuniyet diploması almağa muvaffak oldum ve kendimi yazar ve müelliflerden sayıyorum. Fetanet ve zekada arkadaşlarımdan, akıl ve dirayette yaşıtlarımdan geri kalmıyordum. Fakat Şeyh Tehanevi hazretlerinin meclisinde bir çok kereler hazır bulunduktan sonra, anladım ki ben, basiret-i diniyyeden mahrum, dini anlayış ve kavrayıştan uzak, kupkuru, bomboş bir ahmakmışım.”47

“Bırak ilmi ve dini basireti, bırak batınî tefekkürü bir yana, bunlar yüksek makamlardır; günlük hayatı ele al. Günlük hayatımızda bizim edep, güzellik ve medenilik dediğimiz şeylerin hepsini -günlerce şeyh Hazretlerinin meclisinde bulunduktan ve sohbetlerinde nurlandıktan sonra- bildik, gördük, anladık ki biz aldanmışız; hadiselerin özüne değil, kabuğuna bağlanmış, onun tezahürlerini görmüşüz...”48 

“Bir tabib, bir müddet onun yanında kaldıktan sonra diyor ki: “Şimdiye kadar bizim kemalat saydığımız şeylerin bir takım noksanlıklar olduğu meydana çıktı. Bizim fazilet telakki ettiğimiz nice şeylerin de bir takım ayıplar olduğu anlaşıldı.”49   

Sohbetin bir sırrı da, zor gelen bir çok amelin, kolaylıkla işlenip alışkanlık haline getirilmesidir. Bir de bakarsın ki, eskiden kitaplarda okuduğun, ama uygulamasının olacağını çok uzak gördüğün, hatta hayal gibi gördüğün nice huylar ve ameller, hayatında yerini bulmuştur. Bu, eskilerin “masiyyet” dediği beraberliğin bir berketidir. 

Öyle anlaşılıyor ki, ilim öğrenmek insanı sohbetten müsteğni kılamaz. Sohbetin ayrı bir yeri ve özelliği vardır. İnsan, iyilerle yapılan sohbette nefsini daha yakından tanır, kötü huy ve hilelerini görür, kurtuluş yollarını öğrenir, benlikten geçer, teslimiyeti artar. Sırf kitap okumak, insanı o hallere büyük ölçüde erdiremez. Hatta bazen, nefse gurur, kibir, fahr, ucb gelir, aldanma artabilir. Çünkü bu tür okumalar, öğrenmeler ve yeni bilgiler kalbi ve ruhu değil, nefsi beslemektedir. 

İnsan, sohbetlerde kalbine gelen yoğun nur ve ilhamlarla, ihsan mertebesinden bir koku duyar. O yüzden mürşitlerle sohbet, yeri bir başkasıyla doldurulamaz bir güzelliktir. 

Özellikle tasavvuf ve tarikatların bahsettiği manevi ilimler, tarikat yollarında çok uğraşmış zatlardan alınır. Çünkü onlar, mürşid-i kamil kapısında yıllarca dirsek çürüterek, hizmetler ederek tarikatın adap ve incelilerini bizzat erbabından öğrenmiş kimselerdir, sohbetin bereketi ile zahir ve batın adabını elde etmişlerdir. Bid’atlara, nefsî ilhamlara, yol vurucu, ayak kaydırıcı şeytanlara kendilerini kaptırmazlar. Hem şeriatın hakikatına, hem de tarikatın sırlarına vakıftırlar. İşte, sohbet yoluyla onlardan ilim, edep ve hal almak, doğrusu hiçbir müslümanın kendini müstağni göremeyeceği güzelliklerdir.

Bu ve benzeri sebeplerden ötürü sufiler müridlerin, seyr-u sülukun zorluklarını aşmalarında yardımcı olacak ve manevi terakki merdivenlerini çıkmalarını temin edecek olan meşayih ve kamillerle sohbet etmelerini gerekli görmüşlerdir. 

“Tasavvufî sohbet, sırf talebelik ve bağlanmadan daha genel bir şeydir. Sohbet, şeyh tarafından irşad, titiz bir murakabe, müridin muhasebesi, davranışlarını düzeltme, manevi hayatın sırlarını öğretme, analiz ve göstermekten ibarettir. Bunun yanında sohbet, sevecen, merhametli, şefkatli, kızma ve te’dip gereken durumlarda da affedici olmaktır. Mürid canibinden de, itaat, muhabbet teslimiyet ve şeyhin şahsiyetinde fani olmaktır. Bu sayede şeyh, müridle gizli olan manevi yeteneği kanalize eder ve meyvesi meydana çıkacak tarzda onu bilkuvve durumdan bilfiil hale getirir. Kuşeyri’nin hocası Üstad Ali ed-Dekkak şöyle demektedir: “Bir ağaç kendi başına yetişir, fakat aşı ve bakım görmezse meyve vermez. Müridin de bir hocası olmadan, hiçbirşey ortaya çıkmaz.”50  

 

Kalbî Sohbet:

 

İnsan sosyal bir varlık olduğundan fizik çevreden de etkilenmektedir. Bugün insanların etrafına “aura” denilen bir takım ışınlar yaydığı bilinmektedir. Bu ışınlar insanın çevresinde bir etki alanı meydana getirir. Ayrıca psikolojik haller saridir. Yani sirayet edici, bulaşıcıdır. Korkmuş ve üzüntüye uğramış insanların yanında bulunanlar, o kişinin bu halinden etkilendikleri gibi, sevinç ve neşe içinde bulunanlar da çevrelerini etkilerler. Bu açıdan sohbet bir duygu alış verişidir.51

Bu, tasavvufta sıkça kullanılan “kalbi sohbet, kalp sohbeti ve ruh’ani sohbet”in bir ifadesidir. Gönül sohbetleri, temiz bir gönülden, ilgi, istek ve samimiyet dolu alıcı gönüllere hal sirayet etmesidir. Şeyh ile mürid arasında en güzel kaynaşma, hatta aynileşme, müridin batınına işleyen manevi haller sayesinde gerçekleşir. “Dil dudak deprenmeden, manayı anlamak” diye ifade edilen bu kalbi sohbetler, tasavvufta fevkalede önemlidir. 

Bu kalbi sohbetler içten içe sürerken, dıştan görünen ise sadece sükuttur. Sükut, mürşitlerin münacaat ettikleri en güzel sohbet türlerindendir. Onlarda görülen bu uzun sükutu anlamayan yabancılara karşı söyledikleri, “halimizden anlamayan, kal’imizden hiç anlamaz” sözü çok meşhurdur. Gerçekten, zaruret olmadıkça onların meclislerinde saatlerce susup konuşmamaları, her istifadeyi sözden bekleyenlerce pek anlaşılacak bir şey değildir. 

“Teslim ehli için sorgu suale lüzum yoktur.” Sözü de, tarikatlarda yaygındır. İnsanlar şeyhin meclisinde, bir çok sorularına söz yada ilhamla, sormadan cevap alırlar. Hal böyle olunca soruya ne hacet? Buna rağmen soru, teslimiyete ters düşer. Bu yüzden tarikatlarda şeyhe soru hoş karşılanmaz.

Buna bir eskilerden, bir de yenilerden iki örnek verelim. “Eşrefoğlu Rumî Hazretleri malum mezarı İznik'de... Hacı Bayram-ı Velî'nin Hayrünnisa adlı kızıyla evlenmiş, Hacı Bayram Camiinin ilk imamı bir Allah dostu. Anadolu Kâdirîlerinin de pîr-i sânîsi. Bakın bu yüce zat-ı şerif de tıpkı Musa Efendi Hazretlerinin (ks) yaşadığını yaşamış, aynı yoldan geçmiş. 

Eşrefoğlu Rumi Hazretleri (ks) şöyle anlatıyor başından geçenleri:52

"Şeyhim lüzumsuz söz konuşmaktan hoşlanmazdı. Bir gün ona izinsiz dünyevî bir konu arzettim. Bize: "Çok söyleme küstahlık olur. Sen, edebsiz olursun. Şeyhler huzurunda, müridlere çok söylemek ayıp olur, diye cevap verdi."53

“Musa Efendi Hazretlerinin (ks) yaşadığını yaşamış diyorsunuz. Evet ama O neyi yaşamıştı?” dediğinizi duyar gibiyim.

Musa Topbaş Efendi yaşadığını, üstadı için yazdığı “Sultanu’l Ârifîn eş-Şeyh Mahmud Sami Ramazanoğlu” adlı eserinde anlatıyor.54 Dr. İbrahim Es oradan almış, aklında kalanı yazmış. Bizim içimize sinmedi, aslından alarak yazalım istedik.   Musa Topbaş Efendinin bu anlattıkları da günümüzden olan ikinci örneğimiz olsun: 

“Bilhassa taht-ı terbiyesinde bulundurdukları kimselerin yerli yersiz konuşmalarını hiç istemezlerdi. Hadimlerinden birisi der ki:

‘İntisâbımın ilk günlerinde üstaza sık sık sualler sormak suretiyle bazı noksanlıklarımı öğrenmek ve bu suretle telâfi etmek niyetinde idim. Fakirin bu halini beyenmeyen muhterem Üstaz hazretlerinin kaşları çatıldı, sima-i âlilerinde büyük bir neş’esizlik zuhur etti. Böyle ma’nasız suallerin bir sâlik için yersiz olduğunu ima ettiler. Hatamı anladım, bundan sonra böyle sualler sormaktan ise edebi muhafaza etmenin luzumunu anladım. Cenab-ı Hakk’ın lutfu olarak huzurlarında uzun seneler kaldı isem de en zaruri sözler hariç, bu müddet zarfında kendilerinden bir sual sormak cür’etini bulamadım…’

Takriben 20-22 sene geçmişti. Bir gün cesarete gelip:

-Efendim, hayli zamandan beri huzurunuzda bulunmaktayım. Buna rağmen herhangi bir şey sormağa cesaret edemedim. Halbuki bir çok kimseler sizinle hayli görüşmeler yapıyorlar ve fazlası ile istifade ediyorlar. Acaba fakirin hali ne ola ki? dedim. Cevaben buyurdular:  

- Teslim ehli için sorgu ve suale lüzum yoktur. Bu, gavsu’l A’zam Abdulkadir Geylanî hazretlerinin sözleridir.”55

Bu olay üzerine Dr. İbrahim Es şu yorumu yapar: “Hz. Musa, Hz. Hızır'a talebe olunca, kendisinden soru  sormaması istenmiş, ancak buna dayanmasının da zor olacağı söylenmişti: "Benimle beraber olmaya (talebeliğe) güç yetiremezsin!" "Ben sana sonunda hikmetini açıp anlatmadıkça, bana hiç bir konuda asla soru sorma!"56

Yani Hz. Musa (a.s)'dan susmak istenmişti. Zahirî ilimlerde soru, bilgiyi artırırken, batınî yolda soru, durumu tam tersine çevirir. Çünkü soru, kafadaki şüpheyi gösterir. Maneviyat yolu da saf bir inanç ister, şüphe imanla bir arada olmaz. Onun için soru sorulmaz.”57 

Şaşılacak bir durum da birbirlerini ziyarete giden bazı zatlar, bir hayli zaman beraber kaldıkları halde, bazen konuştukları hiç olmaz, bazen de bütün konuşmaları sadece girerken ve çıkarken verdikleri selamdan ibaret kalır. 

Bu tür olaylara da biri geçmişten, biri de zamanımızdan iki örnek verelim:

“Bir yaz günü Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât elli iki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye yakın İsmâil Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdi. Ali Efendi içeriye girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsafehâ yapmadı. Edeple bir köşeye oturdu, başını önüne eğip öğle namazına kadar huzurda kaldı. 

Namazdan sonra da Allah'a ısmarladık demeden, selâm vermeden huzurdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu. İkindiye kadar Molla Osman ile murâkabe yaptılar. 

Akşam iftarında her yemekten birer lokma veya kaşık aldı. Molla Osman, Ali Efendiye çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece Molla Osman ile sabaha kadar murâkabe edip iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle ihyâ ettiler. 

Sabahleyin yine İsmâil Fakîrullah'ın huzûru ile şereflendi. Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa kalktı. İsmâil Fakîrullah da ayağa kalkıp ona duâ etti. Hacı Ali Efendi el öpüp, konuşmadan dışarı çıktı. İsmâil Fakîrullah'ın talebeleri de Ali Efendiye hürmet edip, elini öptüler. Atına bindirerek Tillo'dan çıkıncaya kadar arkasından gidip onu uğurladılar. Orada uğurlayanlarla vedâlaştı ve talebeleriyle memleketine gitti. 

Eve gelince Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretleri babası Molla Osman’a; 

-Efendim! Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet bulmuştur? dedi. Babası da:

- Bu misâfir diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup gönül sâhibidir. Bizim muhterem hocamızın hal ve şânına yakın bir derecesi vardır. Zîrâ bu hâlini merâk ettiğin zât; "Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri pekçok evliyâyı ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen evliyâ ile mânevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın cümlesinden üstün derecelere sâhip, Gavs-ı âzam makâmında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem hocamızın vücûd-i şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır. Buraya gelip İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü gördüğümde, kendimi onun gönül aynasında gördüm. İşte benim seyâhatim tamam oldu ve murâdıma kavuştum." dedi.

İbrâhim Hakkı babasına; 

- Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman söyledi? diye sordu. Cevâbında; 

- Biz kalplerimizle konuştuk. Hatta bundan başka daha pekçok hikmetler üzerinde uzun uzun sohbet ettik." dedi.”58

Günümüzden örneği de Sultanu’l Arifin eş-Şeyh Mahmud Sami Ramazanoğlu’ndan alalım. Uzun yıllar O’na hizmet eden Üstad Musa Topbaş Efendi şunları yazar:

”Medine-i Münevvere’de, pek sevdikleri Mevlana Ziyaeddin Kadirî hazretlerinin ziyaretlerine giderler ve bu kalbî mülakat yarım saat sürerdi. Bu müddet zarfında, bir girişte, “esselamu aleykum”, bir de ayrılırken “esselamu aleykum” denirdi. Hepsi bu kadar…”59

Söz Sami efendiden açılmışken O’nun kalb sohbetine bir misal verelim. Sami efendi sükutu seven bir ariftir. “Zaruret olmazsa saatlerce konuşmadığı olurdu. Bu sessizlik hallerinde daimi olarak zikir ve murakabe ile meşgul olurlardı… yanlarında bulunanlar huzurlarında aynı hali yaşarlar, ayrılınca da devam ettiremezlerdi.”60  

İşte vermek istediğimiz olay: 

“Dr. Semih Bey anlatıyor: Yaklaşık otuz beş sene önceydi. Mevsim sanırım sonbahara doğruydu. Üsküdar'da geniş salonlu bir evde sohbet için toplanmış, Muhterem Sami Efendi Hazretlerinin gelişini bekliyorduk. Şöyle kabaca bir rakam vermek gerekirse elli kişi kadardık, diyebilirim. 

Fazla sürmedi, nur yüzlü, asîl mürşid, Sami Efendi Hazretleri teşrif buyurdular. Mütebessim ve mütevazi hâliyle selam verdiler, salondaki sedire diz üstü oturarak yerlerini aldılar. Orada bulunan bir hafız efendiye Kur'an-ı Kerim okuttular. Ardından eûzü besmele, hamdele ve salvele ile, “bu günkü mevzûmuz sükût (susma) tur,” diyerek, mübarek başlarını öne eğip, murakabe tarzında sukût vaziyeti aldılar. Sohbet yârânı da aynı hâle tâbi olup, sükût pozisyonuna girdiler. Artık Efendi Hazretleri ve bizler susarak, susma sohbetine başlamıştık.

Anlaşılıyor ki bize sükût eğitimini kavlen değil hâlen yaptırıyorlardı. Hepimiz, derin bir vecd içinde sükûta gömüldük. Sükût Sohbeti elli dakika kadar sürdü. Sonunda Efendi Hazretleri, "Elhamdülillah sohbetimiz bitti, Allah (c.c.) kabul buyursun, dediler." 

Hayatımda o sohbetten aldığım feyzi, başka hiçbir sohbetten almadım, elhamdülillah, bârekallah".61  

Belli bir dereceye varan velilerin, sözleri kadar halleri ve nazarları da etkilidir. Sıdk makamına eren insanlar, “kal” lisanından çok, “hal” diliyle konuşurlar. Fiilleri ve hali etkili olmayanın, söyledikleri hiç etkili olmaz. Sözün nuraniliği kalbin nuraniliği kadardır. Kalbin nuraniliği ise, istikamet ve kulluk görevini yerine getirmeğe bağlıdır. İlim ve irfanı ile manevi derinlik kazanmış mürşidlerin nazarı, mürid üzerinde panzehir etkisi yapar.  

Böyleleri, sadık bir müride nazar ettiğinde basiret nurları saliki güzel itikat sahibi yapar; Allah tealanın mevahib-i sübhaniyyesine layık hale getirir. Bu manevî alış veriş sayesinde sadık müridin sevgisi ermiş velinin gönlüne düşer. Bu bir mürid için en büyük kazançtır. Hatta “Allah’a giden en kestirme yol, bir velînin kalbine girmektir.” sözü meşhurdur. Çünkü oraya Allah tecellî eder. Böylece kestirmeden buluşmuş olurlar. Onun için bir şeyhin basiret ve muhabbet nazarıyla bakışı, müride güzel bir hal kazandırarak hoş bir etki yapar.

Yunus “Hepisinden iyice, bir gönüle girmektedir” demiş. Suhreverdi’nin şeyhi Mina’da, Mescidu’l hayf’ın etrafında insanların yüzlerine bakarak dolaşırken kendisine “neden öyle insanların yüzlerine baktığı” soruldu. Şu cevabı verdi: “Allah’ın öyle kulları vardır ki, nazar kıldıkları kimseye saadet ve hafiflik kazandırırlar. Ben öyle birirni arıyorum.” Bilenler bir gönül ve bir nazar için nasıl çırpınıyorlar?62

Zaten beşeri eğitimde de en etkili yol, örnek olmak suretiyle yapılan canlı ve doğrudan eğitimdir. “Mü’min, mü’minin aynasıdır.”63 Hadisinde ifade edildiği şekilde kişinin güzel huylarla donanması, o huylara sahip temiz kimselerle beraber bulunmasına bağlıdır.64

 

İlahî Sohbet: 

 

Sohbete muhtaç olan insanoğlunun, cismani ve ruhanî -kalbî sohbetlerden sonra yapacağı en büyük, en faydalı sohbeti, ilahî sohbetlerdir. (sohbet-i ilahiyye). 

Bir salik, biraz önce geçtiği gibi, ilk önce meşayih sohbetine muhtaçtır. Daha sonra adab-ı ilahiyye’yi  aldıkca istidat ve kabiliyetine göre perde ve hicapları inceleme usullerine itina ile keşfi açılır ve uzakları seyretmeğe muvaffak olur.

Bunların elde edilmesi, nefisle mücahede derecesine göredir. Salikin bir an olsun huzur-u Rabbani’den ayrılacağı korkusu, yegane mücahedesidir. Dağda, bayırda, çarşıda, pazarda, tenha yada kalabalık yerlerde, hasılı nerede bulunursa bulunsun daima ayık duracak, kesrette çarpan reklamlar kalbini yağma etmeyecek, gözünün iliştiği makamlardan vahdet-i Zat’a halel gelmeyecektir ki, bunların hepsi bir sani’in (yaratıcının) cilveleridir. Mesela, dalgaların çokluğuna bakarak, denizlerin ayrı ayrı olduğunu sanmamak gerektir. Zahir gözlerde görünen kesret, batının gözü ile bakılınca, vahdetten başka bir mana ifade etmesin... Kudret eli birdir, iki değildir. 

Her tecelliyat, nefsin makamlarını göstermeğe birer nümunedir. Görmek veya bilmek gerektir. Yunus Emre’nin buyurduğu gibi:

 

   Ben burda seyrederken, acep sırra erdim ahi

   Siz de bilin bu sırrımı, Hakk’ı bende buldum ahi

   Bende gördüm, bende buldum, benim ile ben olalı,

   Suretime can olalı, kim ettiğin bildim ahi.

 

Tevhid sahasında nefsin makamlarını idrak ve keşfetmekle, kemal kesbedilir. İnsan, terakkiye müs’aiddir. Cenab-ı Hak, meleklere terakki isti’dadını vermemiştir. Bunu, yalnız insanlara bahşetmiştir. Bu Terakkiye sebep, çektiği mihnet, meşekkat, gam ve gussalardır. Bu gibi çileleri, dost için çekmeli ve şikayet etmeyerek razı olmalıdır.”65

Aslında her sohbetin hakiki manası, huzur ve âgahlıktır. Bundan murad da, sohbet-i Hak’tır. Bu sohbeti sevenler, dünya ve ukba sohbetlerinden hoşlanmazlar, vuslat-ı Hakk’a en yakın olan sebeplerden bahsederler.

Cenab-ı Hak Zat’ı ile dünyaya hazır ve nazırdır. İnsanın huzur tutması, zatına olmak iktiza eder. Agahlık, zattan yana olmalıdır. İnsan kendini yoklamalı ve imtihan etmelidir; kendisinde gerçekleşen huzur, Allah Teala’nın zatına mıdır, sıfatına mı, ef’aline midir? Ademoğlunun kemali, bundan anlaşılır. demişler: “Kişinin himmeti ne ise, kıymeti de odur.”

Agahlık, zikre devam ile hasıl olur. Öyle bir hale gelir ki, zikr-i Hakk’ı gönülden çıkarmayı istese dahi mümkün olmaz. Zikrullah o derece kalbe yerleşir. Bundan maksad da Allah’ı bilmektir.66 Bundan sonrası ise fena, beka ve ötesidir ki, konumuzun dışında sayılırlar. 

Sohbet-i ilahiyye’ye talip olanlar Allah teala’nın onca azamet ve kibriyasıyla kendilerine yakın olduklarını bilir ve daima edeb üzere olurlar. Yalnız kaldıklarında huzurla oturur, gözlerini yumar, azalarını toplarlar. Zahirde şeriatın emirlerine uyar, yasakladıklarından kaçarlar. Devamlı abdestli olur. Her hal-u kârda tevbe ve istiğfara devam eder, “aman”a düşerler.

Batınlarında edebi muhafazaya daha gayretli olurlar. Zira batınî edebi korumak daha güçtür. Kalplerinin kapısında sürekli durur. Cenab-ı Hakk’ın düşüncesinden gayrıyı oraya, ister hayır ister şer, sokmazlar. Çünkü kalbe masiva girerse perde olur. Allah, “bir göğüste iki kalp yaratmadığını”67 bildirir. Kalp bir olduğuna göre, orada yalnız Allah olmalıdır. 

Bu devlet kolay ele geçmez. O yüzden bir yandan cismani sohbetle yetişirken, bir yandan da devamlı zikirle yakınlık kazanmalıdır. Sonuçta inayet-i ilahiyye ile murakabe ve mükaşefe ehli sıddîklerden olunur inşallah.

 

Kitapla Sohbet

 

İslam’ı ihlasla yaşayan Allah dostlarının yazdığı kitapların insan kalbine ne kadar etkili olduklarını sizler de fark etmişsinizdir. Gerek doğrudan kendi yazdıkları, gerekse sohbetlerinden notlar tutularak meydana getirilen mürşitlerin nice kitapları, doğrusu insanın ta canına  işliyor ve onları okumak, sair kitaplardan çok farklı bir tesir icra ediyor. Bakınız Sülemî, Muhasibî, Gazali, Geylani, Kuşeyri, Suhreverdi, Mevlana, İbn Arabi, Şarani, Rıfai, Rabbani, İbrahim Hakkı vb. bir çok mutasavvıfların yazdıkları, bu günün insanlarını hala etkiliyor, irşad ediyor, hayra yönlendiriyor. Sanki aramızda yaşıyorlarmış gibi çağdaş ve günceller...    

Bu yüzden bir çok büyükler müridlere, şeyhlerinin eserlerini okumayı tavsiye eder, önerirler. Sık sık şeyhini ziyaret ederek sohbetine katılma imkanı bulamayanların, onun ruhaniyet dolu sözlerinden belli bir istifadeyi bulacaklarını müjdelemiş ve “Bu kitapları okumak, sohbet yerine geçer” demişlerdir. 

Gerçekten de, meşayıhın eserlerini tenkit, tahkik, araştırma vb. maksatlarla değil de, doğrudan doğruya istifade etme, ruhi, kalbi, ahlaki olgunluğa erme amacıyla okuyanlar, onlardan çok çok istifade ettiklerini içlerinde hissederek ikrar ederler. 

Öyleyse evliyayı bizzat ziyaret ile sohbet devletine nail olamayanlar, hiç olmazsa onların yazdıkları veya onları yazan kitapları, aralıksız okumalıdırlar. Böylece onların hallerini bir başka kanalla içlerine ağdırır da ruhlarını arındırmağa biiznillah muvaffak olabilirler.68  

İmam Şaranî’nin “Tabakatu’l Kübra”sını basanlar kitabın hemen başına O’nun şu cümlesini koymuşlar: “Bu eseri okuduktan sonra bir kimsenin içinde Allah yoluna koşmak arzusu doğmuyor ve içinde aşk ateşi parlamıyorsa, o ölülerle aynı seviyededir.”

Bundan anlaşılan, büyüklerin hayat hikayelerini ve hikmetli sözlerini okumak insanın içinde aşk ateşini tutuşturur ve ilahî yola sevkeder. 

Atar, “Tezkire”de “onları okumak, kalp askeridir.” der.69  İbrahim Dusukî de: “Sadık mürid, salihlerin hallerini anlatan kıssaları, menkibeleri öğrenmeğe, anlamağa çalışır. Bu kıssalar ve menkıbeler onun için en büyük hazinelerdir. Menzil-i maksuda vasıl olabilmek için büyük yardımcıdırlar.” er.70

Gönüller sultanı hace Yusuf Hemedanî “Tarikat Adabı” risalesine şöyle başlar: “Bir p’ir ile sohbetten mahrum olan müridin her gün bu taifenin sözlerinden 8 varak (16 sayfa) okuması gerekir. Böyle yaptığı takdirde bu sözler onun gönlünün dirilmesine sebep olur.”71

 Kur’an-ı Kerime baktığımız zaman orada bir hayli kıssalar buluyoruz. Bu kıssaların neden bu kadar yoğun anlatılması ve anlaşılması üzerinde ciltler dolusu kitaplar yazılmıştır. Herhalde amaç sırf hikaye anlatmak değildir. “Kıssadan hisse” sözü boşuna değil… 

Ancak burada daha önce şahsi tecrübelerini aktardığımız Abdulbari en-Nedvi’nin sözlerini tekrar hatırlamamız gerekir; sırf okumakla arzu edilen olgunluk ele geçmez. Hayatın hiçbir alanında ve hiçbir ilim dalında çıraklık, kalfalık yapmadan, staj görmeden, uygulama yapmadan başarıya ulaşılamaz. O yüzden manevi olgunluğa erişmiş bir mürşidin sohbeti olmadan, maneviyattan bütünüyle zevk almak ve istifade etmek mümkün değildir. 

Burada zikredilenler, öncelikle bir mürşidin terbiyesine giren ama onu sık sık ziyaret ederek sohbetine katılma devletinden mahrum olanlar içindir. Daha sonra diğerleri için.

Bir müerşidin eğitimine girmeden, sadece tasavvufi eserleri okuyarak seyr-u süluk yapmaya ve manevi terbiyesini yürütmeye çalışanlara, Ömer Ziyaeddin Dağıstani’nin şu uyarısını hatırlatırız: 

“Tasavvufi eserleri okumakla boş yere ömür tüketeceğine, o eserlerdeki sözler kendisinde hal olmuş ve şahsında yaşanır bir şekle getirmiş canlı bir mürşide teslim olup onun işareti  üzere amel ederek, zikir, fikir, huzur, Allah’ın dışındaki diğer duygu ve düşüncelerden kalben kopmaya çalışması daha iyi ve daha kolaydır.

 Ancak sen; “ben bir mürşidi şeyh olarak benimsemeden şer’î ve tasavvufî eserleri okuyarak nefsin gailelerini, kalbi hastalıkları ve tedavi yollarını ögrenebilirim” dersen ben de buna “evet” cevabını veririm. Ne var ki bir kimsenin zikir, fikir, huzur ile kalbi ilgi ve alakalardan kurtarması, vücut ve varlığı ile bir anlık  meşguliyeti, sayısız kitap ve eserleri senelerce kuru kuruya okumaktan daha hayırlıdır.”72

 

İhvanla Sohbet

 

Tarikatlarda sohbet, her ne kadar özellikle de şeyh ile olmak anlamında ise de, bilindiği gibi bu kelime arkadaşlar, dostlar, kardeşler ve diğer insanlarla beraber olmayı, konuşup ülfet etmeyi de içerir.                                    

Tasavvuf klasiklerimizin ilki sayılan Ebu Nasr Serrac (ö. 378/988)’ın yazdığı “el-Luma”dan başlayarak hemen her kitapta sohbet işlenmiştir.73 Ancak bu kitaplarda genellikle bu başlık altında, dostluk ve kardeşlik adabı anlatılır. Kısaca “kimlerle arkadaşlık kurulup kurulmamalı ve bu arkadaşlığın şartları, gerekleri neler olup olmamalıdır.”

Bu konu hadis kitaplarımızda ve tasavvuf  klasiklerimizde cidden derin olarak işlenmektedir. Biz bu bilgileri doğrudan hedeflemedik. Ancak bu konuya daha önce “müridin ihvanı ile adabı” bölümünde kısaca değinmiştik. Burada ise yine kısaca sohbet adabını özetleyip geçmek istiyoruz:

 

Sohbet Adabı

 

Tarikatlarda sohbete son derece önem veren mürşitler, öncesi esnası ve sonrasında olmak üzere sohbetin bir çok adabından bahsetmişlerdir. Bunlardan bazılarını belirtelim:

1. Mürid sohbet gününe aşk ve şevkle hazırlanmalıdır. O gün işi yoksa evden çıkmamalı, sohbeti kendisi yapacaksa okunacak yazı veya yapılacak konuşma önceden hazırlanmalıdır. Eğer işi varsa dışarıda fazla oyalanmadan eve dönmeli, ruhen dinlenmeli ve hazırlanmalıdır. O günün akşam yemeğini hafif yemelidir. Bütün bunlar sohbette uyku bastırmaması, gaflete düşülmemesi, azami ölçüde kalben ve ruhen istifade edilebilmesi içindir. Bu istifadeyi gerçekleştirmesi için Allah (c.c)’a yalvarmalıdır.

2. Sohbete, mümkünse gusledilerek, değilse ama muhakkak abdestli gidilmeli, temiz ve güzel elbiseler giyilmeli, güzel kokular sürünülmeli, saç sakal, kılık kıyafet, nezaket ve nezahet gibi maddi manevi temizlik ve güzelliğe son derece dikkat edilmeli; ter, çorap, yemek vb. kötü koku ve görüntülerden özellikle kaçınılmalıdır. 

3. Sohbete, Allah’ın rızası gözetilerek gidilmeli, meclis adabına uyulmalı, herkese hizmet, hürmet, muhabbet ve kibarlıkta kusur edilmemelidir. Bunun gerçekleşmesi için içten içe Allah’a dua edilmelidir.

4. Sohbete zamanında gelinmeli, sohbet bitince de daha fazla oturup eğlenmeden kalkılmalı, eve varıldığında da o feyizle erkenden yatılmalıdır. Başlanılmış sohbet selamla bile olsa asla bölünmemeli, boş olan yere dikkat çekmeden oturulmalı, geliş ve gidişlerde lüzumsuz merasimlerden kaçınılmalıdır. 

5. Sohbet edene çok yaklaşıp rahatsız edilmemeli, can kulağı ile sohbet dinlenilmeli, abes veya sohbete aykırı söz ve işlerden uzak olunmalı,  iş olsun diye söze karışılmamalı, lüzumsuz soru sorulmamalı, sohbetin ahengi bozulmamalıdır. Hatta anlamadığı yerler olsa bile, sohbetin akışını bozmamak için soru sorulmamalıdır. Belki sormak istediği konular sohbet esnasında açıklığa kavuşur da sormaya gerek kalmaz.. Değilse daha sonra münasip bir zamanda sorar.  

Sohbet esnasında uyuma, esneme, geğirme, parmak çıtlatma veya başka hoş olmayan işler yapmamaya son derece dikkat edilmelidir. Hatta tesbih bile çekilmemeli, bütün dikkatleri sohbete vermeli, vaktin ve sohbetin kıymeti bilinmelidir. 

6. Bir şeyler ikram edilecekse sohbetten önce edilmeli, sohbet esnasında ilgi ve dikkatler dağıtılmamalıdır. İkram esnasında da gıybet, nemime, yalan, malayani gibi dilin afetlerinden sakınılmalı, nazik, kibar, edepli sözlerle hal hatır sorularak gönül alınmalıdır. İkram, sünnettir diye yapılmalı, israf ve gösterişten  kaçınılmalı, herkesin her zaman zahmetsizce yapabileceği, fakirlerin bile sıraları geldiğinde sıkıntıya girmeden yapabilecekleri ikramlardan olmalıdır. Asıl olan sohbettir. Hiç kimse ikram külfetinden kaçıp da sohbeti terk eder duruma düşürülmemelidir. Kardeşlerine daha fazla ikram yapmak isteyenler, sohbet gününün dışında başka bir günü seçmelidirler.  

7. Sohbetler Kur’an-ı Kerim okunarak başlanmalı ve bitirilmelidir. Meclisten ayrılırken, sohbet esnasında olabilecek hataları gideren me’sur dualar okunmalıdır.

8. Sohbet zaman ve zemine göre uzatılıp kısaltılabilir. Bir sohbet ortalama 40-50 dakikadır. Dinleyenlerin ilgi ve isteği, konuşmacının durumu, ihtiyaçların icabı gibi durumlar müstesnadır. 

9. Sohbet meclislerindeki hizmetlere gönüllü talip olunmalı, hizmet ehli belirlenmiş ise müdahale edip düzen bozulmamalı, onlara teşekkür ve dua edilmelidir. 

10. “Meclis emanettir” kaidesine uyulmalı, sır saklanmalı, mecliste geçen özel durumlar, başka yerlerde anlatılmamalı, izinsiz sohbete insan getirilmemeli veya bu konuda bir müsamaha varsa, haddi tecavüz edilmemeli; getirilen kişi de cemaata tanıtılmalıdır. Giriş ve çıkışlarda son derece ihtiyatlı ve tedbirli olup dikkat çekmemeye özellikle çalışılmalıdır.

11. Sohbet arkadaşlarını çoğaltmak için gereken gayret gösterilmeli; sohbet meclislerinin çoğalması için gereken maddi manevi hizmet ve vazifeler aşk, şevk ve ihlasla yapılmalıdır.

Ancak tevfik ve sevab yalnızca Allah’tan beklenilmeli; başarı olmazsa ümitsizliğe düşülmeden yeniden bir muhasebe yaparak gayret ve çabaya devam edilmeli,  başarı ihsan olunursa Allah (c.c)’den bilip  şükredilmeli, ucb, gurur, kibir, riya, süm’a, şan, şöhret, riyaset ve minnet gibi manevi kir ve hastalıklardan korunulmalıdır.