Tasavvufun Amacı

Tasavvufun amacı, örnek ve ideal insan Hz. Rasulullah (sav)’ın her bakımdan gerçek bir varisi olmak, olmaya çalışmaktır. Çünkü esas amaç olan Allah’ın rızası, ancak Rasulullah (sav)’a uymakla sağlanabilir.1

 

 Bilindiği gibi insanın içinde nefis, dışında dünya, şeytan ve şeytana uymuş insanlar gibi düşmanları vardır. Bunlar insanı Allah’a kulluktan alıkoyarak, zevkler, lezzetler, istekler ve şehvetler peşinde koşturup bir ömrü heder etmek isterler. 

 

Oysa insan açıktır ki, Allah’a ibadet için vardır. Vazifesi, güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen Hz. Rasule (sav) uymakla insan-ı kamil olmak, Allah’tan alıkoyan her şeyden (masivadan) yüz çevirerek İslam yolunda yürümeye devam edip Allah’a vasıl olmak, erişmektir. Kesb-i kemal ile seyr-i cemali başarmaktır. Bu da ancak, insanı iyiliklere çeken ruhu arındırmak ve güçlendirmekle olur. Tasavvuf da bunun usul ve erkanını anlatan bir ilimdir.  

 

 

İnsan, ceset ve ruhtan meydana gelmiştir. Cesedin aslı topraktır, çamurdur.2 İnsanı aşağılara -süfliyata- çeker. Ruh ise Allah’tan gelmektedir ve insanı yüceliğe -ulviliğe- çeker.3  

 

Ne var ki ruh cesede girdiğinden, bir nevi orada tutsak olduğundan önceleri ceset, yani nefis içinde gücünü kaybetmiş ve ona ram olmuş, boyun eğip uymak zorunda kalmıştır. Çünkü ruh latif, beden kesiftir. 

Eğer insan, nefsiyle mücahede etmez de ona her istediğini verir, heveslerinin ve şehvetlerinin peşinde koşarsa, aksine ruhun gıdası olan iman, ibadet ve zikirden uzaklaşırsa nefis, bir başka ifadeyle ceset, ruha galip gelir. O takdirde insan alçaldıkça alçalır. Hatta ruh nerde ise yok olayazar. İyiliğe ancak bir istidat, bir kabiliyet olarak ismen imkan bulur hale gelir. 

 

Ama, iman ve ibadetle kul Allah’a yönelirse ve ruhunu güçlendirirse, bu sefer nefsin heves ve hırsları, cesedin istek ve şehvetleri azalır. Dolayısıyla ruh üzerindeki etkileri zayıflar. Bunun sonucu olarak yavaş yavaş kötü ahlakı kaybolur, giderek terakki ede ede velayet derecelerine erer. Bu kez insanda, kötü ahlak tamamen kaybolur. Sadece bir istidat, bir kabiliyet olarak kalır. Kibar-ı evliyaullahda olduğu gibi. Bazen peygamberlerde olduğu gibi, o dahi kalmaz.

 

 

Bu nefis ve ruh iki pehlivana benzer. Hangisini iyi besler ve çalıştırır da öbürünü aç ve tembel bırakırsanız, haliyle güçlü zayıfı yenecektir.

“Heyetinde, zıt tarikatları birleştiren insan, tasavvuf yoluna girip de, ruhun hakikatine uygun zikirle meşgul olunca, “kim bir şeyi severse, onu çok anar.” Ve “kim bir şeyi çok anarsa, onu daha çok sever.” Ölçüsüne göre, “Allah” lafzı ve tevhit kelimesini, altı latifesi üzerinde, hayal yoluyla gidip gelişinden, ilahi aşk ve muhabbet hissine yükselir. Bu aşk ve muhabbeti artıran ilahi zikir, Allah’ın emrinden olup insana üflenmiş bulunan ruha da kuvvet verir.

Böylece ruh, teşekkülüne aldığı beşeri alışkanlıkları terk etmek suretiyle, unsurların, yani kesafetin gereği olan katılık ve şiddet, zayıf düşer. Böylece de ulvi hakikatin galip geldiği havas, yani seçkinler de, öylece iyi ahlakın gereği olan işleri yapmaktan asla geri kalmazlar ve onları tam bir mükemmellik ve kolaylık içinde vecdle yaparlar. Yine o derece ki: “nasıl avamın, nefsini ancak zorlayarak, bir iyi iş yapması mümkün olabilirse, seçkinler de öylece nefislerini cebrederek, ancak kötü huylardan birini işlemeye imkân ve istidat bulabilirler. Allah’ın lütuf ve inayetiyle, ondan da mahfuz kalırlar.”4 

 

İşte bu hal, “Tasavvuf, İslam’ın emirlerini, aşk ve şevk ile yaşamak ve şeriatı korumak içindir” sözünün, güzel bir açıklamasıdır.  

Özetlersek; ruhun cisim üzerine galibiyetini temin için alınan tedbirler, tasavvufun gayesini teşkil eder.5

Tasavvufun bir gayesi de, insan ruhunda gizli olan ilahi sırları keşfedip ortaya çıkarmaktır.6 Daha bu dünyada iken, masiva ile alakayı kesip Allah ile beraber olmayı öğretmek, bizi yaratan ile bu dünyada manevî bir temasa geçmekdir.7 

 

İslam dinine şöyle bir baktığımızda, onun bireysel ve toplumsal olarak insanlığın iyiliğine, yararına ve hayrına kanunlar içerdiğini görürüz. Bunun için uzun uzadıya düşünmeye, deliller getirmeye de gerek yoktur. Yeter ki insanın bakışı bulanmasın, düşüncesi bozulmasın, akl-ı selim sahibi olsun. 

 

Peki ya böyle olmaz ise? O takdirde yapılacak iş, insandan bu bozukluğu gidermektir. Eskilerin ifadesi ile, insan safra hastalığına yakalanırsa, bal da olsa, bütün tatlılar acı gelirmiş. Adam böyle ise, balın tatlı olduğuna bir sürü delil ister. Eğer hastalık tedavi edilirse, balın tatlı oluşuna delil gerekmez. Ağzına bir parmak çalmak yeter.

Tıpkı bunun gibi, hakiki bir iman ve teslimiyet için, insanın kalbinin ve nefsinin manevi hastalıklarından tedavi edilmesi gerekir. Böylece İslamiyet’in güzelliklerini görür ve severek, isteyerek, hatta şükrederek ihlasla yaşar.

 

Ancak nefs-i emmare, bilinen bir gerçektir ki İslam’ı yaşamaktan, Allah’a kulluktan hoşlanmaz. Kendini helak edecek haramlara can atar. Öyleyse o cahili ıslah etmek, o ahmağı terbiye ve tezkiye etmek, hem akla, hem de dine göre en gerekli iştir. Şu ayet de buna işaret etmektedir: “Onu tertemiz yapan kurtulmuş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”8 

 

Sonuç itibariyle nefsi tezkiye ve kalbi tasviyeden maksat, onları her türlü haram, mekruh ve kötü huylardan kaynaklanan manevi hastalıklardan, manevi afet ve felaketlerden temizlemektir. Kalbi iman, salih amel ve güzel ahlakla saflaştırıp arı duru hale getirmektir. Çünkü kalpde manevi maraz olduğu müddetçe, iman şekil ve taklittir; hakiki imana ermeğe imkan yoktur. Bu kötü halden de, doğrusu korkulur.

 

Maddi hastalıklara yakalanınca doktora koşan ve acı da olsa, iğneleri, ilaçları kullanan, hatta ameliyat ile vücudunun kesilip biçilmesine razı olan, ama manevi hastalıklara yakalandığında yerinde oturup tedavi olmayan insan, hiç şüphe yoktur ki bilgisiz ve basiretsiz  bir insandır. Eğer bu insan bunun, tedavisi gereken bir hastalık olduğunu bilmiyorsa beyinsiz; bilip de korkmuyorsa ahmaktır. Çünkü, ebedi hayatında sonsuz bir azabı hak edeceğini bildiği halde tedavi istemiyor demektir.

 

Nasıl ki hasta bir insana, bedenle çalışmak zor geliyorsa, hasta bir kalbe ve zayıf bir imana sahip olana da, şeriatı yaşamak zor gelir. Görüyorsunuz, Allah dostlarına zevk veren namaz, oruç, zekat, hac, zikir, infak, mücahede gibi nice bir ibadet, kalplerinde hastalık bulunan müşrik veya günahkar fasıklara çok zor gelmektedir.9 

 

Halbuki  Allah’ın dini, baştan sona kolaylıktır. Onu yaşamak asla zor değildir.10 Zorluk; kimseye boyun eğmemek, aksine herkese boyun eğdirmek sevdasında olan nefs-i emmare’den gelmektedir. Eğer o emmarelikten kurtulup mutmainliğe erişse, Allah’a boyun eğer ve dini emirleri seve seve yerine getirir. 

 

Yerine getirilen herbir  emrin, yapılan herbir salih amel iyiliğin, huy edinilen her bir güzel ahlakın kalp ve nefis üzerinde bir etkisi, bir nuru, bir arındırması vardır. Böylece kalp günden güne nurlanır, saflaşır, şeffaflaşır, incelir, yufkalaşır, hassalaşır. Nefis de temizlenir, arı duru hale gelir. Böyle yaşayan birisi inşallah hüsn-ü hatime ile ölür ve öyle de dirilir. Sonuçta sonsuz saadete kavuşur. Bunların yokluğunda ise su-i hatime ile gitmekten, hatta imanı dahi kaybetmekten korkulur.11

 

Görüldüğü gibi, tasavvufun amacı, nefsi tezkiye ve kalbi tafsiye ile ahlakı güzelleştirmek, seve seve Allah’a itaat ve teslimiyet de içi dışı nurlandırıp aydınlatmak ve böylece sonsuz saadete erdirmektir. Ancak böyle bir tezkiye ile her şeyden ilgi ve alaka kesilerek biricik mabud olan Allah (cc), hakiki maksud olur ve zatî muhabbet gerçekleşir. Böylece hakiki tevhide erilir, ihlasın hakikati bulunur.12   

   

Tasavvufun amacını, bu alanın en büyüklerinden İmam-ı Rabbaninin mektubatından bazı ifadelerle bitirelim.

“Bilmiş olasın ki; seyr-ü sülukten gaye; Nefs-i emmarenin tezkiyesi, temizlenmesidir. Böyle olmalı ki nefsani arzulardan neş’et eden batıl ilahlara tapmaktan kurtuluş müyesser olsun. Hakikat manasında, teveccüh edilen kıblede, yüce, mukaddes, hakiki, vahit Mabud’tan  gayri kalmasın. Onun üstüne hiçbir maksat asla ihtiyar edilmesin. Bu maksatlar, ister dini olsun, isterse dünyaya ait, müsavidir.

 

Dini sayılan maksatlar her ne kadar hasenat sırasında ise de bunlar ebrarın meşgalesidir; mukarreb zatlar, bunları seyyiat kabilinden sayıp vahit zat dışında hiçbir maksada yönelemezler.

 

Bu mana devletinin meydana gelmesi, fena halinin meydana gelmesine bağlıdır. Bir de özünde nimet ile elemin bir olduğu zati muhabbetin gerçekleşmesine... Bu makamda nimetlerden nasıl lezzet hasıl oluyorsa azaptan da öyle lezzet hasıl olur.

Bu arada cennet arzu ederlerse de, orası Yüce Mukaddes Zatın rıza mahalli olduğu için isterler. Onu talep etmek dahi, Sübhan Allah’ın rızası olduğu içindir. Şayet cehennemden Allah’a sığınılırsa bunu da, orası Yüce hakkın dargınlık mahalli olduğundan dolayı yaparlar. Yoksa cenneti istemeleri, nefsani hazlarının yerine gelmesi için değildir. Cehennemden kaçmaları da, elem ve azap korkusundan değildir. Şundan ki sevilen zattan ne gelirse bu, o büyük zatlara göre sevilen, istenen ve talep edilen şeyin aynıdır.

 

Ve sevilen zatın yaptığı her iş sevimlidir.

İşte bu makamda ihlasın hakikatını bulmak kolay olur. Batıl putlara tapmaktan kurtuluş nasib olur.

İşte bu vakitte, kelime-i tevhit işi sağlam olur. Bundan sonrası, savrulan ağaç dikenleridir.

Sevilen zatın in’am ve ikramı arada vasıta olmadan, isimlerin ve sıfatların mülahazası bulunmadan hasıl olan zati muhabbet dışındaki iş, karışık olmaktan uzak değildir. Şirki yakıp iptal eden bu zati muhabbet olmadan, mutlak fena hasıl olmaz.”13  

“Bilmiş ol ki, şeriat üç dilimden ibarettir: ilim, amel, ihlas...

 

Bu üç dilimin her biri, tek tek yerine getirilmedikçe, şeriatın tahakkuku (geçekleştirilmesi) olmaz. Şeriat tahakkuk ettiği takdirde, Yüce Allah’ın rızası da tahakkuk etmiş olur. Allah tealanın rızası da, dünya ve ahiret sadetlerinin hepsinin üstündedir. Bu mana, şu ayet ile daha güzel anlatıldı “Allah’ın rızası en büyüktür”14 

 

Şeriat, dünya ve ahirete ait tüm saadetleri özünde toplamıştır; bunları yerine getirme gücü de tamdır. Durum böyle olunca şeriatın dışında ihtiyaç duyulacak bir talep kalmaz. Sûfiyyenin seçkinleştirdiği tarikat ve hakikat şeriatın üçüncü dilimi sayılan ihlasın olgunlaşmasına ve tamamlanmasına yardımcıdır.

Hakikat ve tarikat tahsilinden maksat şeriatın tamam olmasıdır, şeriatın dışında bir başka şey için değildir.

Tarikat süluku esnasında sofiye zümresi için hasıl olan haller; vecitler, ilimler ve marifetler, esas maksatlardan sayılmaz. Bunların hepsi şeriat çocuklarını terbiye eden vehim ve hayallerden ibarettir. Asıl gereken odur ki, bütün bunlardan geçilsin, rıza makamına ulaşılsın. İş bu rıza (hoşnutluk) makamı, süluk ve cezbe makamlarının nihayetidir.

 

Tarikat ve tarikat menzillerini aşıp geçmekten maksat: ihlasın tahsilinden başka bir şey için değildir. Bu ihlas, rıza makamının kazanılmasını gerektirir. İhlas devletine ve makamına; ihlasla tecelliyat-i Selase’den (Esma, sıfat, zat tecellilerinden) ve ariflerin müşahede yerlerinden geçen zümrelerden ancak binlerce kişi içinde ancak bir kişi vasıl olur.”15