Tasavvufun Faydaları

İÇİNDEKİLER

Allah Sevgisi

Keramet

Kur’an’dan Deliller

Sünnetten Deliller

Sahabeden Deliller

Keşf

İlham

Daha Başka Kavramlar

TASAVVUFUN   FAYDALARI

Mustafa Kara tasavvufa talip olanlar için çok pratik bir soru soruyor: “Niçin giriyorlar ve ne kazanıyorlar?”

Alıp aktardığı cevap, anlatmaya çalıştığımız tasavvufun amacı kadar, anlatmaya başlayacağımız tasavvufun faydalarını da gayet açık olarak özet halinde ortaya koyuyor: “Daha sıhhatli ve duyarlı bir dini hayat yaşamak için.”1

Tasavvufî bir hayat, derunî, duygusal, içsel, ruhsal, kalbi bir  hayattır. Baştan sona aşk, şevk, vecd, zevk, istiğrak, ilham, keşf, müşahede gibi subjektif duygular ve hallerdir. Bunların bütünüyle ifade edilebilmesi ise, doğrusu imkansızdır. Hiçbir sufinin yaşadığı manevi ve deruni halleri bütünüyle bilmemiz mümkün değildir. Çünkü bu gibi haller bireyseldir ve kişiden kişiye de değişirler. O yüzden “tatmayan bilmez” sözü meşhurdur. Bu sözün birde devamı vardır: “bilen söylemez” tıpkı “söyleyen bilmez” olduğu gibi. 

Tasavvufun sırrîliği, gizliliği, gizemliliği, biraz da burdan kaynaklanmaktadır 

Bütün bunlar dikkata alındığında aslında bizim sayıp sevdiğimiz İslam büyüklerini, sadece eserleri ve sözleriyle anlamamız ve değerlendirmemiz çok eksik kalır. Hiç şüphesiz onlar, o sözler ve eserlerde görünenden çok daha büyük ve derindirler. 

Bir fikir versin diye söylersek, mesela biz Mevlana’yı daha çok Mesnevi’si ve Divan’ı ile tanırız. Ama bu eserler ne kadar harika olsalar da, hadi diyelim ifade ettiği hakikatları bütünüyle kavramaya kadir olsak da, yine bunlar  bize Mevlana’yı tam olarak anlatmaktan acizdirler. Dolayısıyla bizim onu hakkıyla anlamamız daima noksan kalacaktır. Bu değerlendirme hiç şüphesiz bütün büyük sûfîler için de geçerlidir.

Tasavvufun en büyük faydası, amacı bölümünde de ifade edildiği gibi, nefsi tezkiye, kalbi tasfiye ile ihlas ve istikamete erdirerek aşkla, şevkle, zevkle şeriatı yaşatmasıdır. Dinin özüne inerek, Allah’ı sevme ve rızasına ermeye vesile olmasıdır. İçini dışını nurla donatarak eskilerin tabiriyle işrak’a araç olması, yani  kişiyi aydınlatmasıdır.

Elbette bundan öte başka faydaları da vardır. Usulü dairesinde götürülen bir seyr-ü sülûk sonucunda, kul istemese, amaç edinmese, hatta önemsemese de, fazladan gelen birtakım güzellikler ve manevi nimetlerle taltif ve tebşir edilebilir. Bunlar, birazdan açıklanacağı gibi, başta Allah sevgisi olmak üzere, keramet, keşf, ilham, salih rüya ve benzerleri gibi olağan veya olağanüstü hallerdir. İhsan edilmesinin de elbette bir kısım hikmetleri vardır.

Elbette bunlar birer ihsan-ı ilahidir. Tahdis-i nimet kabilinden alınır ve şükürle karşılanır. Bunlar ulu tasavvuf ağacının hayatımıza kazandırdığı tatlı, alımlı ve faydalı meyvalarıdır.

Yerinde ikaz edileceği gibi bunlar, esas amaç olmadığı için, insanı asıl kulluk yolundan alıkoymamalıdır. Eğer kulluktan alır ve kendilerine iltifata sebep olurlarsa, keramet olmaktan çıkarak İstidrac’a dönüşürler. Şimdi sırasıyla bunları görelim inşallah.

 

Allah Sevgisi: 

 

Allah sevgisi, tasavvuf kitaplarında genellikle “aşk” ve “muhabbet” kelimeleri ile ifade edilir. Aşk kelimesi, Arapçada sarmaşık demektir. Çünkü insan aşık olunca, kalbini sevgi sarar, bürür ve iyice kaplar. Muhabbet, ancak tadanın bilebileceği manevi bir haz ve lezzettir. Çünkü, kabiliyet ve gayrete göre değişen bir haldir.

“İnsan için en mühim âlî maksat, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır.” diyen Said Nursi (r.h.a) Allah sevgisinin insanda fıtrî, tabii oluşunu şöyle izah eder: 

“Beşer fıtraten şu kainatın Halıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü: İnsanlığın fıtratında cemale (güzelliğe) karşı bir muhabbet ve kemale ve ihsana karşı taparcasına sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecelerine göre, o muhabbet artar. Aşkın en son derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kainat kadar bir aşk yerleşir. Evet kalbin mercimek kadar bir sandukcası olan hafıza kuvveti, bir kütüphane hükmünde bin kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki; kalb-i insan, kainatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir. 

Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan, cemal ve kemale karşı böyle hadsiz ve istidat-ı muhabbet vardır. Ve madem bu kainatın halikı, kainatta tezahür eden âsâriyle, bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemal-i mukaddesi; bu mevcutta, tezahür eden nukuş-u san’atiyle bizzarure subutu tahakkuk eden hadsiz kemal-i kudsusi; ve bütün ziya hatlarda tezahür eden hadsiz enva-ı ihsan ve in’amatiyle bilyakin ve belki bilmüşahede vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır. Elbette zişuurların en camii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor. Evet her bir insan, o halik-ı zülcalele karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi, o halik dahi, herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstehaktır. Hatta insan-i mü’minde hayatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcudata karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedid alakaları, o istidat-ı muhabbet-i ilahiyyenin tereşşuhatıdır. Hatta insanın mütenevvi hissiyat-ı şedidesi, o istidat-ı muhabbetin istihaleleridir ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır. 

Malümdur ki: insan, kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alakadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor ve kendini beladan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever.

İşte bu halet-i ruhiyyeye binaen; insan, eğer her insana ait enva-ı ihsanat-ı ilahiyyeden yalnız bunu düşünse ki; benim halikım beni zulumatı ebediyye olan ademden kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi, ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedi olan ademden ve mahıvdan yine kurtarıp baki bir alemde ebedi ve çok şâşaalı bir alemi bana ihsan ve o alemin enva-ı lezaiz ve mehasininden istifade edecek ve cevalan edip tenezzüh edecek zahiri ve batıni hassaları, duyguları bana in’am ettiği gibi, çok sevdiğim ve çok alakadar olduğum bütün akarip ve ahbap ve ebna-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana ait oluyor. Zira onların saadetleriyle mes’ud ve mütelezziz oluyorum.

Madem sırriyle: Herkeste ihsana karşı perestiş var; elbette böyle hadsiz ebedi ihsanata karşı kainat kadar bir kalbim olsa, o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder; ve doldurmak isterim. Ben bil fiil o muhabbeti etmezsem de bil’istidat, bil’iman, binniye, bilkabul, bittaktir, biliştiyak, bililtizam, bilirade suretinde ediyorum, diyecek ve hakeza... Cemal ve kemale karşı insanın göstereceği muhabbet ise, icmalen işaret ettiğimiz ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin. 

Kafir ise, küfür cihetiyle hadsiz bir adavet eder. Hatta kainata ve mevcudata karşı zalimane ve tahkirkarane bir adavet taşıyor.”2 

Bize Rabbimizi en iyi tanıtan ve sevdiren Kur’an’a baktığımızda görürüz ki Allah teâla hakikî kullarını sever, onlar da Allah’ı severler.3 Hem de çok şiddetli.4 Ve her şeyden fazla severler. 

Bu Allah’ın sevdiği hakiki kullar kimlerdir? Bunun için Kur’an’ı araştırıyor ve görüyoruz ki, Allah şu vasıftaki kullarını sevmektedir:

 İyilik ve ihsan edenler,5 tövbe edenler,6 temizlenenler,7 takvalılar,8 öfkesini yutan ve affedenler,9 sabredenler,10 tevekkül eden, Allah’a güvenenler,11 adaletli davrananlar,12 cihad edenler,13 mütevazi olanlar,14 şerefli, aziz olanlar,15 kınanmaktan korkmadan, İslam’ı yaşayan ve yaşatanlar.16 

Allah teala, bu sevgili kulları için her zaman dost ve yardımcıdır.17 Kur’an baştan sona bu sevgili Allah dostlarını anlatır bize. Daha doğrusu Kur'an, Allah’a dost olmanın yolunu, usulünü anlatan bir kitaptır. O, Allah dostlarının bazı tariflerini de bildirir bizlere. 

Buna göre Allah’ın sevgili kulları şunlardır: Hakiki iman ve takvaya sahip olup, iki cihan saadet ve kerametine ulaşmışlardır.18 Allah’a çok yakın (mukarrebun),19 örnek ve önder insanlardır,20 amelleri temiz, makamları âlidir.21 Halkın en hayırlılarıdır.  Allah’ın nurlandırdığı kimselerdir.  Canlarını Allah’a feda etmiş, onun zikrinde fani olmuşlardır.  Onlarla beraber olmak, ilahi bir emirdir.  

Allah şu insanları da sevmez: Aşırı gidenler,  fesatçılar, bozguncular,  nankör ve günahkarlar,  kafirler,  zalimler,  kendini beğenen ve böbürlenenler,  hainler,  kötü söz söyleyenler,  israfçılar,  kibirlenen, büyüklük taslayanlar,  şımarıklar,  dedikodu, gıybet yapanlar,  yapmadıkları ile övünmeyi sevenler.  

Allah’ı sevmenin alameti ise; sözü, işi ve sükutu gibi bütün sünnetlerinde peygamber (sav) efendimize uymaktır: İşte Allah buyruğu: “(Resulüm) de ki: eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”  

Peygamber efendimiz (sav) de, Allah dostu veli kulları, bir çok özellik ve güzellikleriyle beraber anlatmış ve Allah (cc)’ ın mü’min yanındaki değerini ve ne kadar çok sevilmesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştır.  İşte bunlardan birkaç örnek: 

“İnsana İmanın tadını tattıran üç hasletten birincisi: “Allah ve Resulü”, o kişiye bu ikisinin dışındaki her şeyden daha sevgili olmasıdır.” 

“Sizden birinize Allah ve resulü, bu ikisinin dışındaki her şeyden daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmaz.”  

 “Allah’ı, size verdiği nimetler için, beni de Allah sevdiği için seviniz.”   

"Kim Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için verir, Allah için vermezse imanını kemâle erdirmiştir".    

“Allah teala şöyle buyurmaktadır: “Her kim, benim veli kullarımdan birisine düşmanlık ederse muhakkak ben ona harp açar (dostumun intikamını alırım). Bir kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana nafile ibadetleriyle de durmadan yaklaşır; nihayet onu severim. Bir kerede onu sevdim mi artık ben o kulumun (özel ihsan edeceğim nurum ile) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden herhangi bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himaye ederim.”  

Peygamberimiz efendimizin duası ne kadar tatlı: “Allah’ım! Sevginle, seni sevenin sevgisi ve sana yaklaştıracak davranışların sevgisiyle beni nasiplendir. Senin sevgini bana, soğuk sudan daha tatlılaştır.”

İşte bu ayet ve hadislerden anlaşılan odur ki insan, bütün, varlığı ile Allah’a yönelmeli ve onu sevmelidir. Allah’tan başka her şeyden geçmeli ve hakiki sevgiye ermeli, fena fillah olmalıdır. Resulullah’ı (as) dahi, Allah için sevmelidir. 

Niye böyle olmasın ki, insana sevgili gelen her ne varsa, hepsi de Allah’ın yaratması, lütfü ve bağışıdır. Kendisi, yani kalbi, ruhu, aklı, letaifi, duyu organları, sevme kabiliyeti ile beraber maddi ve manevi bütün varlığı, sonra ana babası, eşi, evlatları, akrabası, derken bütün insanlar, daha sonra malı mülkü, her an faydalandığı sayısız nimetler, güzelliğine hayran kaldığı yerler ve gökler içindeki her varlık, kendi emrine ve istifadesine verilen her şey, ama her şey, kendisine Allah’ın vergisi, Allah’ın lütfü, Allah’ın bağışıdır. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı sayılır” diyen insan, Allah tealayı nasıl sevmez?..

Ne yazık ki, bütün bunlara rağmen Allah’ı tanımayan, sevmeyen kullar (!)  da vardır. Allah’tan başka her şeyi sever ve onları elde etmek için olmadık eziyet, işkence ve ızdıraplara, yıllar yılı fedakarlıklara, hatta zilletlere ve aşağılamalara katlanır da, Allah’ı sevmezler. İçlerinde karşı cinslerine, mal ve mülke, makam ve iktidara dayanılmaz cazibe, çekim bulur ve ölümüne giderler de, Allah’ı sevemezler...

Oysa sevmenin ne anlama geldiğini Allah onlara öğretmişti. Mesela aşık etmiştir kişiyi... sabahlara kadar uykusuz bırakmıştır onu, sevgili hayali ile saatlerce düşündürmüştür. İnsan bu uğurda  en aziz değerlerini savurmuştur. 

Oysa aslında bunlar, Allah’ı nasıl sevmemizin gerektiğini bizlere anlatan ön hazırlıklardır. Sevgiye bir giriştir. Bu yüzden bunlara “mecazî aşk” denmiştir. Bunlar birer alıştırmadır. “Hakiki aşka” birer köprüdür. Hakiki aşka, yani Allah aşkına.

İşte tasavvuf, bu hakiki aşka ulaşmanın yolunu yordamını gösterir, usulünü, erkanını öğretir. Bunun için usulüne uygun olarak Allah’ın izniyle Kur’an okutur, zikir ettirir, nafile namaz, oruç, sadaka ve benzeri ibadetlere yönelterek manen Allah’a yaklaştırır. Allah’ın isteklerini nefsin isteklerine  tercih ettirerek nefisle cihadı öğretir. Kalbi ilahi huzurda olmaya alıştırır. Kalbi tevazu, mahviyet ve inkisar ile Allah’ın nazarına açık tutar, geceleri uyanık geçirtir. Rab ile baş başa seherlerde ağlatır, inletir. Gündüzleri dost meclislerinde O’nu hatırlatır. Allah ile arasına giren dünyevi her perdeyi kaldırmak için gayret ettirir. Mahlukata şefkat ve merhametle hizmet ettirir.

Evet tasavvuf, müride telkin ettiği usulleri ile nefsi masiva esaretinden kurtarır, bütün varlığı ile Allah’a yöneltir. Böylece kul kendini dünyadan ve onun heveslerinden Allah’ın izniyle kurtarır. Farzlarından başka yapacağı nafile ibadet ve taatlarla marifetini artırır, kalbini nur ve muhabbet ile doldurur. Nihayet Sultan-ül Arifin  Mahmut Sami Ramazanoğlu (rh.a)’nun dediği gibi; “Hakiki Allah aşığı, ilahi mazharı bulunan her şeyden onun kokusunu duyar, nefes-i rahmani rayihaları onun burnundan eksik olmaz. Zahit kendi başına bir sene çalışsa bile, bu kokuyu duymaz.”   

İşte tasavvufun en büyük meyvesi budur: Allah sevgisi, Allah aşkı, ve bundan kaynaklanan rıza, teslimiyet, itaat dua, münacaat, havf, haşyet, heybet, reca, sırra sahip olma, takva, vera, sukut, tevazu, yakin, sabır, murakabe, ihlas, istikamet, haya, sıdk, fakr, rüya, keşf, keramet vs. Birbirinden güzel haller, makamlar, birbirinden derin mutluluklar....  

Keramet:

Keramet, velilerin hayatlarında görülen harikulade- olağanüstü olaylardır. Havada uçmak, suda yürümek, kısa bir sürede uzak yerlere gidip gelmek gibi. Ehl-i sünnet alimleri kerametin hak olduğunda ittifak etmişlerdir.  

Bilindiği gibi bu olağanüstü - harikulade olaylar, peygamberlerden olursa mucize, yine onlardan peygamberlik öncesindeki hayatlarında olursa irhas, saf Müslümanlarda olursa meunet, kafir ve facirlerde istekleri doğrultusunda olursa istidraç, ama isteklerinin zıddına olursa ihanet adını alır.

Allah dostlarından kerametin zuhuru klasik ifadesiyle “aklen caiz, naklen sabittir.” 

Aklen caizdir; çünkü Allah’ın kudreti karşısında imkansız diye bir şey olamaz. O’nun her şeye gücü yeter ve bir şeyi yaratmak istediğinde irade etmesi yeterlidir. Enbiya elinde mucizeler gerçekleştiren Allah (cc), dilerse evliya elinde de elbette kerametler zuhur ettirebilir.  O, dilediğini yapandır. Öyleyse keramette garipsenecek bir durum yoktur.

Naklen de sabittir. Keramet konusunda Kur’an ve sünnetten delillerin varlığı kadar, inkar olunamayacak açık örnekleri de her asırda görülmektedir.

Kur’an’dan Deliller:

Kurandan delillerine gelince, bilindiği gibi Hz. Süleyman (as)’ın veziri Âsaf bin Barhiya göz açıp kapanıncaya kadarlık kısa bir zamanda Belkıs’ın tahtını çok uzak bir mesafeden huzura getirmişti. 

Hz. Meryem mescidde bir nevi uzlet ve itikafta yaşarken, Onun bakımını üstlenen ve bu yüzden zaman zaman O’nun yanına giren Hz. Zekeriyya (as) orada o mevsimde ve o yerde yetişmeyen yiyecekler bulurdu. Oysa Hz. Meryem’in yanına kendinden başkası girmiyordu. Kendisinin de getirmediği bu yiyecekleri “ya Meryem! bu sana nereden?” diye sorduğunda aldığı cevap dikkat çekicidir: “Allah tarafından.” Konuyla ilgili ayet şöyle biter: “Şüphe yok ki Allah dilediğini hisabsız merzuk buyurur”.  

Yine O, Hz. İsa (as)’yı doğururken de, kuru hurma dallarından, salladığında hurmalar dökülmüştü.  

Ashab-ı Kehf’in uykuları da keramet olarak düşünülebilir.  

Hz. Musa (as)’nın annesine edilen ilham da açık bir keramettir. 

Hz. Musa (as)’nın  beraberliğini arzu ettiği Hızır (as)’ın fiilleri ise, eğer nebi değilse apayrı bir keramettir. 

Sünnetten  Deliller:

Sahih hadislerle anlatılan aşağıdaki olaylar, kerametin sünnetten delillerini ifade ederler:

1-Hz. Peygamberin anlattığı Rahip Cureyc’in hikayesinde, onun küçük çocukla konuşması.   2-Mağara hadisi; koca bir taşın mağaranın ağzını kapatması üzerine dua eden üç kişinin duasıyla taşın çekilerek yolu açması.  

3-Öküzün, üstüne binen sahibiyle konuşması. 

Sahabeden Deliller:

Şeyh Yusuf en Nebhanî’nin “Camiu Keramati’l Evliya” adlı eseri “Sahabeden Günümüze Veliler ve Kerametleri” adıyla tercüme edilmiştir.  Bu kitabın bir bölümünün başlığı şudur: “Resulullah’ın Ashabından Kırkbeş Velinin Kerametleri.”  Ayrıntılar ve daha geniş bilgiler için oraya bakılabilir. Biz “sadra şifadır” diyerek sahabeden südur eden birkaç kerameti zikredelim:

1-Hz. Ebu Bekir’in, hamile cariyesinin kız çocuğu doğuracağını söylemesi,

2-Hz. Ebu Bekir’in ziyaretinde yemeğin eksilmeyip artması,

3-Hz. Ömer’in Medine mihrabından Nihavend’deki komutana “Ya Sariye, dağa çekil” diye bağırıp işittirmesi,

4-Hz. Osman’ın yanına gelen adamın gözünde zina eserini görmesi,

5-Hz. Ali’nin ölülerle konuşması,

6-Ubade bin Bişr ile Usayd bin Hudayr’ın karanlık gecede Resulullah (sav)’ın huzurundan çıkınca, asalarının ışık olup önlerini aydınlatması,

7-Şehit Hubeyb’in Mekke’de esir iken, tutuklu bulunduğu hücrede kimsenin vermediği, üstelik mevsimi de olmadığı halde üzüm yemesi,

8-Sa’d b. Ebi Vakkas’ın kendisine iftira edene beddua etmesiyle adamın gözünün kör olması,

9-Ala bin Hadrami’nin, ordusu ile suda yürüyüp karşıya geçmesi,

10-Hz. Halid bin Velid’in zehir içme olayı,

11-Hamzatu’l Eslemi’nin karanlık gecede parmaklarının ışık saçması,

12-Ümmü Eymen’e hicret esnasında gökten kova ile su içirilmesi,

13-Selman ve Ebu’d Derda’nın yemek yedikleri kabın zikretmesi,

14-Resul-ü Ekrem’in (sav) azatlısı Sefine’nin aslan ile konuşması ve ona binip yolunu bulması.  

Artık sanırım tabiilerden günümüze kadar görülen kerametlerden örnekler yazmağa gerek yoktur. Arzu edenler Nebhanî’nin eserine baş vurabilirler.

Kerametin hikmeti, Allah tealanın dostlarını desteklemesidir. Tabi bunlara şahit olanların da imanı kuvvetlenir, dinlerine bağlılıkları artar.

Keramet konusunda öteden beri bilinen uyarılar yapılmıştır. Bunların başında gelen uyarı ise kerametin bizatihi bir maksat olmadığıdır. Evet, keramet amaç değildir. Bir üstünlük alameti de değildir. Veli olmak için şart da değildir. Olursa, şükredilir geçilir. 

Keramet istemek veya sürekli ondan konuşmak eksikliktir, çünkü bunda nefsin arzusu vardır. Asıl olan istikamettir. Evet, iman, amel ve ahlak çerçevesinde ihlasla İslam’ı yaşamak olan istikamet, en büyük keramettir. Sufiler için önemli olan uçmak, kaçmak değil, adam olmaktır.

Bu yüzden alimler kerameti ikiye ayırmışlardır:

1-Kevnî Keramet: Bunlar hissî, maddî, şeklî kerametlerdir. Yaygın ifadesiyle havada uçmak, suda yürümek, kabir ahvalini keşfetmek gibi. Halk, seviyesi gereği bunlara daha çok iltifat etmiştir.

2-Hakikî Keramet: Manevî, ilmî keramet de denir. Kamil bir iman, ihlasla amel, güzel ahlak, yaratılmışlara sevgi, şefkat ve hizmet, her türlü kötülüklerden ve halka eziyetten uzak yaşamak, herkesin derdiyle ilgilenmek, iyilik ve takvada halka rehberlik etmek gibi. Tekrar edersek istikamet, en büyük keramettir. 

Kerameti gizlemek esastır. Keramet göstermek hoş karşılanmamıştır. Bazen dine yardım, düşmana galebe, sihri iptal, sapıkların şerrinden insanları korumak, sevenlerin muhabbet ve bağlılığını sağlamak, şüphe ve tereddütleri gidermek gibi bir hikmete binaen açığa vurulabilir. Bazen de irade dışı kerametin görüldüğü olabilir. İrade dışı olmuş ve irade dışı açığa çıkmıştır. 

Kerameti gizlemek gerektiği için tasavvuf yolunda keramet, “hayz-ı rical” sayılmıştır. Dolayısıyla kerameti açığa çıkan veli utanır, bunun bir ibtila, imtihan olmasından ötürü korkar, endişelenir. Hatta bir mekr-i ilahi, bir istidraç olmasından ödü patlar. Bu yolda daima ihlas esastır. Onun zırhı da gizliliktir.

Şan ve şöhret, Allah dostlarının kaçtıkları şeylerdendir. Eğer insan uyanık olmazsa, keramet bir hicap, Allah’a vuslatta bir engel dahi olabilir.

Kerametin ölçüsü de şeriattır. Şeriata uymayan bir adamdan keramet görülmesi, bir kıymet ifade etmez. Halkın çoğu bundan gafil olduğu için, maalesef aldanmaktadır.

Dikkat edilecek bir konu da, müritlerin şeyhlerinin kerametleriyle vakitlerini zayi etmemeleri gereğidir. Hatta “şeyh uçmaz mürit uçurur” sözünde olduğu gibi bir çok mürit, şeyhlerinin olağan işlerini dahi keramete yormuş, lüzumsuz boş boğazlıklarına sohbet adını vermişlerdir. Hatta bu uğurda yalana bile tenezzül edenler maalesef olmuştur.

Bundan daha çirkini, insanın yalan yere kendinden keramet uydurmasıdır. Böylesi zavallılar için, “kerameti kendinden menkul” sözü pek meşhurdur. “Keramet ariflerin putudur” sözü, herhalde bunlar için söylenmiş olsa gerektir.  

Hz. Üftâde konuyu güzel özetlemiş:

Gerçek bu söz yarenler,

Gördüm demez görenler.

Keramete erenler,

Gizli sırrın saçar mı?

Keşf:

Tasavvufun faydalarından biri de keşf’dir. Keşf, perdelerin açılması ile gayb -gizli- olan bir kısım şeylerin görülmesidir. Bunu, karanlık bir gecede çakan şimşeğe benzetirler. O da aniden çakar, karanlıkları bir an kaldırır ve bazı şeyleri kısa bir müddet gösterdikten sonra kaybolur gider.

Tasavvufun kaidelerine tam uyan bir sufi, yapmış olduğu ihlaslı ibadetler, riyazet, mücahede ve hizmetler sonucu beden zindanına hapis olan ruhunu kuvvetlendirdikçe ve kalbini saflaştırıp arındırdıkça, kalbin ilahi aleme ve ğayba ait hakikatları görmesine mani olan nefsani ve zulmani perdeler yavaş yavaş kalkar, böylece ilahi tecellileri temaşa eder, gaybi hakikatları görür hale gelir.

Tasavvufun amacı ne keşif ve keramet, ne ilham ve rüyadır. Bunlar için çalışan, mahrumdur. Esas amaç, Allah’ın rızasıdır. Kaldı ki bunlar kişinin kemalatına da tam bir delil değildir. Bunlar ilahi bir ihsandır, takılıp da yoldan kalmamak gerekir. Bunlar gaye değil, vasıtadırlar. Doğrusu istîdat, kabiliyet  ile de yakından alakalıdır.

Sufiler bu konuda bir çok ayet  ve hadisleri  delil getirirler. Keşf, peygamberlerden olursa mucize, sahabe ve evliyadan olursa keramet adını aldığı için keşfle ilgili delilleri keramet bahsinde görmüştük, tekrar etmeyelim.

Keşfin kazanılmasında kulun bir etkisi olmadığından, yani tamamen Allah’ın bir lütfu olduğundan ötürü, bir başka ifadeyle kesbî, yani kazanılan değil vehbî, yani bağışlanan oluşu sebebiyle kul, keşf ile asla gururlanamaz ve onu gizli tutar, sebepsiz yere açığa vuramaz.. Tasavvufta “sır saklama” ilkesi buralarda büyük ehemmiyet taşır..

Unutmamak gerekir ki, batıl ehlinde de keşf olabilir. Öyleyse her keşf makbul ve muteber değildir. Burada da ölçü, şeriattır. Şeriata aykırılık, kimden gelirse gelsin reddedilir.

Keşf’de az çok hata olabilir. Ancak vahiyde asla hata olmaz. Keşf’de hata olma sebepleri hakkında Bediüzzaman Said Nursi şunları söylüyor:

“Hadis-i şerifte varid olmuştur ki: “Bazen bela nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.” Şu hadisin sırrı gösteriyor ki: mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şeraitle mukayyet bulunduğunu ve o şeraitin vuku bulmaması ile o hadise de vukua gelmiyor. Fakat o hadise, eceli muallak gibi levh-i ezelinin bir nevi defteri hükmünde olan levh-i mahv, isbat’da mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak levh-i ezeliye kadar keşif çıkar. Ekseriye oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen ramazan-ı şerifte ve kurban bayramında ve daha başka vakitlerde istihraca binaen veya keşfiyat nev’inden verilen haberler, muallak oldukları şeraiti bulamadıkları için, vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzip etmiyorlar. Çünkü: mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş.”  

Bu konuda Muhammed Bin Abdullah el-Hani de şunları söylemektedir: “Keşfin şekilleri ve tezahürleri ayrı ayrı olduğu gibi, bazen hata da vaki olabilir. Velilerin keşf’de hata ettirilmesi fakihlerin ictihatta hata etmeleri gibidir. Ne var ki sahih bile olsa kimse onunla amel edemez. Mürşit müsaade etmedikçe kimse ondan bir hüküm çıkaramaz. Kendinle ilgili olan bir keşfi ifşa etme. Çünkü böyle konularda sana söylenen sadece sana aittir.”  

Keşfin kuvvetli olmasının takva ve zikirle çok yakın ilişkisi vardır. Bir insan yeme içmesinin helal olmasına dikkat eder, azalarını haramdan korumaya çalışır, içini dışını her an Allah’ın denetim ve gözetimine açık tutar, huzurda murakabe ile meşgul olursa, o nisbette de keşfi kuvvetli olur, hata ihtimalleri azalır. Çünkü kalbin nuru kuvvetli, yansıtması güçlüdür. Ama nefsinin ve hevasının emrinde olduğu nisbette de kalbin nuru azalacak, hatta kalp tamamen kararacak ve tıpkı karanlıkta aynanın yansıtmadığı gibi hiçbir şey yansıtmayacaktır. 

Bu konuda İmam Rabbani’nin şu sözlerini de kaydetmekte yarar görüyoruz: “İlahî keşifler ve isimlere ait zuhurlar, ancak tarikatta yola devam esnasında olur. Amma vüsuldan sonra bunlar kısılır...

Kevnî keşiflerden ne yazayım ki, onlarda hata olması ihtimali çoktur; galat zannı fazladır. Onların varlığı ile yokluğunu aynı seviyede bilip öyle itikat etmek gerek.

Şöyle bir şey sorulabilir:

-Bazı kevni keşiflerde yanılma bulunmasının sebebi nedir? Böyle bir keşif Allah’ın veli kullarından zuhur eder, ama onda aykırı bir mana zuhura gelir. Mesela: “falan kimse bir ay sonra ölecek. Yahut seferinden vatanına dönecek,” diye haber verir. Amma bir ay geçer, o kimse ne ölür, ne de vatanına döner. Verdiği haberin hiçbiri gerçekleşmez.

Buna şu cevabı veririm:

-Keşfedilen o işin husulü, vukuundan haber verilen iş, bazı şartlara bağlıdır. Keşif sahibi, onları haber verdiği zaman, onların tafsilatına muttali değildir. Onun için verdiği hüküm mutlaktır, kayıtlı değildir.

Bunun cevabı için şöyle de diyebiliriz:

-Levh-i Mahfuzda yazılan hükümlerden bir hüküm, bir irfan sahibine zuhur etmiştir. Bu hükmün dahi, kendi özünden silinme ve kaldırılma kabiliyeti vardır. Kaza-i Muallak kabilindendir.  Lakin o irfan sahibinin, o şeyin muallak oluşuna, silinip kaldırılma kabiliyetinin varlığına dair bir haberi yoktur. Bu surette o işin haberini verdiği zaman, ilminin gerektirdiğine göre meydana geleceğine hükmeder. Böyle bir hükümde ise elbette yanılma olur”. 

Böyle keşf olaylarını genellikle eski kitaplarda okuyan ve günümüzde olmaz zannedenlere, neslimizin ilmen yakından tanıdığı Hasan Basri Çantay’dan iki misal anlatalım;

1- Kızı Mürşit Çantay anlatıyor: “Bir gün ailece Eyüp Sultan hazretlerini ziyarete gitmiştik. Babam uzunca dua etti. Biz de ellerimizi açıp duaya iştirak ediyorduk. Gözüyle türbenin  üzerini işaret etti, bizler de baktık. Nurani yüzlü bir ihtiyar gördük. Sonra ortadan bu görüntü kayboldu. 

-Kimdi bu tanıdınız mı? diye babam bize sordu.

-Hayır bilmiyoruz, dedik.

-O, Eyüb Sultandı, dedi. 

Nasıl oldu bilmiyorum herhalde babamız vesilesiyle bize de göründü.  

Balıkesir’de bir gün yemek yiyoruz, sofradayız, dış kapı birden bir ses çıkararak açıldı. Biz bir şey görmedik. Babam kaş göz işareti yaptı ve biraz sonra kapı yeniden açılıp kapandı. Biz hayret ettik.

-Baba sen niye kaş göz işareti yaptın, daha önce hiç böyle bir şey yapmazdın, dedik.

-Kimdi o gelen biliyor musunuz? Bizim yeğenin ruhu geldi, bana dedi ki; “yengeme sarılacağım ve öpeceğim” dedi, ben de “yapma korkar” dedim. Bu gelen iki üç hafta önce vefaat etmiş kız yeğeniydi. Tabii biz bir şey görmedik. Sadece kapının açılıp kapanmasını gördük.”     

2- “Hacı Cemal Öğüt’ün “Üstadım, feyizyab olduğum” dediği, eşinin dayısı H. Ali Efendi Fatih Camiinde vaaz-u nasihat etmiş:  Bir gün bakmışlar ki talebeleri arasında bir yaşlı kadın oturuyor. 230 kişiye icazet vermiş. Talebeleri merak etmişler, Babama:

-Sen hocanın yeğenisin, sor bakalım bu kadın ne anlıyor bu dersten? demişler. Çünkü ilm-i kelam konuşuluyor. Gitmişler sormuşlar, demişler:

- Ne anlıyorsun bu dersten?

-Yok, hiçbir şey anlamıyorum, demiş kadın. -O halde niçin geliyorsunuz dediklerinde, kendi Rumeli şivesiyle cevap vermiş, -Be kızanım, görmüyor musunuz başında uçuşan melaikeleri? Ben onları seyretmeye geliyorum” demiş ve bir daha gelmemiş. 

Şu anda yaşayan bazı güzel şahsiyetlerden de benzeri bir çok keşiflere, onlarla beraber olanlar çok kereler vakıf olmuşlardır. Ama keşfe olan tavır yukarıda ifade edildiği  içindir ki, çoğu kez işitenler arasında kalmıştır.

İlham:

Allah (cc) tarafından ya da mele-i a’la yönünden, diyanet nuruyla aydınlanmış bir kalbe feyz yoluyla bir halin, bir mana veya bilginin düşmesidir. Bu hal veya bilgi bir ayetten çıkarılmadan, bir delil üstünde düşünülmeden kalbe gelir.

Sufilere göre ilham, ameli gerektiren bir delildir.  Çünkü doğrudan Allah’tan alınan bir bilgidir. Bu, ilahi hitabı işitmek veya dinlemek, gayb alemini görmek veya rüya ile olur.  

İlham, melekten de olabilir.  Melekten gelen ilham ve havatır, kalbin sağ tarafından gelir.  

Görüldüğü gibi ilham, tasavvufta bilgi yollarından biridir. İmam Rabbani şöyle söyler: “Resulullah bu ilimleri nasıl vahiy yolu ile aldıysa, bu büyük zatlar dahi, ilimleri ilham yolu ile asıldan almaktadırlar. Ulema dahi bu ilimleri, şer’i delillerden alarak beyan etmişlerdir”.  

Kur’an-ı Kerimde Allah’tan gelen ilhama, Hz. Meryem ve Hz. Musa’nın annesine gelen ilhamlar örnek verilir. Bilindiği gibi Hz. İsa’yı doğururken üzülen Hz. Meryem’i Allah teselli etmiş ve bazı kerametlerle lütufda bulunmuştu.  Hz. Musa’nın annesine de korkmaması, bir tehlike sezildiğinde onu Nil nehrine bırakması, çocuğunun tekrar kendisine döndürülüp korunacağı vadedilmişti.  Onlar peygamber olmadığına göre gelen vahy değil, ilhamdı. 

Bu kavram şu ayette açıkça zikredilir: “And olsun nefse ve ona bir takım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene.”  

Konuyla ilgili birkaç hadisi şerif hatırlayalım:

“Ümmetim içinde ilham ve keşf’e mazhar (mükellem-muhaddes) bazı insanlar vardır. Ömer de bunlardan biridir.”   

“Nice yüzü gözü tozlu, saçları dağınık, kılık kıyafeti eski kişiler vardır ki Allah adına yemin etseler, Allah onların yeminlerini kabul eder. Bera bin Azib de onlardandır.”   

“Mü’minin ferasetinden sakının, çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar”.  

“Müftüler sana fetva verseler de, sen kalbine danış.”  

Ayrıca meleklerin insan kılığında insanlarla konuştuğu, hadislerde bildirilen gerçeklerdendir. 

Serrac’ın ifadeleri ilginçtir: “Tasavvuf, Allah’ın dostlarının gönlüne ilahi kelamını anlamak, hitabından hüküm çıkarmak üzere açtığı bir keşf ve ilham ilmidir.”  O, Hz. Ebubekir’in zekat vermeyenlerle savaşa karar vermesini, Usame ordusunu göndermesini ve cariyesinin kız doğuracağını söylemesini de ilhama bağlar.  

Sufi, ilhama aldanmaz, bundan ötürü kendinde bir üstünlük görmez. O, amel, takva ve kalp temizliğinden başkasına iltifat etmez. İlham, kendisi ile emrolunduğumuz önemli bir iş değildir. Velayet, kurbiyyet ve makbuliyyete de delil değildir.  Asıl olan istikamettir. Bu istikamette çalışırken kendiliğinden gelirse, şükredilir ve gizli tutulur. Gelmezse, gelsin diye çalışılmaz. Değilse, asıl amaç unutulmuş olur. 

Amr bin Osman Mekki der ki: “Allah teala, temiz kalplere, peş peşe çakan şimşek parıltıları misali ilham gönderir. Böylece hak veli kullarının kalplerine, gayba iman ve tasdik hususunda gönüllerin inandığı şeyin esas ve özünü şüphesiz olarak ızhar eder. Kalplere zahir olan bu parıltılar, ilahi nurun fazlalığından gizli kalmış, açığa çıkamamıştır. Ta ki bu suretle nefisler de bu nurla ilgili bir tevehhüme kapılmasınlar. Eğer nefisler böyle bir vehme kapılacak  olursa o nur kesilir. Nitekim bir şair şöyle demiştir. “Hırslı kişi serabın aldatıcı parıltılarına aldanıverir.”  

Keşf’de olduğu gibi ilhama mazhariyetin de sebebi, kalbin masivadan arınması, günah lekelerinden temizlenmesi, istikamet üzere şeriatı yaşaması, daima takvayı gözetmesi ve zikrullah ile meşgul olmasıdır. Nitekim, zikreden kalbe şeytanın yaklaşamayacağı, helal yiyen kalpten lisana hikmet döküleceği, kalp şeytandan korunabilse, göklerin esrarının müşahede edilebileceği, Resullahın huzurundaki halin muhafaza edilebilse, sokaklarda meleklerle müsafaha edilebileceği.... gibi manevi hallerden bahseden hadisi şerifler, ilhamı doğrulayan naslardandır. Sözün özü, insan peygamber (sav) efendimize ne kadar uyarsa, velayetten de o kadar  nasipdar olur. Çünkü velayet, nübüvvetten kaynaklanır. Öyle olunca da, ilham, keşf, keramet, olağan işlerden olur. 

Şeriata uymayanlar, nefsin ve şeytanın havatırını -vesvesesini- ilham sanırlar.  İlham ve havatırın kimden geldiğini bilip ona göre kabul veya red edilmesi için yegane ölçü, şeriattır. 

İmam Rabbani’ye göre vahy yolu ile nebide meydana gelen ilimler, siddika ilham yolu ile açılır. “Bu iki ilim arasında bir fark hariç, hiçbir fark yoktur. O fark ise, birinin ilhamı ile diğerinin vahyidir. Durum böyle olunca, aralarında nasıl fark olur... Sıddıkıyet makamının altında bulunan her makamda, sekr halinden bir miktar vardır. Tam ayıklık hali, ancak sıddıkıyet makamındadır.

Bu ikisi (ilham ve vahiy) arasındaki bir başka fark da şudur: Vahy kat’i, ilham ise zannidir. Şundan ki: Vahiy melek vasıtası ile gelir; melaike ise masumdur. Onlarda hata ihtimali yoktur. İlhama gelince, hem ne kadar mahalli pek yüce, menzili pek âlâ ise de, ki orası kalptir ve emir alemidir. Fakat kalbin, akıl ve nefisle bir miktar alakası vardır. Nefis, her ne kadar tezkiye ile mut’mainne sınıfına girse de, itminanı ile, asla kendi sıfatlarından dönmez. Bunun için, o meydanda hata olabilir.”  

Sonuç itibariyle ilham, kişiye özel bir bilgi yolu ve ameli gerektiren bir delildir ama, hata ihtimali de vardır. Onun için asıl olan Kur’an ve sünnete ittiba, şeriata sıkı sıkıya sarılmadır. Zaten bunlarsız ilham da söz konusu olamaz. 

Daha  Başka  Kavramlar:

Tasavvufî hayatın insanın kalbi ve manevi hayatına kazandırdığı başka faydalar ve güzellikler de vardır. Bunları ifade eden kavramlardan birkaçının tarifini yapalım:

Marifet: Kalp, ruh, sır, keşf ve ilhamdan kaynaklanan ve yaşayarak, görerek, tadarak, tecrübe ederek elde edilen bir bilgidir. Genellikle irfan ile eş anlamlıdır. Kul, nefsine ve çevresine yabancılaştığı ölçüde Hakk’a marifet kazanır.

Yakin: Delillerle değil, iman gücüyle elde edilen, şüphe ve tereddüde imkan bırakmayan doğru bilgidir. İlme’l Yakin, Ayne’l yakin, Hakka’l yakin diye üçe ayrılır. Birincisi şeriat, ikincisi tarikat, üçüncüsü ise hakikat ve marifet olarak değerlendirilmiştir.

Muhadara: Ya zikrin etkisiyle, yada kuvvetli deliller sebebiyle salikin kalbinin, Allah’ın esmasından aldığı feyz ile Hakk’ın huzurunda olmasıdır.

Müşahede: Muhadara’nın ileri derecesi olup, Hakk’ın kalpde hazır olmasıdır.

Feth: Kalp gözünün açılması ve Allah’tan gelen maddi veya manevi ihsanlara ermesidir. Salikin çeşitli makamlara yükselmesini sağlar.

Feyz: Kulun çaba ve gayreti olmadan kalbe akan bilgi ve manevi haldir. 

Levaih: Zuhura gelir gelmez kaybolan tecelli nurudur.

Tavarık: Hakikat ehline gece gelen ilhamlardır.

Levami: Başlangıç halinde bulunan temiz kalpli sufilere mana aleminden açığa çıkan göz kamaştırıcı ışıklar ve doğuşlardır.

Tecelli: İlahi kudretin eserlerinin eşyada görünmesidir. 

Varid-Varidat: Kulun kasd ve iradesi olmadan haktan gelen mana, ilham ve feyzdir.

Hatıra-Havatır: İnsanın iç aleminde duyulan sestir. Haktan, melekten, nefs’den ve şeytandan gelebilir. Ölçü şeriattır. Ona göre kabul veya reddedilir. İlham bahsinde geniş bilgi verilmişti.

Vakıa-Vakıat: Gayb aleminden kalbe ya misal yoluyla, yada hitap suretiyle gelen manalar, müjdeli mesajlardır. Genellikle uyku ile uyanıklık arası olur. Salik huzur halindeyken meydana gelen vakıaya, mükâşefe denilir. Bazen rüya aleminde görülen manalar hakkında da kullanılır. Ancak sıradan bir rüya değildir.  

Rüya: Peygamberlere gelen vahy’in bir türü de rüyadır.  Kur’an, rüyadan oldukça bahseder.  Rüyanın bilgi kaynağı olabileceğine dair hadis de vardır: “Mü’minin rüyası, peygamberliğin kırk altıda biridir.”  

Sufiler, peygamber (sav)’den rüya yolu ile bilgi aldıklarını söylemişlerdir. Bir çok eserin yazılışında rüya söz konusudur.