En Büyük Tehlike İslam’a Daveti Terketmektir

Yeryüzünde varoluş amacımız, Allah (azze ve celle)’a kulluktur. Bu da ancak İslam’ı yaşamak ve yaşatmakla olur. Bunun yegane yolu da her çeşidiyle cihattır.

Cihat, İslam’ı, Müslümanları ve onların yaşadığı toprakları, yani aziz vatanlarını koruyup kollamak için kalp ve kafayla, beden ve malla çalışmak ve çabalamak, hatta gerekirse canı bile bu davada sahibine seve seve teslim etmektir. Ve dahi bilmek gerektir ki, cihada hazır olmayan milletler, zillet içinde yaşamaya mahkum ve mecburdurlar. İşte asıl o zaman, emperyalist düşmanların görünür görünmez işgalleri altında, uğruna cihattan kaçtıkları ne çiftlikleri kalır, ne de çubukları. Ne ticaretleri kalır, ne de ziraatları… Asıl tehlike budur işte... 

Bir idarecinin en büyük başarısı, milletini her an cihada hazır halde canlı ve zinde tutabilmektir. Bilip bilmediği düşmanlarını kendileriyle savaşma niyetinden caydıracak maddi ve manevi gücü her an elinde hazır bulundurmaktır.

Bu gün ülkemizde “Cihad”a karşı çıkanlar, nasıl bir aptallık içinde olduklarını bilmem ki ne zaman fark edeceklerdir?

Sevgili Peygamberimiz: “Kostantin (İstanbul) mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.”[1] Dediği için İstanbul’u fethetmek, daha sahabe devrinden başlayarak bütün Müslümanlar için bir ideal haline gelmişti.

Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensarî en-Neccârî (r.a.) de o fetihte olmak isteyenlerdendi. Hicrî 52. yılda Muaviye oğlu Yezid kumandasındaki Müslümanlar İstanbul'u kuşattılar.  İslam dininin dünyanın dört bir yanına yayılması husûsunda çok canlı ve diri bir gayrete sahip olan Müslümanlar, İstanbul'un fethi ve İslâm devletinin sınırlarına dahil olmasını şiddetle arzuluyorlardı. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârı bu seferin hazırlanması için çok çalışmış ve sefere karşı çıkanlara öğütlerde bulunmuştu.

Uzun bir yolculuk yapan Ebû Eyyûb yaşının çok ilerlemesinden dolayı at üzerinde duramayan ve kendisini kendirlerle binitine bağlatan bu mücahit sahabî, İstanbul'a yaklaştıkları bir sırada hastalanmıştı. Yezid'e, öldüğü takdirde cenazesinin hemen gömülmeyerek ordunun varacağı en ileri noktaya kadar götürülmesini ve o yerde gömülmesini vasiyyet etmişti. Burada defnedilen Ebû Eyyûb, bu gün de Müslümanların İstanbul da bir sembolüdür.

İşte bu savaşta idi. İslam ordusu önlerindeki Rumlarla savaşırken, Müslümanlardan biri Rum ordusuna tek başına saldırarak aralarına girdi. Bunu görenler:

-Sübhanallah! Adam kendi elleriyle kendini tehlikeye attı. dediler.

Böyle demekle şu ayete işaret ediyorlardı:

وَاَنْفِقُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَلَا تُلْقُوا بِاَيْدٖيكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِۚۛ وَاَحْسِنُواۚۛ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖينَ 

 “Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, her türlü hareketinizde güzel ve dürüst davranın. Çünkü Allah, dürüstleri sever.” [2]

Onlara göre hayat değerli bir emanettir ve onu, faydası olmayacağı için bir nevi intihar gibi görünen bir şekilde tehlikeye atmamak gerekir.

Aslında bu fikir yabana atılmaz. Bir atımlık barut gibi olan canımızı çok iyi kullanmalı, yerinde harcamalı, onu boşa salmamalıyız. Fedailik güzel bir fedakârlıktır. Ama fedailikte bile bir menfaat vardır. Bir atımlık barut, düşman kalesinden en az bir taş düşürmelidir. Değilse her biri dünyadan kıymetli Müslümana yazık olur.

Ancak savaş meydanındaki bu hareket ve verilen tepkiler Ebu Eyyub’u ayağa kaldırdı. Orduda bulunan Ebû Eyyûb el-Ensarî (r.a.) orada bulunanları şöyle uyardı:

“Ey Müslümanlar! Bu ayet biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. Allah Teâlâ Peygamberine yardım edip de, dini olan İslam’ı kuvvetlendirip galip kılınca ve yardımcılarını çoğaltınca, biz: “Artık mallarımızın başında durup da, zayi olanları telafi edip ıslahı için çalışsak mı?” demiştik. Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın”[3] ayetini indirdi. Buna göre asıl tehlike, mallarla ve onların ıslahı ile meşgul olup da Allah yolunda cihadı terk etmektir.”

Bundan sonra Ebû Eyyûb el-Ensarî (r.a.), hiç durmayıp cihada girişmiş ve şehid olup, İstanbul’da defnolunmuştur.”[4]

Bu ayet gerçekten ilginçtir. İslam, yaşanmak ve yaşatılmak için inmiştir ve Müslümanın ömrü ibadet ve davetle geçmelidir. Cihat, davet türlerindendir. Eğer insanlar bu değerleri bırakır da dünyaya dalarlarsa, dünyanın eşine işine, altınına gümüşüne, bağına bahçesine, malına mülküne, şanına şöhretine dalar da din için çaba ve gayreti unuturlarsa, “dinim için ben ne yapabilirim?” derdini düşüncesini bırakırlarsa, işte asıl tehlike budur.

Allah yolunda mal harcamaktan kaçınmak hem insan nefsi hesabına cimrilik tehlikesi taşır ki “cimriler cennete giremez”, hem de Müslüman cemaati zayıf düşürme ve kendini koruyamama tehlikesi ile yüzyüze getirir.

Fakat davet ve cihat bir harcama gerektirir. Müslümanlar cihadın maddi gerekliliklerini karşılamak için çalışırlar da, kazanır ve infak ederlerse, bu apayrı bir güzel harekettir. Görüldüğü gibi “ameller niyetlere göredir” ve davet ve cihat niyeti ile dünyalık kazanmaya çabalamak iyi bir iş ve hakka yakınlık vesilesi olan bir kurbiyyet, bir ibadettir. İnfak da salih bir amel olarak güzel bir taat ve ibadettir.

Bugün ise maalesef Müslümanlar, korkulması gereken bu tehlikeye her zamankinden daha büyük ve çarpıcı bir şekilde maruz kalmışlardır.  Bu açıdan bakıldığında bu materyalist çağda daha çok Yahudilerde ve tanrıtanımazlarda görülen “dünyevîleşme” hastalığının Müslümanlarda da ortaya çıkması büyük bir “tehlike” içermektedir. Zilletimizin en yakın açıklaması da bu olsa gerektir.

Evet, bu dünyada varoluş amacımız, Allah’a (azze ve celle) kulluktur. Bu da ancak İslam’ı yaşamak ve yaşatmakla olur. Bunun yegane yolu da dinimizi bilme, yaşama ve yaşatmak için çaba gösterme, yani kalp, dil, kalem, ilim, sanat, mal ve gerekirse de silahla davet ve tebliğdir, cihattır. Küçük veya büyük cihada her an hazır olarak yaşamaktır.

[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335

[2] Bakara, 2/195

[3] Bakara 2/195.

[4] Tirmizî,Tefsir 3 (2973); Ebû Dâvud, Cihad 22; Elmalılı 2/39; Sabunî 1/127.