Örfler Adetler Kişilikler

“Bir gün dersin ortasında kapı çaldı. İçeri bir öğrenci girdi. O sınıftandı ve geç kalmıştı. Hoş bir şey değildi. Döndüm ve baktım kendisine. O da bana bakıyordu. Ben ona, o bana bakıp durduk. Ben, önce bir selam, sonra da açıklayıcı bir kelam bekliyordum. Ama yapmıyordu öğrenci.

Derken sınıftan işaret mi aldı, neyse, bana bir kafa salladı yukarıdan aşağıya. Hışımla yerimden kalktım ve sür’atle yanına varıp yakasına yapıştım. Korkudan gözleri fal taşı gibi açıldı.

- Bana bak lan geveze! Hem geç kalıyor, hem dersi bölüyor, hem de kafa sallayarak beni tehdit mi ediyorsun?

- Aman hocam ben sizi tehdit değil, selamlıyorum.

– O ne biçim selam öyle söver gibi. Sen hangi dindensin?

- Müslümanım hocam.

- Çık dışarı ve müslümanca selam vererek gir.

Çocuk espriyi anlamıştı. Çıktı dışarı, kapıyı çaldı, içeri girdi ve

- Esselamu aleykum hocam, dedi.

- Oğlum yalnız bana mı? Sınıfa yok mu?

- Var hocam, onlara da var. Bir daha çıkıp gireyim mi?

- Otur geveze. Bir daha da bizi söver gibi değil, sever gibi selamla.”

Bu macerayı anlatan adamı sevmiştim. Derdimizi anlayan biriydi. Yabancılaşmaktan, ecnebi taklidinden nefret ediyor, kendi benliğimize dönmenin, aşağılık duygusundan kurtularak batı taklitçiliğinden vazgeçmemiz gerektiğini söylüyordu.

Bu kurt bünyemize musallat olalı asırlar geçti maalesef. Artık yeter demeli değil miyiz?

Şimdi size benzer bir hadise anlatayım isterseniz. Dursun Gürlek anlatıyor: “Merhum Mithat Sertoğlun'dan bizzat dinlemiştim. Şair Rıfkı Melûl Meriç, bir gün yanına aldığı bir tıbbiye talebesini ilk defa Üstad İbnül Emin Mahmut Kemal'ın Mercan'daki konağına götürür. Delikanlı içeriye girer girmez topuklarını asker gibi sertçe birbirine vurduktan sonra, başını birkaç kere sağa sola sallar; güya böylece "huzzar-ı kiram"ı selâmlamış olur. Mahmut Kemal Bey, fırsatı kaçırmaz ve gence ilk soruyu sorar:

-Evlâdım, senin adın nedir?

-Mustafa efendim!

-Maşallah! Adın, Müslüman evladı olduğunu gösteriyor. Sen bilmiyor musun ki bizde selâm temenna usûlü verilir ve "Esselâmü aleyküm" denir. "Senin de ananı, senin de ananı!" der gibi niçin başını sağa sola sallıyorsun?

Genç tıbbiyeli utancından ter dökmeye başlar. Nasıl hareket etmesi gerektiğine bir türlü karar veremez.”(Ayaklı Kütüphaneler, s. 282)

Buradan ötesi konu dışı ama merak edenler için yazalım istedim: “Tam bu sırada Mahmud Kemal Bey yine soru yağmuruna tutar:

- Herhangi bir mûsikî âleti çalıyor musun?

- Hayır!

- Bir aşır veya ilâhi okur musun?

-Okuyamam efendim!

-Misafirleri neşelendirecek bir fıkra anlatabilir misin?

-Şu anda aklıma gelmiyor!

-Be adam, sen ne demeye buraya geldin. Bizim meclisimiz meziyet ve hüner sahiplerinin toplandığı bir meclistir!

Zor durumda kalan gencin imdadına yine Rıfkı Melûl Meriç yetişir ve şöyle der:

- Efendimiz! Bu genç arkadaş dinlemesini gayet iyi bilir!

Mahmud Kemal Bey noktayı koyar:

- Ya öyle mi? Geçsin otursun. Aklı eren ermeyen herkesin konuştuğu böyle bir zamanda dinlemesini bilmek de, doğrusu büyük, hem de çok büyük bir meziyettir!” (a.y.)

Her milletin kendine göre örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri vardır ve bunlarla değerlidir. Dünyaya açık olmak başka, başkalarının her şeyini taklit ederek yozlaşmak başkadır.

Bir milletin nasıl hareket edeceğini düzenleyen, iç barış ve huzuru koruyan, insanları rahat ve huzurlu kılan, mutlu kılan en büyük yasaları, yazılmamış yasalar olan örf ve adetleridir. Bunlar hukukun ve terbiyenin en büyük yardımcılarıdır. Dolayısıyla bunların yokluğu kargaşa ve karmaşadır. Yani şimdilerde “kaos” dikleri şey.

Kaos, yani her türlü gelişimin ve saadetin katili…