ALİ HAYDAR KİREÇCİ HOCA EFENDİ

Özellikle bitmez tükenmez Şam maceraları, öğrencilere sanki bir Alaaddin’in sihirli lambası veya Sinbad’ın harikalar diyarıdır ve “Ali Baba” o maceraları anlatırken bir masal kahramanıdır. Onun can kulağı ile dinlenen hikayeleri,  binbir gece masalları gibi sürer gider dersler ve yıllar boyunca. Ve ben ikinci ağızdan, yani arkadaşların dilinden bunları ağzım açık dinlerim.

Tatil Buluşmaları

Talebelik yıllarımızda okul tatillerinin en zevkli yanı, okumak için değişik vilayetlere giden öğrencilerin köylerinde yeniden buluşmalarıydı. Ben Diyarbakır’dan gelirdim. Arkadaşların çoğu Kahramanmaraş’ta okurlardı, ya İmam Hatip Lisesinde veya o zamanın lakabıyla Kara Lisede. Yazın hepimiz köyümüz Hartlap’ta buluşurduk.

O zamanlar köyümüzde ortaokul ve lise yoktu. Çoğunlukla İmam Hatip Lisesine giderdi gençler. Bu Allah Tealanın köyümüze bir lütfudur. Bunda köyümüzün dindarlığının etkisi çoktur tabi. O zamanlar bendeniz, Ahmet Çelik, Fahri Çelik, Ahmet Vişne, rahmetli Bekir Mercimek aynı dönemde İmam Hatip Lisesinde okuyan gençlerdik. Daha sonra o kuşağa Ahmet Yeter, Abdullah Yayan, Mehmet Vişne, Adnan Alagöz ve daha başkaları da eklendi.

Mehmet Gönül, Hamit İşler ise tabiri caizse “liseli İmam Hatipliler” idi. Yani İmam Hatiplilerle benzerleşmiş, düşünce ve davranışta aynı boyaya boyanmış gençlerdi.  Bu gençler tatilde bir araya gelirlerdi.  Çalışan çalışır, çalışmayanlar da gün boyu bir araya gelir, yetmez, bir de gece buluşur, koyu sohbetleri demlerlerdi. Belki de onlar her zaman öyleydi de ancak ben bu nimeti yazın yakalayabiliyordum. Bu da benim herkesten uzak Diyarbakır gibi bir gurbette okumamdan kaynaklanırdı.

Öğrenciler ve öğretmenler bir araya gelince daha çok ne konuşurlar?

Okulun ihata duvarından dışarıya çıkamazlar genellikle. İşte bizim arkadaşlar da bir araya gelince okuldan ve öğretmenlerden bahseder dururlardı daha çok. İyi de ben katılamıyordum genellikle bu konuşmalara. Çünkü tanımıyordum anlattıkları okulu da, öğrencileri de, öğretmenlerini de. Benim okulumu ve hocalarımı da onlar tanımıyordu.

Peki, öyleyse oturup somurtuyor muydum?

Hayır, anlatılanlar öyle cazip, öyle hayret verici, öyle ilginç şeylerdi ki, haliyle ben de onları zevk ve şaşkınlıkla dinlerdim. Bence çok şanslı öğrencilerdi bunlar!

Adı Geçen Hocalar

Arkadaşlarımın konuşmalarında şu isimler sıklıkla geçerdi. Başta velileri de olan Ziya Güvenen, sonra Hüseyin Bahar, Ali Baba, Necmeddin Gevri, Fahri Kanadıkırık, Kara Dayı, yani Mustafa Koyuncu..

Ziya beyi tanımadım. Anlatıldığına göre çok zeki, çok kabiliyetli, çok yönlü, bir o kadar da coşkun ve hatta taşkın. O taşkınlığı mesleğine mal olmuş sonraları. “Ali Baba” dedikleri ise Ali Haydar Kireçci Hocadır. Anlattıklarına göre öğrencilerin “baba” demelerini hak etmiş birisidir. Suriye’de Şam’da okumuş. Arapça ve İslamî ilimlerin neredeyse yok olduğu bir kıtlık zamanında Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesine genç bir öğretmen olarak gelmiş. İlklerden olma avantajıyla koca bir beldenin gönlüne taht kurmuş. Kendine karşı şehirde yoğun bir ilgi oluşmuş. Okul dışında da sohbetlerin gözde adamıymış.

Çok sonraları beraber çalıştığımız günlerde bana bir defasında şeker hastalığını anlatıyordu. Sordum:

-  Buna nasıl yakalandınız hocam?

 O münasebetle şöyle söylemişti:

-  Aman paşam, talebelikte yarı aç yarı tok okuduk. Sonra Maraş’a gelince her akşam bir evde misafir olduk. Maraş’ın yemekleri de malum. Kendimize hâkim olamadık. O yokluktan sonra bu pisboğazlığa düşünce işte şeker olduk.

-  Estağfirullah hocam.

-  Yok ciğerim, gerçek bu, gizlemeye ne gerek, dedi.

Tam Bir Sohbet Adamı

Bildiğim kadarıyla düzenli bir vaaz halkası olmamış ama tatlı dili, güler yüzü ve engin tecrübesi ile tam bir sohbet adamı olmuş. Yani planlı programlı ve disiplinli konuşma yerine tam bir serbestlik içinde geçen, konu nereye giderse oraya doğru kendiliğinden akan nehir gibi bir sohbet. Eski tasavvuf geleneğinde görülen türden usta bir sohbet şeyhi hoca, o dünyaya yabancı olsa da. Bulunduğu meclisin en önemli özelliği neşedir. O varsa bir mecliste, neşeyle yenilir içilir her şey, neşeyle ifade edilir. Bir ilmî kelamın yanına muhakkak üç beş hatıra da eklenir en canlı ve neşeli tarafından. Kimin hoşuna gitmez ki bu sohbetler? Öyle olunca da Kambersiz düğün olmaz!

Bu “hayat ve sohbet adamı” özelliği derslerine de yansır Hoca Efendinin duyduğuma göre. Hangi derse girerse girsin, önce tecrübelerine dayalı olarak hayatı anlatır öğrencilerine. Onun için müfredat programı diye bir şey yoktur. Belli bir başlık ve belli konular yoktur onun dersinde. O gün ne öğretilecekse veya öğrenciler nereye yönlendirecekse o işlenir. Başkalarına soramadıkları her soruyu Ali Baba’ya sorar öğrencileri. Başkalarına açamadıkları sorunlarını ona açarlar.  Mahrem demez, ayıp demez açarlar. Derse girmeden önce soru doldururlar ceplerine. Öğrencilerin her sıkıntılarını önce Ali Baba duyar ve ilgilenir. Bir güven oluşur ona karşı, bir sevgi halelenir etrafında, bir hürmet ve muhabbet dalgalanır sınıftan okula, okuldan şehre doğru, suya atılan taşın dalga dalga daireye yayılması gibi.

Özellikle bitmez tükenmez Şam maceraları, öğrencilere sanki bir Alaaddin’in sihirli lambası veya Sinbat’ın harikalar diyarıdır ve “Ali Baba” o maceraları anlatırken bir masal kahramanıdır. Onun can kulağı ile dinlenen hikâyeleri, bin bir gece masalları gibi sürer gider dersler ve yıllar boyu. Ve ben ikinci ağızdan, yani arkadaşların dilinden bunları ağzım açık dinlerim. Duyduklarıma bakarsam ben böyle bir öğretmen görmedim. Sanırım görmem de mümkün değil.

 Zaman zaman sohbetlerimizde bunun değerlendirmesini de yaparlardı arkadaşlar. Bazıları bunun öğrenciyi yetiştirdiğini söyler ve takdir ederlerdi. Bazıları da “iyi ama o esnada esas öğrenilecek ders konuları kaynar giderdi. O eksiklik ne olacak?” derlerdi. “Bunun zararını İslam Enstitüsü imtihanına girip de kaybedince gördük” diyenler de duyulmuştu. Kimileri de onlara cevap yetiştirir, “sanki öğrenecek talebe vardı da hoca öğretmedi” derdi. Kimileri de her şeyi ilme ve öğrenmeye getirirdi. Sohbetleri böylece tatlı tatlı devam eder giderdi arkadaşların. Müstakbel bir öğretmen adayı olarak bu değerlendirmeler dikkatimi çekerdi. Kendime bir usul yakalamaya çalışırdım.

Nihayet Beraber Çalıştık

1980 yılında okulların açıldığı bir ayda Maraş İmam Hatip Lisesine tayinim çıkınca Ali Hocam ile beraber çalışma durumumuz oldu uzun yıllar. Doğrusu tam da anlattıkları gibiydi. Yaşlanmıştı tabi. O bir üstattı okulda, gerek idare, gerekse öğretmenler arasında ayrı bir yeri ve değeri vardı. Öğretmenler odasına geldi mi hemen etrafı çevrilirdi. Herkesin gözü onda, kulağı sözünde olurdu. O da bu iltifattan memnun, şen şakrak sohbete katılır, konuştuğunda herkesi neşelendirirdi. Güneşin girdiği yere hastalık giremediği gibi, onun olduğu yere hüzün giremezdi. Latifeyi severdi. Hayret ettiğim bir yanı da, bu kadar ağırlığına rağmen, mağrur ve kibirli değildi. Kimseye mesafe koymazdı. Hatta mütevazı sayılırdı. Öğretmenler odasında, aşağıdaki kooperatifte, bahçede hocalar sohbet ederken gelir, sıradan birisi gibi oturur, yapılan hürmet ve tazime tevazu ile mukabele eder, hiç büyüklüğünün havasını hissettirmezdi.

Hatta ben ona karşı önceleri biraz ihtiyatlı ve endişeli yaklaştım çaktırmadan. Sebebi, daha önceleri rahmetli İsmail Akben Hocamızın müdürlüğü zamanında yaşanmış bazı nahoş olaylardı. Uzun uzun anlatmak istemiyorum, Ali Hocamın başını çektiği bir grup İsmail Hocamın müdürlüğünü yadırgar, iki sene biraz üzerler onu. O da iki seneye kadar onlara tahammül eder. Ama bir gün öyle bir manzara ile karşılaşır ki, orada sabır taşı çatlar, alır eline dosyaları, doğru valiye çıkar ve onunla Naci Kahraman hocamızın sürgünün olarak tayinini kazalara çıkarır. Neyse araya dostlar girer, Hacı Kalay amcanın evinde bir ziyafet vesilesiyle birleştirilir ve barıştırılırlar. Sürgün tayinler durur. Fakat galiba olayın içinde biraz mecburiyet, daha çok da siyaset vardır. İsmail Akben Hocayı tayin eden iktidar gidince, bu bir fırsat veya imkân bilinerek müdürlükten alınır ve okuldan sürgün edilir. Her neyse, İsmail Akben Hocamla aralarında bir muhabbetsizlik yaşanmıştır.

Bunları niye mi anlatıyorum? Niye mi Ali Hocama karşı biraz ihtiyatlı ve endişeli davranıyorum?

Medine’de Kucaklaşma

Sebebi şuydu: Onlar bilmiyor ama İsmail Akben Hocam benim hem uzaktan akrabam, hem de Diyarbakır İmam Hatip Okulundan hocamdır. Bu cihetle kendisini iki kat severim. Bu olayları onun ağzından kaç kere dinlemişim. Onların bilmedikleri bazı meselelere dolayısıyla vakıfım. İşte bu yakınlık yüzünden acaba Ali Hocam benim tarafsız ve adaletten, insaftan yana olma karakterimi bilmez de, yok yere bana tavır alır mı?

Aradan yıllar geçer. Sene 1987. İlk haccımızdayız. İsmail Hocamla beraberiz. Medine’de merhum Enis Efendinin ziyaretinden geliyoruz. Kalbimiz onun müthiş müessir sohbetiyle ürpermiş, saflaşmış, yufkalaşmış, arı duru olmuş. Tam Mescidi Nebiye giderken karşımızdan bir cemaatle Ali Haydar Kireçci Hocam gelmesin mi? İsmail Akben Hocam onları görünce çok sevindi ve hızlıca Ali Haydar Kireçci Hocama doğru gitti, kollarını açtı. O da aynen karşılık verdi. Öyle bir kucaklaştılar ki, biz bir kenarda kendimizi zor tuttuk. Sanırım içlerinde ne varsa, hepsini bu sefer hakikaten oracıkta, o mübarek mekânda döktüler ve helalleştiler.

İşte benim tedirgin ve ihtiyatlı olmamın sebebi buydu.  İsmail Akben Hocamla uzaktan akraba olmaktan ailecek görüşmekten öte bir muhabbetimiz vardı. Her huyumuz sanki tutardı birbirini. Çok sevedik birbirimizi. İşte ben acaba onunla olan yakınlığımdan dolayı Ali Hocamın bana bir uzaklığı, tedirginliği, tepkisi olur mu diye endişeliydim. Başkalarından duyacağına benden duysun diye bir punduna getirip bu akrabalığı ve yakınlığı duyurdum kendisine. Gülerek, “Olur mu öyle şey paşam” dedi. Ruhu şâd olsun. Gerçekten de ne tutumunda bir değişiklik oldu, ne bana olan sevgisinde bir azalma. Zamanla daha da artan bir sevgi saygı içinde olduk birbirimize karşı. Allah var, bana muamelesi çok güzel, çok seviyeli, hak etmediğimi düşündüğüm kadar saygılı idi. Bunu görünce bütün kaygılarım gitti. Ben kendisini zaten içtenlikle severdim. Daha da çok sevdim.

İmam Hatibin Sembolüydü

Ali Hocam son zamanlarda yaşlanmıştı. Derslere girer çıkardı elbette ama eski verimli çağı geçmişti haliyle. Zaten okul idaresi de ona çok bir öğretmenlik yaptırmazdı. Müdür Bey de çoğu zaman onun yerine birisini derse gönderir, onu okul işleri için ilgili yerlere alır götürür, sorunları beraberce çözmeye çalışırdı. Okul müdürü onu almadan neredeyse şehre ziyaretlere inmezdi.

Sadece idare mi?

Dernek de onu almadan İmam Hatip için yardıma gitmezdi. Hacı Kalay da onsuz sanki bir yere gitmezdi para istemek için. O ve Hacı Kalay okula lazım olan bina yapımında hep beraber çalışırlardı. Sadece bunlarla sınırlı da değildi, o her sorunla ilgilenmekten geri durmazdı. Belli bir alanın değil, her alanın adamıydı.

Ahir ömründe kim aklına düşürmüşse bilemem, müdürlüğe kafa sardı. Ayak oyunlarını bilmeyen, siyasetle çok arası olmayan bu adam da hangi kafayla müdürlüğe heveslendi, aklım almıyor. Hırs böyle bir şey demek ki! Doğrusu onun gibi birisi, tecrübesiyle bu işlerin kendinden uzak olduğunu bilmesi gerekirdi. Nihayet onu müdür yapmak için Ankara’ya beraber gidenlerden birisi, cebinde kendi müdürlüğünü onaylayan evrakla dönerken, bunda haberi bile yok, yolda hala müdürlük sayıklıyordu!

Mızrak çuvala sığar mı? Nihayet müdürün kim olduğunu görünce, ona neler neler yaptığını anlatır durular. Biz de gülerek seyretmiştik olayları. Fakat Ali Babaya rağmen, hem de ona kazık atarak müdür olan birisi orada yaşayabilir miydi? Onların ahmaklığı da bunu görememekti. Nitekim ihaneti fark ettiği gün işi bitmişti o müdürün.  Tabi ki çok kalamadı o okulda müdür olarak, evrakı koltuğunda okulu dahi terk edip gitti.

Gerçek şu ki müdürlük Ali Hocamın ne mizacına, ne bilgisine, ne yaşına, ne de hizmet tarzına hiç uygun değildi. Herkese gelse, ona gelmezdi. Bunu kendisi de kabul eder, çok sonraları “sen kim müdürlük kim? Senin neyine müdürlük? Kafa işte” diyerek anlattıkça gülerdi.

Yersiz Bir Mücadele

Ali Haydar Hocamız emekliye ayrılınca çok meslektaşının aksine hemen sakal bıraktı. Elinde bastonuyla şimdi tam bir hoca kılığındaydı. Hatta bilmeyenler bakınca onu bir “Şeyh Efendi” sanırdı. Şeyh Efendi deyince aklıma geldi, çoğu Arabistan’da tahsil görenlerde olduğu gibi tasavvuf ve tarikatlara karşı olumsuz bir tavrı olduğu söylenirdi. Doğrusu bana bu konuyu hiç açmadı. Sohbetlerinde de menfi bir söz ve tavrını duymadım ve görmedim, Demek bu konuda ya aşırı bir görüşü yoktu. Veya gençliğinde varsa da zamanla bu aşırı tutumu törpülenmişti. Öyle ya, hayat ona da bize de ne hakikatleri öğretmişti.

Belki de böyle zannedilmesi  “Süleymancı” denilen cemaatle yaman bir kavgasının olduğundandır.  Fakat bu kavga, tarikat cihetinden değil, İmam Hatipleri savunmasından kaynaklanır. Çünkü başka tarikat guruplarıyla böyle bir durum yaşamamıştır. Gerçi hamdolsun o kavgalar nispeten geçti. Ama bir zamanlar o kardeşlerimiz, sanki bütün varlık sebeplerini İmam Hatip Liselerine düşmanlık olarak bilmişler, İslam’a için şirk ve küfürle kavga yerine hizmette kendi kardeşleri sayılan İmam Hatiplerle mücadele eder hale gelmişlerdir. Bunu da bir hizmet sanmışlardı. Tabi ki etki, haliyle tepkiyi doğurmuştu. Bilemiyorum, onlara sorulsa belki de onlar “etki oradan geldi, biz tepki gösterdik” diyeceklerdir. Ama sonuçta maalesef Müslümanların emek ve enerjileri heba olmuştur.

Aslında bu sadece burada değil, Türkiye çapında bir meseleydi. 12 Eylül darbesi iki tarafı da ezdi ve ceza evinde yatırdı. O zaman biraz tanıştılar ve aradaki soğukluğu giderdiler. Hatta bir zamanlar Tekir’de dostlarla sohbet ederken o cemaatin hocalarından Recep Bey az ötede bir lokantaya gelmiş. Bize haber verilince, kalktık ziyaretlerine gittik. Kucaklaşırken bana dedi ki: “Sevişmemiz için illa bir darbenin mi olması lazımdı?” Oturunca bunun başından geçen bir hikâyesini anlattı. Pazarcık ceza evinde bunu beraber yattıkları bir Diyanet hocasına söylemiş. Geçelim şimdi, uzun hikâye. O macerayı baştan sona içinde yaşayarak gördük biz, ama yeri burası değil.

Medine’den Bayram Tebriki

Sanırım 2005 yılıydı. Daha sonra da olabilir. Zamanla aram iyi değildir. Bir Ramazan bayramı günüydü. Medine- i Münevvere’den aradım Ali Hocamı. Kendimi tanıttım, “mesafe uzak, ses değişebilir, tanıyamayabilir” diye. Bayramını tebrik edip ellerinden öptüğümü söyledim. “Tanıdım ciğerim tanıdım. Allah senden razı olsun” dedi ve ağlamaya başladı. Ben hastalığına verdim. O zaman yatağa düşmüştü. “Bir o haline, bir de eski bayramlara bakarak ağlıyordur” dedim içimden. Ama maalesef çok daha kötü ve çok da acı bir vaziyetle karşılaştım. Çünkü biraz sakinleşince bana ne dedi biliyor musunuz?

“Bak sen ta oradan aradın ve bayramımı tebrik ettin. Ama şu saat oldu, daha kapımı kimse çalıp da bayramımı tebrik etmedi burada!”

Dondum kaldım!

Vefasız mıyız?

Ali Haydar Hocamız bir ömrü dop dolu ve çok canlı yaşayınca, ahir ömründe bir kenarda kalmak, unutulmak, bayramda bile hatırlanmamak ona haliyle herkesten daha zor gelecektir. O yüzden yaşının bir hayli ilerlediği ve bazı hastalıklardan dolayı bünyesinin zayıf düştüğü şu günlerde, başta talebeleri olmak üzere bütün sevenleri onu yalnız bırakmamalı, sık sık ziyaret etmelidirler diye düşünüyorum.

Hani “Allah kimseyi gördüğü günden geri koymasın” derler. O hocamız etrafında hep insan halkası gördü, sohbet gördü. Şimdi o gördüğü günlerden geri kalır da bir köşede yalnızlık çekerse içerleyebilir, üzülebilir, hatta kahrolabilir. Belki nezaketinden dolayı bunu kimseye dillendirmeyebilir. Ancak bunu bizlerin anlaması gerekmez mi?

Bayramlar, çocuklar kadar yaşlılarındır da…

O yüzden dostlarına buradan seslenmek istiyorum; en azından üç ayda bir, olmazsa altı ayda bir hocamızı ziyaret edelim. Ayda bir demiyorum, o zaman da evi dolup taşar da rahatsızlıklara sebep olabilir. Her talebesi veya seveni altı ayda bir ziyaret etse, evi cıvıl cıvıl insan kaynar. Bunu bile yapamayacaklara hatırlatıyorum, hiç olmazsa bayramlarda bir ziyaret ediniz. Yoksa hem büyük bir sevaptan mahrum kalırsınız, hem de “vefasız” yaftası boynunuza asılır. Hepimizin hocalarımıza karşı ödenemez borçlarımız vardır. Bir ziyareti bile yapamazsak, bu minnet ve şükran borçlarımızı nasıl ödeyebiliriz?

İtibarını Hep Korudu

Hocamızın cemiyetteki hizmet hayatı sanırım ilmî hayatının üstündeydi. Halktan çok itibar gördü. Hiç şüphesiz bu itibar da bir hak vergisidir. O da bu itibarı boşa çıkarmamış, cemiyetin bu sevgisini istismar etmemiştir. Hocalığına asla zül getirmemiştir. Dünya menfaatine alet etmemiştir. Geriye evlatlarına ve camiasına ter temiz bir isim ve itibar bırakacağı muhakkaktır. Yoksa toplum kimsenin hatırını yok yere saymaz ve değerlendirmesinde kolay kolay aldanmaz.

Yakın arkadaşlarından duyduğum ve gördüğüm kadarıyla hocamız kendisinden umulan kadar çok okumazdı. İlmî tetebbuatı azdı. Zamanında öğrendiğini iyi ve sağlam öğrenmişti. Onun ekmeğini yerdi. Kimden duyduğumu şimdi hatırlamıyorum, gençliğinde Hanefi mezhebinin en özet fıkıh kitabı olan Kudurî’nin Arapça metnini ezberlemişti. Onun ana sermayesi bu idi ve ömrü boyunca bunu iyi değerlendirdi.

Nitekim evinde ziyaret ettiğimizde kütüphanesi bizi şaşırttı. Biz bir ev dolusu kitap beklerken, bir duvar dolusu bile değildi. Fakirlikten mi, ilgisizlikten mi böyleydi, bilemiyorum.

Hocamız gençliğinde bir heyecanla Zeynî Dehlan’ın bir kitabını “Vehhabiliğe Reddiye” adıla çevirmişti. Kitap 103 sayfa olup Otağ Matbaasında İstanbul’da basılır. İşte onun kapağı:

 

Hocamdan dinlediğime göre ülkede yaşayan vehhabiler buna büyük tepki verirler. Hocamın da bu tepkiden gözü korkar. Bir daha da tercüme işlerine girişmez.

Bir Temenni

“Keşke hatıralarını olsun yazsaydı” diyerek bir teklif ve temennimi dile getireyim mi?

Ne olur bir talebesi çıksa da onun anlattığı hayat hikâyelerini kitaplaştırsa ne kadar iyi olur. Biz de merak ediyoruz; Suriye’ye ne zaman, nasıl, kimlerle gitti? Orada hangi okullarda ve hangi hocalarda okudu? Etkilendiği şahsiyetler, kitaplar ve olaylar nelerdi? Döndüğünde ülkesini nasıl buldu? Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki artılar eksiler nelerdi? Vs. vs…

Bütün bunlar bilinmeye değer konular değil midir? Eğer öyleyse neden bu zamana kadar yazılıp çizilmemiştir. Bence bu bir vebaldir. Bu vebal hala İmam Hatip Lisesinin idare, öğretmen ve öğrencilerinin boynunda durmaktadır. Zararın neresinden dönülürse kârdır. Bu işe İmam Hatip Lisesi idaresi ön ayak olmalı, belli bir plan dâhilinde o ve başka etkin hocalar hakkında kitaplar yazdırmalıdır. Ne olacak, her talebesi hafızasında kalanları not etse de idareye verse, ne eserler çıkar ortaya. Gerisi bir tertip ve redakte işi. Elbet bir yiğit bulunur.

Ne dersiniz ey İmam Hatip Liselerinin müdürleri? Sadece okul mu sizin sorumluluğunuz? O makamın izzeti ve lezzeti ile yetinmek yetiyor mu size? O izzetin ve lezzetin bir bedeli olmayacak mı? Ey onun hikâyeleri ile meclislerini neşelendiren öğrencileri, bu işte sizin bir sorumluluğunuz olmayacak mı?

Dua

Muhterem Hocamıza buradan sevgi ve saygılarımı sunarken, Yüce Yaratıcımızdan ona sıhhat ve saadetler dilerim.[1] Allah (azze ve celle)  onu incitmesin, daima yüzünü ak, gözlerini aydın eylesin, yüreğini hep huzurlu ve mutlu kılsın. Zamanı geldiğinde de hepimize hüsn- ü hatimeler ihsan eylesin ve sevdiklerimizle cennetinde buluştursun. Âmin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Sözün gelişinden de anlaşılacağı gibi biz bu yazıyı yazdığımızda hocamız hala sağdı. Şimdi vefatından yıllar geçti. Ama biz yazının bu üslubunu koruduk. Allah rahmet eylesin.