MUSTAFA IŞIK HOCA EFENDİ (DUSSUZ HOCA )

Hoca Efendi ilmihal bilgilerinin yanında değişik çağdaş eserler de okurmuş. Şehirden gelen okumuş yazmışlar onun sohbetini çok severlermiş. Çağdaş bazı kavram ve ilimleri bir köy hocasından duymak, bazı bilmedikleri veya tereddüt ettikleri şeyleri ondan öğrenmek, adamları müthiş etkilermiş.

Köyüne Şeref Verdi

Çocukken baktıkça içimiz açılan ve çocukça “arkasında neler var acaba?” diye düşündüren ulu dağ Yavşan’dan kopan sular, dikine aşağı köpüre köpüre iner, Dereboğazı köyünden geçerek Hartlap’ın altından Öşlü’yü ihya ederek Ceyhan nehrine karışır. Tabi adını yörenin bir eyalet kadar namlı köyü Hartlap’tan alır. Olur Hartlap Deresi. Çocukken o derede ne maceralarımız vardır, yeri geldi, hatıralarımızda anlattık.

İşte o köy, ta Andırın, Kadirli kadar uzaklardan talebeler çekerdi. Zira yörenin en büyük Kur’an Kursu o köydeydi. Bu “cennet boğazı” serin ve şanslı köy, bu nimeti neye borçluydu?

Tek kelime ile Dussuz Hoca lakaplı Mustafa Işık Hoca Efendiye. Evet, bir hoca, bir hizmet insanı, bir köye, hatta bir beldeye manevî hayat verir, şeref verir, şan verir!

Kimdir Bu Hoca Efendi?

Bu Hoca Efendi Rumî 1326 yılında işte bu Dereboğazı köyünde dünyaya gelir[1]. Cumhuriyetin artık İslam devletinden CHP eliyle laik, batıcı bir devlete dönüştüğü yıllardır. İslam yasaklanmıştır ülkede. Eğitimi yapılamaz, hukuku kaldırılmış, kılık kıyafeti dahi tahammül edilmez olmuştur. Dindar insanlar yönetimden ya dışlanmış, ya da teslim olmuşlardır ona. Köylerde bile Kur’an okumak yasaktır. Jandarma cadı avına çıkmış, yasağa rağmen dini öğreten insanları aramaktadır.

Bu şartlarda köyünde askerlik çağına gelen Mustafa Işık, her vatandaş gibi askere gider. Orada okuma yazma öğrenir. Bu işlere kafası yatkındır. Terhisten sonra devlete müracaat ederek eğitmen olur. Zira o zamanlarda devlet her yere öğretmen yetiştirememiştir. Okur yazar olan askerlik yapmışları basit bir sınavla öğretmen görevi yapacak “eğitmen” olarak atamaktadır. Çünkü askerlik sadece savaş öğretmez. Aynı zamanda yeni devletin dayandığı devrimleri ve ana düsturları da öğretir. Sistemi savunan birisi haline getirir ve ondan yararlanır.

O zamanlar köyünde okul yoktur. Etraf köyler de öyle. Çocuklar okumak için merkez köy olan Hartlap’a gitmek zorundadırlar. Yazın sıcak neyse, kışın çok soğuk olmakta, Hartlap Deresi coşup kudurmaktadır. Çocuklar ellerinde ısınacakları odunlar, bellerinde öğle tatilinde yiyecekleri azıklar olarak sabahın köründe düşerler yollara. Kendisi de düşer tabi onlarla birlikte.

Allah Teâlâ’nın ne şanslı kuludur ki, köyde asıl öğretmenlik yapan kişi Muallim Abdullah efendidir. Yukarıda yazmıştık, hükümetin din dışı merasimlerinden kaçmak için köyde yaşamaya katlanan bir alim. İlk tahsilini Osmanlı medreselerinde yapan, Arapça ve Farsça’yı iyi bilen, dedesi bir kâmil mürşit olan Allah dostu bir adam.

Bu güzel insan devlet ile muhatap olmayı hiç sevmez. Bir şekilde okul yönetimini de eğitmenine teslim eder. Her gün iki köy arasından geçen dereyi aşarak Hartlap’a gelen bu eğitmen, eğitim ve yazışmalar için gelen giden evrak için durmadan Muallim Efendiye lügat veya bazı kaideler sorar durur. İmlada doğruyu yanlışı öğrenmeye çalışır. Hoca Efendi bir gün ona der ki:

-  Bu böyle olmaz. Eğer bir şeyler öğrenmek istiyorsan, temelden başlamalıyız.

-  Tamam, ben talibim Hoca Efendi, der o da.

Böylece başlarlar Arapçayı ve İslami ilimleri okuyup öğrenmeye. Yıllarca devam etmişler bu işe gizlice. Hatta hoca efendi bir ara geceleri de okutabilmek için Dereboğazı köyüne nakleder evini. Maraş’a tayin istemeyi de erteler, sırf talebesi yarım kalmasın diye. Nihayet şehre giderken yerine bıraktığı büyük bir ikram olur Dussuz Hoca o yöre insanlarına.

Şahsiyet Ve Şemaili

Dussuz Hoca kırmızı benizli, tebessümü bol, “güleç” ve güzel yüzlü, tatlı dilli, emekliliğinde kısa sakallı, hoş sohbet, sevecen ve kolayca sevilen bir adamdır. Eğitmenlikten emekli olunca evine yakın bir camide imamlık yapmıştır. Evinin altında küçük bir bakkal dükkânı vardı, orayı hatırlıyorum. Onun geliri ile hem evini geçindirir, hem çocuk okutur, hem de uzaktan yakından gelen misafirlerini ağırlardı. Son derece cömert ve misafirperver bir insandı.

Evet, Kuran okutmanın bile yasak olduğu yıllarda her şeyi göze alarak Maraş’ın Batı köylerinden, Andırın, Kadirli ve Kozan bölgelerinden gelen talebelere köyünde belli bir seviyeye kadar Arapça ve İslamî ilimlerde dersler verdi. Aynı zamanda sürekli halkı vaaz ve sohbetleri ile irşat ve terbiyeye çalıştı durdu.

Ömrünün son iki yılında kanserle mücadele etti. Bu hastalığını hanımı dâhil kimseye bildirmemiş. Rahatsızlığının farkına varan dostlarından birisinin zorlamasıyla Maraş’ta “Karpuz” lakabıyla bilinen doktora gider. Onu muayene eden doktor vaziyeti anlar ve ısrarla tedavi için Ankara`ya gitmesini ister. Uzun ve meşakkatli bir dönem başlar. Çok sabırlı ve hiç şikâyet etmeyen bu aziz insan, nihayet 1964 yılında Ankara’da hastanede vefat eder. Cenazesi Maraş’a getirilir ve Dereboğazı köyü mezarlığında defnedilir.[2]

Dussuz Hoca’nın İlmi

Dussuz Hoca merhum Darendeli Abdullah Efendiden Arapça’dan neler okudu, İslamî ilimlerden hangi dersleri aldı tam olarak bilmiyoruz. Domur Hoca diye bilinen dostum Mehmet Çınar Hoca Efendi Dussuz Hocamın talebesidir. Ondan belli bir seviyede Arapça okuduktan sonra hocası:

- Benden bu kadar! Daha fazla tahsil için şehre gitmelisin, der.

- Neden hocası Muallim Abdullah Efendiye göndermedi? soruma,

- Bilmiyorum, diye cevap vermişti.

- Acaba zamanın fitnesinden hocasını korumak için midir?

- Bir fikrim yok hocam.

O günün şartlarında Domur Hoca şehirde bir okutan bulamaz. Aslında vardır, ama köyden gelen o gariban bulamaz. Bildiklerinin seviyesi de ona kifayet etmez. Fakat ilim peşinde araştırırken bir duruma muttali olur. O sıralarda kaçakçılarla Suriye’ye gidip okumak yaygındır. O da öyle yapar. Pasaport yok, para yok, gidilen yerde kimi kimsesi de yok. Allah Teâlâ’ya tevekkül ve itimat ile bu işe yardımcı olan birisiyle, kaçakçıların arasında mayınlı tarlalardan geçerek, sınırda mavzerlerin namlusundan gizlenerek, dilini dişini bilmedikleri bir ülkeye giderler okumak için. Evlatlarına “yazınız babanızın hayatını” diyorum, onca evladı var okumuşlar, hala birisi yazmadı. Keşke bilseydik o diyarda başlarına neler geldi?

Domur Hocadan bu konuları sorup soruşturdum. Aldığım bilgilere göre Dussuz Hoca orta seviyede Arapça bilir. Kendilerine sarf ve nahvin yanında fıkıh ilminden “Nuru’l İzah” kitabından ders okutur. Bazen Arapça bir tefsir okuduğunu da söylerdi ama kitabın adını hatırlamıyordu. Domur Hocamın dediğine göre ilmihal bilgilerinin yanında mesela Risale- i Nurlar gibi, Numan Şiblî’nin Asr- ı Saadet’i gibi değişik eserler de okurmuş.

Bildiğimiz bu üç ana kaynak, elbette o dönem çok okunan Nasuhî Hocanın “İlmihal”i, onun sohbetinin önemli bir kaynaklarıdır. Risale- i Nurlar özellikle onun ağzından gerek okumuşlara, gerekse halka büyük tesir etmekte, duyanlarda bam başka etkiler uyandırmaktadır. Domur Hocamın ifadesiyle onlarla çok meşgul olurmuş. Oradaki bilgiler seviyelerine göre anlatılınca hem köylülere, hem de okumuş ama kendi dinine, tarihine, kültür ve medeniyetine cahil kalmış memurlara çok etkili olurmuş. Bu bilgiyi Domur Hocamdan aldım ama ben de o minvalden sohbetlerini zevkle dinlediğimi hatırlıyorum. Hatta merhum babama risalelerden “Küçük Sözler”i hediye etmişti, demek boşuna değil.

Evet, bu tür asrî eserlerle muhatabını rahat ikna eder, dolayısıyla sevilir, sayılırmış. Şehirden gelen okumuş yazmışlar onun sohbetini çok severlermiş. Çağdaş bazı kavram ve ilimleri, yıllar yılı cahil, gerici, yobaz bildikleri bir hocadan, bir köy imamından duymak, bazı bilmedikleri veya tereddüt ettikleri şeyleri ondan öğrenmek, adamları müthiş etkilermiş. Öyle ya, “medenilere galebe ikna iledir”. Onlar da tatmin oldukça hayran da olurlarmış. İlim böyle bir etkidir, sanki sihir gibi bir şeydir işte!

Bir başka talebesi Yaşar Gülaçtı Hoca hayat hikâyesini yazdığı bir yazıda şöyle demektedir:

“1962 yılında yine komşu köy olan, Dereboğazı köyündeki Tuzsuz hoca ismi ile mâruf (merhum) Mustafa ışık hoca efendinin açtığı medreseye girdim. Bu medresede hoca efendinin yardımcısı olan Mehmet Erçoban hoca efendiden üç yıl boyunca sarf ve Nahiv dersleri aldım. Üç yılın sonunda (Izzi, Merah, Avâmil, İzhar, Kâfiye ve Mollacâmî gibi) kitapları okuyarak âdetâ ezberledim.”[3] Ancak yaşar Hoca bu ilimleri yardımcısından okuduğunu beyan ederken, hocanın okuttuğundan veya ilminden bahsetmiyor.

Dussuz Hoca’nın Hizmeti

Rahmetli Dussuz Hoca sadece kendi köyünün değil, bütün batı köylerinin hocasıydı. Çok muhterem bir insandı. Gayretli bir hoca, fedakâr bir Allah adamıydı. O yöreye göre çok büyük hizmetleri olmuştur. Emekli olunca köyün camisinde imamlık yapmıştır. Ancak o imamlık yapmakla yetinmemiş, yasaklı yıllarda yıllarca köyünde çocuk okutmuştur. Bu okutma işi yakın köylerden başlayarak uzak muhitlere kadar duyulmuş, başına bir hayli talebe toplamıştır. Onlara bir yandan Kur’an ve tecvit öğretirken, bir yandan da “Emsile, Bina, Maksut” gibi klasik usulde ibtidaî Arapça dil bilgilerini okutmuştur.

Öyle bir gün gelmiş ki başına toplanan öğrencilerin kalabalığına yetmez olmuş. Bu artan talebeler için şehirde yardımcı ararken, benzer hizmetler veren Süleyman Efendinin Talebelerine müracaat etmiş. Onlar da severek yanaşmış, o zaman aslen Antep’li olan, yaşı ve boyu oldukça küçük olduğundan köyde “Güççük Hoca” diye tanınan Mehmet Erçoban’ı yardımcı hoca olarak vermişler. Dussuz Hoca kendisine gönderilenin şöyle bir enine bir boyuna bakmış ve demiş ki “İşimiz var bu çocukla. Biz hoca istiyoruz, onlar bir çocuk gönderiyorlar.” Ama sonra geleni tanıyınca bu dediği sözünden mahcup olmuş. Memnun kalmış yeni hocadan. Bunları Yaşar Gülaçtı Hocanın canlı şahitliğinden öğreniyoruz.

Bu vesileyle Dereboğazı köyünü tanıyan “Süleymancı” cemaati, giderek o köyü merkez köy yaparak civarda yerleşmişlerdir. Hoca Efendi Maraş’a göçmek zorunda kalınca bütün bu hizmetler tamamen onların eline geçmiştir. Köy de bu yeni hocayla o cemaati tanımış olur. Hocanın okuttuğu mekân yetmez olunca yeni bir Kur’an kursu yapılır. Bütün köyler bir Ensar coşkusuyla o kursun yapımında çalışır, maddî manevî yardım eder, destek verirler. O kursun inşaatında ben de çalıştım. Fakat açılınca, yaz tatilinde Arapçamı ilerletmek için gittiğimde “Sen İmam hataplısın” diye beni okumaya almadılar. Canları sağolsun!  Orada yıllarca hizmet ederler. 12 Eylül ihtilalinden sonra Süleymancıların Kur’an Kurslarını devlet yasaklar. Onlar da o yeni yapılan kurs binasını  “Okul Pansiyonu” yaparak hizmete devam eder. 

Şu kesin, Hoca Efendinin onlarla tarikat ve zihniyet olarak bir bağı yoktur. Darendeli Abdullah Efendiden bir manevi ders almış mıdır, doğrusu bunu da hiç duymadım. Süleymancılarla bağı sadece din hizmeti bağlamındadır. Zaten en büyük bağ da bu din bağı değil midir? Bazıları “din bağı”, “din kardeşliği”  dedikleri halde, maalesef onun yerine “cemaat bağı ve kardeşliği” gibi bir yanlış anlayışı, modern bir ırkçılığa varan bir nevi asabiyet ve taassubu koysalar da hakikat ehli yanında doğrular değişmez.

Ah O Düşüncesizlik

Velhasıl ifade-i meram odur ki yıllar içinde hocanın köyü bir ilim merkezi olmuştur. Hoca Efendi gelen misafirleri ağırlamış, özellikle Cuma namazı için civar köylerden gelenlere vaaz etmiş, dinlerini anlatmıştır.  Ama içten içe kara kara düşünmeye de başlamıştır.

Neyi mi?

Çünkü bir yandan öğrencilerin külfeti, bir yandan etraftan vaaz ve sohbetlerine gelen misafirlerin ağırlanması ona zorlandığı malî bir yük olmaya başlamıştır. Ayrıca bir bakkal dükkânı çalıştırsa da hocanın geliri giderini karşılayamaz olmuştur. Hoca Efendi durmadan borçlanıyor, fakat ne gariptir ki etrafı onun bu halini bir türlü hakkıyla anlamıyor.  Sorup soruşturmayı da akıl edemiyorlar. Hoca da izzetli insandır, vaziyeti kimseye haber veremiyor. Nihayet bir gün gelip de altından kalkamayacağını anladığı zaman çaresiz köyü terk ederek Maraş’a göçüyor. Ne yazık ki köylüler buna üzülseler de onun niçin göç ettiğini anlayamıyorlar.  Anlayınca da iş işten geçmiş oluyor. Bu da köy yerinde yaşamanın bir cilvesi olsa gerektir.

Bir de anlatmak istemediğimiz hocayı üzen bazı durumlar vardır. Velhasıl son günlerinde yoğun stres altındadır. Bu da adı batasıca bir hastalığı tetikler, tabi ki kaderi ilahi de öyle tecelli eder ve Hoca Efendi gurbet ellerde devasız bir hastalıktan şehit olarak vefat eder.

Dussuz Hoca’nın Sohbeti

Nerde bir kavga, küs varsa hoca efendi orada barış elçisi imiş. Bizim evde çok sohbet yaptı merhum babamın misafirlerine, ama yaşım gereği ben tam katılamadım. Katıldıklarımı da hayal meyal hatırlarım.

Rahmetli babam derdi ki: “Akşam bizde arkadaşlar var. Hoca Efendiyi çağırsak işini bahane eder gelmez. Ama ben öyle yapmaz, ‘Hocam acele gelmeniz gerekiyor’ derdim, hoca çıkar gelirdi. ‘Yahu Demir Efendi, yok diyecek muhatap da bulamıyorum, mecbur geliyorum, yapma böyle’ derdi”.

Bizim evde gördüğüm ve severek okuduğum iki kitap onun hediyesiydi. Birisi Cemal Ertan’dan küçücük üç cilt halinde “Dinî Hikâyeler”, ikincisi de Said Nursî’den “Küçük Sözler” idi. Biz geldik yetiştik, Rahmetli Dussuz Hoca Batı köylerinin hocasıydı. Herkesin saydığı ve sevdiği muhterem bir insandı. Gayretli bir hoca, fedakâr bir Allah adamıydı. Çok büyük hizmetleri olmuştur.

Dussuz Hoca’nın Vefatı

Halk arasında bir deyim vardır, “erken öldü” derler, ne derece doğruysa böyle demek.  Ne var ki bütün hocaların ölümü erkendir. Zira daha yapacak ne kadar işleri vardır. O yüzden “âlimin ölümü, âlemin ölümüdür” denmiştir.

Hastalığını anlatmıştık. Cenazesi Ankara’dan geldiğinde Şazibey Camisine koymuşlar akşamleyin. Bizim köylüler, “Hocası Abdullah Efendi geldi ve cenazenin yanına diz çöküp oturdu, gözlerini yumdu ve sabaha kadar kıpırdamadan oturdu” derler. Sübhanellah, bu ne oturuş! Rabbinin huzurunda bu ne duruş!

O zaman Dussuz Hoca için şöyle söylemiş derler:

“Ben O’na cim karnında bir nokta öğretmiştim, o yedi köye hoca olmuş!”

Eğer cim karnında bir noktası böyleyse, kim bilir kendisi neydi?

Bunu yukarıda yazmıştım, bana hediye ettiği Münavî’nin “Feyzü’l Kadir Fî Şeh’i Camii’s Sağîr” isimli altı ciltlik Arapça yazılmış o muhteşem eser çok şeyler söylüyor Abdullah Efendinin ilmi hakkında. Her tarafına işaretler koymuş, kenarlara notlar düşmüş, ön ve arka kapaklarda önemli yerleri yazmaktan yer bırakmamış maşallah. Bu sadece bizim önümüzdeki pencereden baktığımızda görebildiğimiz. Artık o denizin diğer sahillerinde veya derinliklerinde kim bilir ne inciler ne mercanlar vardır?

At Üstünde Ufka Doğru

1964 yılında babam Cahan Köprüsü denilen yerde orman dairesinde kâtip mutemet olarak memurdu. Evimiz de lojmanda idi. Ben de o yıl Kılavuzlu köyündeki ilkokula gidiyordum. Bir gün okuldan eve dönünce rahmetli babamı atını hazırlamış buldum.

-  Baba nereye?                    

- Dussuz Hoca vefat etmiş oğlum. Cenazesini köyde defnedeceklermiş. Ona yetişeceğim.

Babam atına bindi ve dehledi gitti. Atı dörtnala koşarak ufukta kaybolurken, bir hocanın cenazesine yetişmek için babamın yaptığı bu fedakârlık bana bir ders oldu. Hocalığın kıymetli bir şey olduğunu ve hocaların çok sevildiğini anladım. Zaten o zamana kadar yaşadığım kısacık hayatta gördüğüm, hocaların hep sevilip sayıldığı, izzet ikram gördüğüdür. Elbette bu görüş, beynimizde bir şimşek çakmış, bir fikrin oluşmasına katkı sunmuştur. Sana sonsuz şükürler Allah’ım. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] https://www.facebook.com/groups/532431766768836/ 

[2] A.y.

[3] http://yasargulacti.com/tercumei- hal- veya- ozgecmis- 2/

Bu bilgiler, hocanın sitemizde yazı yazdığı günlerde bana gönderdiği özgeçmişinde de vardır. Bu da özel evraklarımız arasındadır.