ÖMER ÖZCAN HOCA EFENDİ (BERBERZADE)

Mübarek insan değil sanki bir melek. Sanki yürümüyor da raylı bir sistemle akıp gidiyor. Sakin ve huzurlu. Baştan aşağı yüzündeki tebessüm kadar tatlı. Etten kemikten değil, sanki pamuktan yapılmış gibi yumuşak. Sevmemek mümkün değil.

Özlemek Başka

Berberzade Ömer Efendiyi merhum dedem sayesinde tanıdım. Bir gün bana:

- Evlat, bu iki oğluma da beni hocalarıma götürün diyorum, götürmüyorlar. Sen onların kıymetini bilirsin. Beni sen götür, dedi.

- Peki Dede! Dedim. Devlikisi gün ve atladık Hartlap’tan bir dolmuşa, gittik Maraş’taki sevgililerine.

Allah biliyor, onlar da çok götürmüşlerdir, belki gene götüreceklerdir, ama dediği günde değil. Dedem de demek çok özlemiş ki bana böyle demişti.

Önce At Oluğu mahallesinde Darendeli Muallim Abdullah Efendiye vardık. Dış kapının hemen yanında, avlu duvarına bitişik özel misafir odasına oturduk. Dedem bahçesinden derlediği hediyeleri sundu. Tadına doyum olmaz bir sohbet başladı. Ben mutluluktan dört köşe onları dinliyorum. Dedeme bak sen, aman ne nazlı, aman ne nazik konuşuyor hocasına karşı! Demek dervişlik böyle nazik ve kibar edermiş insanı. Keşke bu güzelliği her zaman, her yerde, herkese sergileyebilsek! Sûfîlikte kemal de o zaman olur herhalde.

O güzel sohbetin bitmesini istemesek de zaman sınırlı, ister istemez Berberzade Ömer Efendinin Ziyaretine gitmek için oradan izin alarak ayaklandık.

Muhabbet Söyletirmiş

Dedem “ben evini biliyorum” diyordu. Dolmuştan Uzunoluk Hamamı önünde indik. Tarihi Uzunoluk Hamamının yanındaki Sütçü İmam çeşmesinin biraz altında bir yerdeydi evi. Sütçü İmam’ın anıt mezarı içinde olan Çınarlı Camiinde imamlık yapmış bu mübarek insan. Şimdi emekli.

Kapıyı çaldık heyecanla. Eski usul bir kapıdan eğilerek girdik. Dergâh gibi buraya da tevazu ile giriliyor demek. Dik başlılık edersen, başını çarparsın. Fakat asıl tevazu gönülde olmalı. Allah dostlarının yanında gönülsüz bulunmalı. Testiyi çeşmeye boş götürürler ki dolu dönülsün. Buralarda da gönül kapıları açılarak her güzelliği teşekkürle karşılamalı. İstifade edilmeyecekse, buralarda niye gezilmeli, niye ifade edilmeli.

Küçük ve serin bir havludan bizi hemen kapıya yakın tek bir odaya davet ettiler. İçeri girdik sessizce. Orta yaşta bir genç adam bize refakat etti. “Efendi abdest alacak. Siz şöyle oturun, birazdan gelecek” dedi. Koca bir masa ve sandalyelerle büro gibi bir yerdi burası. Meğerse röntgen uzmanı sağlıkçı bir oğlu varmış ve burada çalışırmış. Bizi davet eden de oymuş. Ne o söyledi, ne biz sorduk. Sessizce ve huzurla bekliyoruz. Telaş yok, şikâyet yok, acele yok. Yekpare bir sükût ve huzur. Öyle bekliyoruz. Keşke her beklemek böyle sıkıntısız, hatta tatlı olsa…

Bir ara ben etrafı teftiş için başımı kaldırdım. Baktım, kaldığımız odanın bir kitaplığı var. Mesleğim gereği kitaplara ilgi duydum ve “neler varmış” diye arka kapaklarından tanımaya çalıştım. Birden hayret ve muhabbetle baka kaldım. Karşımda Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi’nin (kd.s) çok sevdiğim ve okuduğum bazı kitapları var. Ben de yüreğimi yeni teslim etmişim ona. Bu yüzden heyecanla dedeme dedim ki:

- Dede bunlar bizim üstadımızın kitapları. Ömer Efendiye, benden haber vermeden, sadece bu zatı tanıyıp tanımadığını sorar mısın?

- Olur evlat sorayım. 

Acemilik işte. Veya taze muhabbet.  Bu soru niye ki şimdi? Hem sonra tanımasa kitabını alır mı? Ne bileyim, belki de alır.

Her neyse, derken Ömer Efendi içeriye girdi. Kısaya yakın orta boylu, beyaz tenli, kısa sakallı, ne zayıf ne şişman, çemrenmiş kollarını indire indire girdi içeri. Mübarek insan değil, sanki bir melek. Sanki yürümüyor da raylı bir sistemle akıp gidiyor. Sakin ve huzurlu. Baştan aşağı yüzündeki tebessüm kadar tatlı. Etten kemikten değil, sanki pamuktan yapılmış gibi yumuşak. Sevmemek mümkün değil. Tepeden tırnağa muhabbete battık daha görür görmez mübareği. Bu velilerin böyle bir hali var işte, görüp de sevmemek mümkün değil!

Hal hatır sorgu sualinden sonra söz sırasında dedem:

- Efendi, bu zatı tanır mısınız? Bu bizim torunun şeyhi olurmuş da, demez mi?

Kıp kırmızı oldum utancımdan. “Aferin dede!” dedim içimden. Güya tembihlemiştim. Beni karıştırmayacaktı. 

Ömer Efendi tebessümle bana baktı.

-  Maşallah, dedi.

Utandığımdan allara büründüğümü hissediyorum ve sessizce dinliyorum. Ah dede ah, ihtiyarladın iyice!

Sonra başını salladı mübarek gülerek ve dedi ki:

- Evet, tanırım. İstanbul’da bir Şeyh Efendidir.

Sevmemek Mümkün Değil

Ömer Efendiyi birkaç kere Ulu camide ve oradan evine giderken gördüm daha sonraları. Bir defasında dayanamayıp sokakta elini öptüm. Baktı öyle tebessümle. Tanıyamadı haliyle. Bir iki saniye sessizlikten sonra ben de meşgul etmemek için selam vererek hemen uzaklaştım.

Bir defa da yine o civarlarda yürüyordum, onu gördüm. Dikkat çekmemek için hemen bir tenhaya çekilerek durdum ve doya doya seyrettim yürüyüşünü. Uzaklaşana kadar baktım arkasından dualar ederek. Onu çok sevmiştim. Duyduğuma göre o yaşında akşam zikre bir oturur, sabah kalkarmış. Değme gençlere fark atarmış toplu cehri zikirde. Nakşiler hafi ve münferit zikir yaparlar genellikle. Fakat bazı meşrepler böyle cehri de yapıyorlar. Ne güzel, sünnette ikisi de var, öyle değil mi?

Nihayet yıllar sonra böyle bir zikir meclisinde, geceden fecre ererken, dili sevgilisini söylerken terk- i dünya ederek rahmet- i rahmana yürümüş, mahbub-i hakikîye ermişti.

Allah sırrını takdis etsin.