VEHBİ ŞİRİKÇİ  EFENDİ

Vehbi Efendi halim selim, nazik ve kibar, mütebessim haliyle beraber çok da cömerttir. Misafirperverdir, ikram sahibidir. İş yerinde, kutsal yolculuğumuzda, az da olsa evinde gördüğüm kadarıyla misafirlerine eliyle hizmet etmeyi severdi. Küçük büyük herkese nazik ve kibarca konuşurdu. Onun yanındakiler, onun bu güzel halinden etkilenir, edep ve terbiyesine bakarak kendilerinin de edepli olmak zorunda olduklarını hissederlerdi. Konuşurken tebessüm yüzünden nadiren eksik olurdu. O da ümmetin dertlerinden bahsederken halin icabıydı!

 

Mekke’ye Giriyoruz

Sene 1990. Kalbimizde müthiş bir heyecan fırtınası ile birlikte yaşlı otobüsümüzün homurtuları arasında yüreğimiz kıpır kıpır Mekke’ye girmiş, kalacağımız binanın önüne eşyalarımızı indirmişiz. Herkeste tatlı bir telaş var. Başımızdaki görevli hocalar ellerindeki kâğıtlarla isimler okuyor ve hacı adaylarını odalarına tek tek yerleştiriyorlar.

Herkes heyecanlı olduğu kadar yorgun ve telaşlı da. Yorgun, zira Kahramanmaraş’tan otobüse eşyaları yerleştir, töreni dinle, dost ve akraba ile helalleş, Adana’ya hava alanına gel, saatlerce işlemler için bekle ve ihramları giy, gece yarısı uçağa bin, Cidde’ye in, çeşitli salonlardan ve kontrollerden geçerek eşyalarınla kötü bir otobüse bin, Mekke’ye yorgun argın ulaş…

Herkes odasına yerleşecek, duşunu alacak, biraz dinlenecek, sonra toplu olarak hocalarımızın başkanlığında Kâbe’ye girilecek. Bu yüzden herkes bir an önce odasına girerek bu telaşı bitirmek istiyor. Ama bizim için bitmiyor tabi.

Neden mi?

Kulağıma Üflenen Bir Ses

O zamanlar Kayabaşı Camii imam hatibi olan sevgili Ramazan Nalçacı kardeşim kulağıma eğilerek şöyle demişti:

— Muhterem hocam, siz ve arkadaşlarınızı bir odaya yerleştireceğim. Ama bana izin verin, önce şu sabırsızları bir yerleştirelim, sonra ben sizi elimle odanıza çıkarırım. Siz bir kenarda sakin sakin bekleyin lütfen.

— Teşekkür ederim hocam.

Arkadaşlarıma durumu haber verdim. Bir kenara çekilerek oturduk. Ben elimde tesbihim, bir yandan zikrimdeyim, bir yandan da daha önce görmediğim alanı seyrediyor, tanımaya çalışıyorum. Sonra insanların simalarına bakıyorum. Simalar, içte yaşanan sevgileri, şaşkınlıkları, telaşı, heyecanı, korkuyu ele veriyorlar…

Ama arada bir bazı arkadaşlarım yanıma geliyor ve:

— Hocam, herkes odasına yerleşti, biz sokakta kaldık. Git şu hocaya, bizi de götürsün!

— Hacı sabır. Hoca Efendi bize ikram etmek istiyor, ama bak başında daha bir sürü adam var. Onları da savsınlar, sıra bize gelecek, hoca söz verdi. Şimdi onları rahatsız etmeyelim, çalışsınlar. Diyorum.

Ama özellikle bir arkadaşım yerinde oturmuyor, heyecanla olta atıp duruyor orada.

Arzu Ediyorum Ama Olmuyor

Bu sefer yalnız başıma gidecektim hacca güya. Kimseyle takılmadan, yakın arkadaş olmadan. Kafama göre bir hac yapacaktım. Ama olmadı. Bazı akrabalar da kafilede idi. Hele içlerinden bir aile hanımımın çok yakını idi ve de üstelik beyi ciğerlerinden hastaydı. Çocukları gözyaşlarıyla “babamız size emanet hocam” demişlerdi. Onların da yakın akrabaları vardı ve biz de birden bire birbirinden ayrılamaz bir küçük gurup olmuştuk. Üstelik öyle anlaşılıyor ki bu gurup biraz çetrefilli de olacaktı…

O sırada bir durumun daha farkına vardım. Az ötemizde iki adam ve eşleri de oturmuş aynı bizim gibi sakin sakin beklemekteydiler. Dikkat ettim, birisi Şirikçi Ali Emmi. Onu Tekir’deki yazlık evinden ve petrölünden tanırdım.

Ali Şirikçi’yi Tanırdım

Bir zamanlar fakir, Domur Hocam, Mahmut Doğan ve Ali Seyyithanoğlu Hocalarımla tekir ve civarına tebliğ için bir seyahat düzenlemiştik. Bir hayli dağlarda, vadilerde, köylerde dolaştıktan sonra bir Cuma günü Tekir’e inmiştik. O zaman Ali Emminin yaptırdığı cami açılmamıştı. Köy camisinde bir görev taksimi yapıldı. Ben vaaz verecektim. Ali Hocam hutbe okuyacaktı.

Ben vaaza başladım. İman ve teslimiyetin önemi, İslam’ı bir bütün halinde fert ve cemiyet olarak uygulanak zarureti, yürürlükteki sistemin dinsizliği teşviki, batı dünyasının Müslümanlara zulmü, ümmetin parçalanmışlığı, yeniden islam’a dönüşün kaçınılmazlığı, aksi takdirde bir azabın toptan bizi helak edebileceği, fitnenin kurunun yanında yaşı da yakacağı gerçeği işlenirken ben de biraz heyecanlanmışım herhalde ki, birden içerde top gibi bir ses gürledi ve duvarlara çarparak yankılandı. “Ne oluyoruz?” diye irkilerek sesin geldiği yere doğru baktım. Adamın biri ayağa kalkmış, cezbe halinde, ellerini yumruk yaparak havada savuruyor ve “Allahu Ekber” diye bağırıyordu peş peşe. Sonradan öğrendim, Fransa’da çalışan şuurlu bir işçimiz imiş. Allah razı olsun!

Neyse, vaaz ve hutbe bitti, namaz kılındı, toplu halde yemeğe bir lokantaya davet edildik. Ali Emmi geç kalmıştı davete, ona da çay sözü verdik. Nitekim o güzel bahçesinde tatlı saatler geçirmiştik. Gözümün önünden film gibi geçti bunlar.

Vehbi Şirikçi’yi Yakından Tanıyorum

Yanında ise Vehbi Şirikçi abi vardı. O zamana kadar kendisini Bonmarşe’den tanırdım ama öyle pek konuşmuşluğumuz yoktu. Birkaç kez de Ulu Camide vaazımı dinlerken görmüştüm. Yakından tanımazdım. Bildiğim kadarıyla mütevazı ve asil bir duruşu, mütebessim bir çehresi, yumuşak ve güven veren bir sesi, çok saygılı ve mesafeli tavrı idi.

Onu biraz da çevresinden dolayı tanırdım. İsmet Karaokur Hocamızla çok yakın olduklarını bilirdim. Şirikçiler, aile olarak tanıdıklarım ve sevdiklerim bulunan bir aileydi. İlk önce Nuri Şirikçi ağabeyle sohbetlerde tanışmıştık. Onunla sıcak ve seviyeli bir yakınlığımız vardı. Metin Şirikçi Bey öteden beri camiamız içindeydi. Ömer Faruk Şirikçi ve merhum babası Kahramanmaraş’a geldiğimde tanıdığım dostlardı. Yine Vehbi Aslantürk ve oğulları da ilk tanıdıklarımdan ve sevdiklerimdendi. Cemaatle namaz kıldığım, Ramazan aylarında vaaz verdiğim Ulu Cami imamı Vakkas Vakkasoğlu Hocanın da bu aile yakınlığı vardı. İşte Vehbi abi, böyle bir sevgi çemberinin ortasında kalmış, benim rengini ve biçimini çok sevdiğim, ama henüz dostluğunu koklamadığım bir güldü. Şimdi Mekke’de, sakince oturduğu yerde tebessüm ederek bana bakıyordu.

Oda Arkadaşlığımız

Kalktım, yanlarına gitti. Selamlaştık, hal hatır sorduk. Sohbet esnasında öğrendim ki sevgili Ramazan Hocamız onlara da aynen bana dediğini demiş ve onlar da mütevekkil bir halde sonucu bekliyorlarmış.

Nihayet büyük bir kalabalığı yerleştirmiş olan Ramazan Hoca Efendi yorgun argın yanımıza geldi ve:

— Kalkın bakalım, sizler de aynı odada kalacaksınız, dedi.

Ben bekârdım orada. Bir de genç bir Mühendis olan Selahaddin Kanat kardeşimiz vardı benim gibi. Bayazıt Kanat Hocamızın kardeşi olduğunu öğrenmemiz, hemen tanışıp sevişmemize yetmişti bu mukaddes beldede. Yanımdaki yoldaşlarım Ejder Kapıkaya, Hayrettin Kazancı, iki de Şirikçiler vardı eşleriyle. Küçük ve şirin odamıza doğru yollandık yüklerimizle. Hanımlara da karşı koridordan bir oda ayrılmıştı.

Bakalım Nasıl Anlaşacaktık!

Odamıza yerleştik. Herkes kendine bir yer edindi. Eşyalar düzenlendi. Hanımlar da odalarına yerleşmişlerdi. Bütün bunlardan sonra acıktığımızı hissetmiştik. Ejder Kapıkaya rahmetli hem hısımımızdı, yani hanımımın halasının kocasıydı, hem de ciğerlerinden ameliyat geçirmiş, öyle uzun yola gidemeyen, kapalı yerlerde duramayan bir insandı.

Fahrettin Efendi de yine hanımımın akrabasıydı. Kayınbabamın teyzesinin beyiydi yani ve biraz da yaşlıydı. Belki de ilk defa bir başka ülkede idi ve çok yalnız kalmak istemiyordu. Saf ve tedirgin bir hali vardı.

Kendimi onlardan mes’ul addediyordum. Çok istememe rağmen, kendi halimde bir program yapamayacağımı biliyordum. Zuhurata teslim olmuş, mütevekkilane olayları akışına bırakmıştım.

Bir ara Ejder Efendi bana bir kaş göz işareti yaptı. Anladım. Odadan çıktı. Az sonra ben de çıktım.

— Acıktık hoca, dedi.

— Evet, dedim.

— Bir lokanta bulalım, bir şeyler alalım.

— İyi olur. Apartmanın altında Türk lokantası var. Bu iyi bir imkan.

Ben yalnız olduğum için yiyecek almamıştım. “Nerde ne bulursam yerim, bir de yiyecek hazırlamakla uğraşmam” diyordum. Yemek yemeği çok severim. Yemek de seçmem, ne bulursam yerim, bulamazsam da çok aramam, üstüne düşmem, sabrederim. Ele geçince çok yemek hariç, yiyecek hususundaki diğer huylarımı severim.

Ama işin içine Ejder ağabeyle beraberlik girince ne yaparım diye kara kara düşünmeye başlamıştım. Ağa tabiatlı adamdı rahmetli. Beraber olursak bana para harcatmazdı. Bu ise benim kolay kolay kabul edeceğim bir şey değildi.

Neyse, ben bunları düşünürken, meğer o da başka şeyler düşünürmüş. Lokantada yemek hazırlanırken başladı anlatmaya:

- Hoca Efendi, biz de hazır yeriz diye erzak almadık. Öyle tavsiye ettiler bize. Ama yukarıda hanımın dediğine göre bu Şirikçi Efendiler bir hayli hazırlıklı gelmişler. Odada beraber olduk. Şimdi bunlar bize “beraber yiyeceğiz” diyebilirler. Sakın kabul etmeyelim. Biz kendimize göre bir şekilde yer içeriz.

- Siz bilirsiniz. Zaten benim yiyeceğim yok. Nerede bulursam orada yerim.

- Yok yok, sen de bizimle yiyeceksin.

- Ne anladık? Dedim.

- Biz hısımız, dedi gülerek.

- Bakalım, hele siz bir anlaşıp işinizi yoluna koyun, benimkisi kolay.

Yemeklerimizi yedik ve hanımlarınkini de alarak yukarı çıktık.

Çarşıdaki Hesap Eve Uymadı

Odamıza girince baktık Şirikçiler emmi yeğen kibar kibar oturuyorlar. Ali Emmi zaten hep vakur ve ciddi insandır. Onu bu haliyle tanımış, ayrıca dervişlik yönünden dolayı da sevmiştim Tekir’de tanıştığımızda. Darendeli Hulusi Efendiye müntesipti. Dindar ve samimi bir insandı. Mütedeyyin insanları sever, hep din davasını desteklerdi. Bizi de hocalığımızdan ötürü sever, sayardı.

- Selamun aleykum.

-Aleykum selam.

Ali emmi ciddi ve vakur bir edayla dedi ki:

- Ama böyle olmaz ki Hoca Efendi!

Biz Ejder Efendiyle göz göze geldik. Korktuğumuz başımıza mı geliyordu yoksa?

Neydi bu olmayan?

Öğrenmenin Yolu Sormaktır

Evet, öğrenmenin yolu sormaktı. Sormak bilgi kapısının anahtarı değil miydi? Bilmiyorsanız bir bilene soracaksınız. Tevazuyu elden bırakmadan sorarsanız, ömür boyu işleriniz kolaylaşır ve başarılı olursunuz. Ama kibirlilik gösterir de sormazsanız, ya da yersiz yere utanır, sıkılır, çekinir de sormazsanız, başarı ve mutluluktan mahrum kalırsınız.

Ama doğru dürüst soracaksınız sorduğunuzda. Öyle adamı imtihan eder gibi bildiğiniz şeyleri sormayacaksınız. Ya da alaya alır veya aşağılar gibi. Soru da çeşit çeşit değil mi? Soru var tehdit gibi, soru var tekdir gibi, tasdik ettirir gibi. Soru var taaccüpten gelir, soru var sevinçten tekrar ettirir.

Bizimkisi merak ve öğrenme sorusuydu:

- Hayırdır hacı abi, nedir olmayan?

- Siz dersiniz ki, “Peygamberimiz buyurmuştur ki, üç kişi olduğunuzda birinizi başkan seçin,” öyle değil mi?

- Evet, hocalarımız öyle söyler.

- Ama hani bizim başkanımız? Biz burada altı kişiyiz. Bir o kadar da hanım cemaatimiz var.

- Haklısın hacı abi, hemen bir başkan seçelim.

- Tamam, bizim başkanımız sensin.

- Dur hemen karar vermeyelim, önce istişare edelim.

- Peki edelim.

- Bence başkan siz olmalısınız. Neden mi? Bir kere siz defalarca hac yaptığınız için tecrübelisiniz. Sonra yaşça da en büyüğümüzsünüz. Dirayetlisiniz de. Ben bu arkadaşları çok tanımıyorum. Yaşça da en küçüğünüzüm. Hocalık yanımdan dolayı seçersiniz, ben de bir emir veririm, belki bana gücenilebilir. Hele bir de dinlenilmezse, bu cemaat burada biter. Ama siz emir verirseniz, hepimiz hoş karşılarız. Çünkü yaşınız ve ağırlığınız var. Otoritenizi herkes kabul eder. Değil mi arkadaşlar?

- Evet evet, hoca haklı.

- Peki arkadaşlar, başkanlığı kabul ediyorum ve ilk emrimi veriyorum. Yemekler berber yenecek.

Ejder abi atıldı:

- İyi de hacı efendi, biz yiyecek getirmedik. “Orada her şey var, boşuna yük edinmeyin” dediler.  Biz de dinledik bu sözü!

- Biz biraz tedarikli geldik. Onları kullanırız. Biterse de beraberce alırız. Sebze, meyve, ekmek gibi şeyleri de ortaklaşa alırız. Tamam mı?

- Vallahi bilmem ki?

En çok sancılanan tabi ki Ejder abi idi. Naçar kabullendik. Daha ilk emirde emire itaatsizlik ayıp değil miydi?

Selahattin Efendi yemek için alış verişi üstlendi. Birisi kadınlarla ilgili işleri üstlendi. Birisi daha başka işleri derken, odaya hem bir düzen, hem de bir muhabbet geldi.

 

Şimdi Kâbe’ye Gidebilirdik

Nihayet hazırlandık ve ilk defa Kâbe ziyareti için yola çıktık. Ejder Efendinin durumunu Ali Amcaya açtım.

- Tamam, dedi. En üst kata çıkarız. Tahir Büyükkörükçü hocanın arkasına otururuz. O da kapalı yerden kurtulur.

Fakat yakın zannettiği yer hayli uzakmış. Ejder Efendi yoruldu biraz. Mescid-i Haram’a yaklaştığımızda büyük bir izdihamla karşılaştık. Ben iyice yorulmuş Ejder abinin kolundaydım. Ama kalabalıkta zorlanıyordu. İçimden hep onun için dua ediyordum. Derken döner merdivenlere ulaştık. Ancak Kâbe tarafından, yani mescidin içinden hamam gibi bir sıcak hava ve hava gazı gibi bir insan teri kokusu geliyordu.

İçimden “eyvah, şimdi düşer bayılır bu adam” diyor ve Allah Teâlâ’ya yalvarıyordum. Ama ona bakıyorum, çok sakin ve mütevekkil görüyordum. “Ee, güngörmüş, umur görmüş adam, katlanıyor ve bozuntuya vurmuyor, helal olsun” diyordum. Tam o sırada merdivenlere bir şey oldu ve insanlar üstümüze doğru yuvarlanmaya başladı. “İmtihan” diyordum içimden, kolunu sımsıkı tutarak Ejder Efendinin. Neyse güç bela yukarıya çıktık ve bir yere oturduk. Orada iyice dinlendik. Sonra tavaf, say derken işler düzene bindi ve rutin programlar başladı.

Günlük Planımız yaptık

Öğle namazına bazen Kâbe’ye gidemediğimiz oluyordu. Kâbe dışında kalan vaktimizi odamızda tefsir dersleri, ilmi soru cevaplar ve zikirlerle geçiriyorduk. Arkadaşlar azıcık malayani laflara girecek olursa başkan ikaz ediyor, susturuyordu. Başkan seçiminde ne kadar isabet ettiğimiz belli oluyordu. İşimiz çok güzel olmuştu hamdolsun!

Bir güzelliği daha haber vereyim size. Hani biz o ilk gün güç bela kalabalığı yara yara yukarı çıkmıştık ya. O anı hatırlatarak Ejder Efendi bana ne dese beğenirsiniz?

- Hocam, ben Mescid-i Haram’a yaklaşınca kalabalığı gördüm ve içimden “işte şimdi biz burada bittik” dedim. Siz kolumu tutarken ben sizlere belli etmeden sükûnetle ölümü bekliyordum. Hele bir de kapıdan içeri girerken o izdihamı görünce, büsbütün kendimi unuttum. Ama tam o sırada bir hal oldu. Mescidin içinden bana doğru bir hava verildi. O hava, ben ciğerimden ameliyat olduğumda oksijen çadırındaki verilen oksijenin sanki aynısıydı ve beni canlandırdı. Büyük bir dinçlikle yukarıya çıktık. Bu Allah Teâlâ’nın lütfuna şaştım kaldım!

Sübhanellah, demek bize sıcak ve ter kokulu nahoş gelen o hava, ona oksijen gibi temiz ve serin olarak sunulmuştu…

İşte hac buydu. En onulmaz yerde, en daraldığın yerde, açılan onlarca kapı demekti ve bunu az çok herkes orada bir şekilde yaşıyordu. Kimisi sırrını saklıyor, kimisi de şaşkınlıkla dostlarıyla paylaşıyordu. Kitaplarımızda bu “keramet”in kardeşine “maûnet” denir.

Yol Yoldaşı Tanıtırmış

Vehbi ağabeyi işte o hacda yakından tanımıştım. Hani derler ya, “bir insanı tanımak için ya yoldaşlık edeceksin, ya da alış veriş” diye. Ben de o güzel insanı hem yoldaşlığı, hem de alış verişiyle tanıdım. 

Sıcacık bir dosttu Vehbi abi. Güler yüzlü, tatlı dilli ve fevkalade nazik ve kibardı. Sözü ve işiyle sevdiğini, değer verdiğini belli ederdi. Çok cömertti. Fedakârdı ve yardımseverliğinde ivazsız garazsızdı. Karşılık beklemezdi yani. Sıkıntılarını söylemez, sıkıntı vermez, ama sıkıntılara ortak olmak isterdi. Çok zeki idi. Konuşmasına dikkat ederdi. İnsanları kırmamaya, incitmemeye çok önem verirdi.

Ailesine ve evlatlarına çok düşkündü. Ali amcasını rahat ettirmek için çektiklerini ben bilirim. Ali amca orada hastalandı. Bir ara hastanede yattı. İlgilendi amcasıyla, asla yalnız bırakmadı. Yüzü gölgelense, “acaba neden?” diye saatlerce düşünür, sebebini anlamaya çalışır, onun sıkıntısını gidermeye çalışırdı.

İki Hayâlı İnsan

Bir gün hastanedeyiz. Ali amca orada yatmak zorunda kaldı. Hastabakıcılar bir “ördek” getirdiler. “Yerinden kalkmadan bunu kullansın” dediler.

Ali amca “siz gidin” diyordu. Belli ki yeğeninin bu hizmetinden utanıyordu. O da “amca sizi nasıl bırakır da giderim?” diyordu. İkisi de şaşkın ve mahcuptu.

O zaman ben atıldım: “Birimiz gider, birimiz kalırız. Ali amca haklı, ikimizin de kalması gerekmez. İlk nöbet benim.”

Amca da yeğen de rahatlamıştı. Vehbi abi bunu hiç unutmadı. “O gün ikimizi de kurtardın” derdi.

Bir acayip şey daha vardı. Aradan yıllar geçiyordu, her karşılaştığımızda bana öyle hac hatıralarımızdan bahsediyordu ki, ben onları gerçekten unutmuştum. Hatta bazısını o söylese de hatırlamıyordum. Anladım ki bu adam hep kutsal topraklarda yaşıyordu hayalen. Hep oralarda gezip tozuyordu ruhunda. Yoksa yıllar sonra unutmamak mümkün değildi. Ama o öyle canlı tutuyordu ki içinde, izin vermiyordu o hatıraların çekip gitmesine…

 

Her Şey Fânî

Aradan yıllar geçti. Önce Ali amca öldü. Sonra Ejder Efendi. Derken Fahrettin Efendi de. Vehbi Efendi karşılaştığımızda “kaç kişi kaldık? Gidiyoruz birer birer. Birbirimizi daha çok görmeliyiz” derdi. 

Derdi ama büyüyen şehirde birbirimizi görmemiz gittikçe biraz da zor oluyordu. Önce o Bonmarşe’den ayrıldı, yeni sanayi yanında “İstikbal” ürünlerinin bölge bayii oldu. Sanayiye işimiz düştükçe uğrardık. Sonra Kayseri çevre yolunda bize göre biraz daha tenha bir yere aldılar iş yerini. Ancak özel gidilirdi. Bizim de arabamız yoktu o yıllarda. Daha az görüşür olmuştuk haliyle.

Arada bir uğrardım ben. Kendisi zaten hiç uğrayamazdı. İş adamıydı ve sanırım işi başından aşkındı. Bir de memlekette esnaflar arasında şöyle bir anlayış ve adet var; insanları iş yerinde ziyaret edersiniz. Evinde oturanlara ayaküstü uğramaz, ancak gece misafir olursunuz. O da bayağı bir resmiyet ister çok yakın olmayınca. O yüzden esnafları ziyaret hep bize düşer. Bu ziyaretlerin “iade-i ziyaret gerekir” faslına girmediği genel kabul görüştür galiba. Ha, bunları ondan şikayet için söylemiyorum. Fakat genel bir hatırlatma ise, herkes payına düşeni alsın elbette.

Biz vardığımızda hiç yalnız bırakmaz, işini araya sokmaz, bizi asla yalnız bırakıp bekletmezdi. Oysa meşgul bir insan olduğunu işyerinden hemen anlamak mümkündür.  Bu da onun ayrı bir nezaketi ve alicenaplığıdır. Özellikle öğle yemeği saatinde gelmemizi isterdi. Kendisi de işçileri için çıkan yemekten yerdi. Biz de haliyle. Çok da güzel çaylar demlenirdi orada. Tatlı sohbetler ruhumuzu canlandırır, kutsal topraklar bizi çağırırdı yanından ayrılırken. Her defasında “aman estağfirullah” desek de dış kapıya kadar uğurlardı.

Şimdi fakir ve Selahaddin Kanat kaldık geride. Kim bilir, tekrar ne zaman kavuşuruz kabir âleminde ve ahirette?

Yeniden Başlayan Dostluk

Hac’dan döndükten sonra sanki yeniden tanıştık Vehbi ağabeyle. O Bonmarşe’de çalışıyordu. Bizim evimiz de o zaman Sokakbaşı’ndaydı. Okuldan gelirken veya çarşıya çıkınca hemen karşılaşırdık onunla. Alışverişimizi de oradan yapardık güvenle. Biz asla indirim istemezdik, o da ikramsız mal satmazdı. Bu sevgi ve saygı ortamında sıcak çaylarımızı yudumlarken demli sohbetlerimiz olurdu.

Bu sohbetlerin ana konusu genellikle hac hatıralarıydı. O tatlı tebessümüyle bir başladı mı bitiremezdi oraları anlatmaya. Aman Allah’ım, bu adam nasıl da âşıktı oralara? Ve hiç unutmaz mıydı orada yaşadıklarını? Çok müşterek hatıramız vardı, ben unutmuşum, o söylerse hatırlardım, o da bazısını yani.

Nedendi bu sevgi ve onu dile getirmeye vesile olan anıları unutmayış?

Araplar, “şerefül mekan, bil mekin” derler. “Mekanın şerefi oturandandır” demektir. Bir adam oraları neden sever belli değil mi? Bu, Allah Teâlâ ve Resulünün (sav) sevgisinin delili değil mi?

Tabi bu arada başka konular da konuşuruz. Bu konular bazen eski Maraş ve adamları, hoca efendiler, ilim tahsili, ortak dostlar, tasavvuf, musiki, kitaplar, hizmetler, yer yer siyaset, yönetim, İslam dünyasının ve ülke müslümanlarının dertleri, ticaret, muamele temizliği, edep, nezaket ve terbiye… gibi çok karışık ve değişik konular olurdu.

Müthiş Bir Öğrenme Merakı

Vehbi abinin hem görme ve hem de kulaktan duyma geniş bir kültürü vardı. Ne derece kitap okuduğunu anlamadım, ama ilme karşı müthiş bir sevgisi ve saygısı vardı. Dolayısıyla ilim adamlarına, hoca efendilere karşı da çok saygılı idi.

Sanırım çocukluğunda ilme heves etmiş ama babasının yanında ticarete almasıyla bunda muvaffak olamamıştı. Belki de içinde bir ukde kalmıştı oradan. Okuma arkadaşı ve akrabası İsmet Karaokur Hocadan çok bahsederdi. İhtimal ki onun vesilesiyledir, Konya’dan bayağı dostlar edinmişti ve bu vasıtayla ortak dostları Tahir Büyükkörükçü Hoca Efendiden çok bahsederdi. Hatta Hacı Veyiszade Mustafa Efendiden de bahsederdi. Ben o zamanlarda henüz bilmezdim o mübarek kişiyi ve ailesini. Bilseydim, Medine’de merhum Ali Ulvi Kurucu Efendiyi ziyaret etmez miydim? Kaçırdığıma yandığım fırsatlarımdandır bu kaybım!

Muhabbet Dolu Sohbetler

Mesela bir sohbette ondan şunu duymuştum: Allah Teâlâ dostlarından Hacı Veyiszade Mustafa Efendi bir bayram sabahı en güzel elbiselerini giyinir ve fecrin erken saatleride sabah namazı için camisine yollanır. İyi de bir yağmur yağmaktadır Konya’nın üstüne geceden beri. Odalarda lambalar yanmaya başlamış, insanlar uyanmış, neşeyle namaza hazırlanmaktadır. Ağzında dualarla Hoca Efendi dar sokaklardan huşu ile geçerken bir Kur’an sesi duyar bir evden. İçeride bir adam cehrî Kur’an okumaktadır kibar kibar. O lahuti ve feyizli sabah vaktinde aşkla okunan Kur’an-ı Kerîm’den mest olan Hoca Efendiye bir sürpriz de secde ayeti olur. Hani okuyan ve işitenin secde etmesi gereken ayetlerden birisidir okunan.

Secde ayetini duyan Hoca Efendi, “Allahu Ekber” diyerek secdeye kapanır. Kapanır ama ne elbise kalır çamurdan, ne sakal ve yüz. Mecburen geri döner ve değiştirir üstünü yeni bir abdest alarak.

Yıllar sonra Ali Ulvi Kurucu Efendinin hatıralarını okuyunca yakından tanıdık o zatı muhteremi. Konya’nın büyük alim ve veli adamını. İmam Hatibin sahibini. Aşkını, davasını, cihadını…

Hoca Efendileri Çok Severdi

Hoca Efendileri çok sever ve sayardı Vehbi Efendi. Onlara bir laf gelsin istemezdi. Onları sevmenin bir iman borcu olduğunu bilirdi. Bir defasında şöyle anlatmıştı:

Dayızade Ziya Efendiye Kapalı Çarşı esnafından birisi, “Hocalar damah olur” demiş.

Buna fevkalade sinirlenen Ziya Efendi derhal “tecdid-iman ve tecdid-i nikah gerekir” demiş.

Bu olay üzerine babası kendilerine sıkı sıkı tenbih edermiş: “Aman oğlum, hocalara hakaret adamı dinden imanda çıkarır, dikkat etmeniz gerekir.”

Maalesef hocalara hakaret bir devrin sembolü olmuştur. Osmanlıyı yıkarak yerine kurulan Cumhuriyet, maalesef şeriatı ve onu öğreten medreseleri ve tekkeleri kapatınca, hocaları ve müderrisleri de işsiz bıraktı. O zamanlarda böyle camiler de yoktu. Olanlar da ya ahır yapılmış, ya at deposu. Ya da atıl bırakılmış. Hatta satılan camiler de var. Maraş’ta bir zamanlar müftülükçe yapılan bir incelemede böyle 12 veya 14 caminin adı ve yeri açıklanmıştı. Merak edenler belki müftülükten bu araştırmayı bulup okuyabilirler. Hatta bir kısmının eski Maraş resimlerinde görüntüsü var, şimdi kendisi yok. Belediyenin bastırdığı takvim resimlerinde bile, mesela kalenin doğu tarafında bunun bir örneği görülmektedir.

Yani hocalara iş yok. Çocuk okutmak da yasak. Peki ne yer ne içer bu hocalar ve aileleri?

Sistemin Hoca Düşmanlığı

Halkı hocalardan soğutmak isteyen yeni rejim, onlara iş vermediği gibi, hep gözden düşürmek için hocalar aleyhine büyük kampanyalar açar. Başta okullar olmak üzere gazetelerde, dergilerde, hikaye, roman, tiyatro eserlerinde, sinema, tiyatro  ve halkevlerinde hocalar hep cahil, gerici, yobaz, çağ dışı, menfaatçi, üçkağıtçı, dilenci, kadın göbeği yazan, muskacı, üfürükçü, din istismarcısı, kaba saba kirli ve pinti insanlar olarak anlatılır.

Hocayı öyle bir resmederler ki, aklına hemen şu portre gelir: Uzun ve karma karışık sakalı, öfkeyle açılan ağzından akan salyaları, elinde uzun ve dikenli sopası, kirli ve pinti elbisesi içenden göbeği açıkta kalan bir adam.  Ucube bir sarık, dağınık ve düzensiz bir kaftan, çizgili bir uzun etek ve yamalı bir şalvar.

Maksat nedir?

Hocaları itibardan düşürmek ve halkın peşlerinden gitmesini önlemek. Başarmışlardır da. Bu gün dahi cemiyette, en azından materyalist ve pozitivist Batıcı resmi eğitim çarkından geçmişler nezdinde hoca en itibarsız insanlardandır maalesef.  Bu yazıyı yazdığımız günlerde bir dizi oynamaktaydı. Öğretmen, parmak kaldırarak “hocam hocam” diyen öğrencilerine “hoca camide, ben öğretmenim” diyordu. Yaşanan bir darbe sonrası gelen bir yazıda biz öğretmenlere kesin bir emir vardı, asla kendinize “hocam” dedirtmeyeceksiniz. Öğrenciler size ancak “öğretmenim” diyeceklerdir.

“Hoca” kelimesi yanında “öğretmen” ne kadar zayıf, cılız ve eksik anlamlı kalıyor, bilmezler mi? Elbette bilirler. Bizim eğitimimizde profesöre bile “hoca” derler. Ahmak adamlar, imamın sırtındaki cübbeye “kara cübbe” derler, ama hakimlerin ve Prof.ların cübbesine saygı duyarlar. Neymiş, bu cübbe Avrupa’dan gelmiş! Be zavallı adam, hiç araştırdın mı, bizim o cübbe, Avrupa’ya nasıl gelmiş?

Tarih ibret için okunur. Evet, keser döner sap döner, bir gün gelir hesap döner. Hayattan kovulan sakal, sarık, şalvar dahi, tıpkı cübbe gibi üniversitelerde, parlamentoda, mahkemelerde, okullarda ve iş yerlerinde yeniden itibarını kazanır.

Şimdi bu duaya bazıları “inşallah” derken, çokları da “adam amma da yobazmış” diyeceklerdir. Bu ülke bu hale nasıl geldi?

İtiraz mı Ediyorsunuz?

Cemiyette bir hâkimin, savcının, komiserin, avukatın, doktorun, mühendisin yanında, bir de hocanın itibarına bakınız. Ya da kızınızı onlardan biri veya hoca istese, ne yapacağınızı düşününüz. Bir başka gösterge; oğlunuz bir meslek ve okul seçecek. Yukarıdaki mesleklerden birine mi, hocalığa mı yönlendirirsiniz tercihini?

Bana anlatmayın kardeşim, ben şehirde açılan ama daha çok köylü çocuklarının içini doldurup okuduğu İmam Hatip Lisesinde yaptım öğretmenliğimi!

Ha şunu da söyleyeyim; 1980 yılında Maraş İmam Hatip Lisesine tayinim çıktığında ve ertesi birkaç yılda, bu şehrin ortaöğretimde okuyanların yarısı bizim okulumuzdaydı. Bu kalabalığın sebebi de bu okulları çok seviyor oluşlarından değil, birçok ailenin, “burada anarşi, terör, kavga yok. Aklımız çocuğumuzda kalmasın” diye düşünmelerindendi. Neyse, ba acı bahsi bir hatıra ile kapatalım mı?

Tarlaya Kim Girmiş?

Bir gün Tekir’deyiz. Hani şu Ali Şirikçi amcayla tanıştığımız gün. Tekrar etmeyelim, hatırlamışsınızdır.  Cuma vaazımız, hutbemizden sonra bir lokanta sahibinin, sanırım aynı zamanda mutarın davetindeyiz. Lokantada kalabalık bir cemaatiz. Başta Domur Hoca, Mahmut Doğan Hoca Ali Seyithanoğlu, Bekir Ayhan ve köyün imamı Osman Hoca gibi daha birkaç Hoca Efendi de var yemekte. Millet onları seviyor, yemekte yalnız bırakmıyordu. Her yerde geveze, boşboğaz, patavatsız insanlar olur ya, o nezih mecliste içlerinden bir ikisi güya muhabbet amaçlı laf olsun diye başladılar hocalardan yana gevezelik etmeye. Mübarek adamlar, şaka yapacak kadar samimi değilsiniz, bu ne laubaliliktir? Derken birisi şu meşhur tekerlemeyi getirmesin mi?

“Bir tarlaya bir öküz, bir de bir hoca girmiş. Çocuk öküzü çıkarmaya koşarken, babası arkasından bağırmış, “oğlum hocayı çıkar, öküz kalsın!”

Yani hoca öküzden daha çok yer ve zarar verirmiş tarlaya…

Buz gibi bir hava esti. Gevezelik yapanlar bile susup kalmıştı.

Nihayet birisi bunu sordu bana “böyle demek ne derece doğrudur?” diye. Ben de tane tane ve tonlu konuşarak cevap verdim:

“Fıkıh kitaplarımızın “elfaz-ı küfür” bahsinde yazar ki, bir insan bir hoca ile, sırf hoca olduğu için alay ederse, hatta hoca kılığı diye sarık, sakal ve cüppe ile alay etse, dinden çıkar, mürted, yani kafir olur. Anında hanımıyla olan nikâhı gider. Yeniden müslüman olmak istiyorsa iman ve nikah tazelemesi gerekir”.

Ortalık bir kere daha buz gibi oldu.

Derken hocalardan biri de şunu anlattı:

“Böyle bir mecliste, yemek başında biri bu hikâyeyi anlatmış, millet de gülmüş. O zaman Hoca Efendi sofradan geriye çekilmiş ve demiş ki:

“Ben çekiliyorum, öküzler yemeye devam edebilir”.

Bu sefer de hep berber güldük ve işi tatlıya bağladık.

Biraz Yakından Tanıyalım

Vehbi Şirikçi merhum 1938’de Kahramanmaraş’ta dünyaya gelir. Babası şehrin eşrafından ticaretle uğraşan Şirikçi Mehmet Efendidir. Annesinin ismi Saadettir ama Zekiye diye meşhurdur. Metin ve Ahmet küçük kardeşleridir.

İlkokulu bitiren Vehbi Efendi okumak ister. İsmet Karaokur ile birlikte o zamanda gayrı resmi okutmada mahir ve “Bahçeci Hoca” diye meşhur olan Muhammed Kâmil Ağdaş Hocadan[1] dini dersler alırlar. Ama okumadan yana talihi yoktur. Babası, ya o günün şartlarından ve yalnızlığından, ya da ticarete kabiliyetinden okutmaz onu. Yanına alır ve istikbalin iş adamı olarak büyümeğe başlar.

1957 yılında eşi Saadet Hanımla yolları kesişir ve 51 yıllık saadet dolu yılları yaşarlar birlikte. Bu mesut yılların sırrını hacda azıcık gördüm. Çok az da olsa onları yan yana görüyor ve aralarındaki sevgi, saygı, edep, ciddiyet, istişare, dinleme ve değer verme, hizmet, iş bölümü, kendine düşeni yapma, misafirperverlik ve zahmete katlanma gibi mutluluğun kodlarını müşahede ediyordum. Bu güzel hasletler evliliğe kendini hazırlayan, hatta evlenen herkese lazım olur diye yazayım dedim.

Bu mutlu birliktelikten üç tane göz aydınlığı hâsıl olur; Osman Hulusi ve Ahmet Kamil beyler ile Yıldız hanım. Allah esirgesin, tanıdığım her iki evladında da hem sima hem de sîret itibariyle babalarının izlerini gördüm.

Manevî Hayatı

Öyle anlıyorum ki tasavvufun konuşulduğu, derviş hikâyelerinin anlatıldığı, yaşayan sufîlerin ziyaret edildiği manevi bir ocakta ve ortamda büyüdü Vehbi Efendi.

Bir tarafta Maraş’ımızın manev’i mimarlarından Darendeli Muhammed Hilmi Efendi ve halifeleri, bir yanda askerliğini Maraş’ta yapan Darendeli Osman Hulusi Efendi, İlmiyeden Hafız Ali Efendi, Bahçeci zade, Dayızade ve sair Maraş uleması, dervişanı onun ruh mayasını yoğurmuş ve maneviyatını kıvama erdirmişlerdi.

Yine kısmen duyduğum ve onları yorumladığıma göre küçük yaştan itibaren mahfuz bir ortamda dindar olarak yetişmişti. Evi ve işi ile barışık yaşantısı onda bir şahsiyet oluşturmuş ve hayatına bir sakinlik, bir oturmuşluk ve istikrar kazandırmıştı. Bütün bunlar hayatına bir huzur ve itminan veriyordu. Çocuklarının ismine bile sirayet etmiş bu manevi huzur ortamı, hiç şüphesiz onun ruhî dinamiklerini oluşturuyordur.

Bu temiz hal ve gidişi onu gerek ülke içinde, özellikle de İstanbul’da, gerekse Mekke ve Medine’de iyi kullar ve güzel insanlarla tanıştırmıştı. Mahmut Sami Ramazanoğlu, Musa Topbaş, Mehmet Zahit Koktu, Osman Hulusi Ateş, Ali Ulvi Kurucu gibi birçok evliya ve ulema ile tanışmasını ve sohbetlerini ondan ilgi ile dinlemiştim. Bildiğim kadarıyla bunlardan birisine intisaplı değildi ama selîm sadrı ve engin kalbiyle hepsini de sever ve saygıyla yâd ederdi. Bu arada akrabalarından bir zatın Antep’e gidip orada şeyhlik yaptığı, vefatında bir halifesini yerine bıraktığı, sözden ve musikiden anlayan hoş meşrep o insanlarla da bağının devam ettiğini anlatırdı. Bu zatların isimlerini unuttum. Hayatta kalan kardeşi Ahmet beyden veya evlatlarından sorulursa sanırım ayrıntılı bilgilere ulaşılabilir.

Siyasî Ve Sosyal Hayatı

Vehbi Efendi ve ailesi dindardır, manevi bir hayatın içindedir. Bu yüzden dini hayat hizmet eden her hareketin içindedirler. Bunun bir ifadesi olarak Müftülüğe, İmam Hatibe, Kur’an Kurslarına hep müzahir olmuş, yardımlarda bulunmuştur. Son zamanlarında başta Saçaklızade olmak üzere birçok vakıf ve derneklere ve maddi ve manevi destek çıkmış, yardım etmiştir.

Bütün bu inanç ve hareketin bir neticesi olarak Vehbi Efendi öteden beri Milli Görüş hareketini desteklemiştir. Bu destek hep gönül bağı ve maddi yardım olarak kalmış, kardeşi avukat Metin Beyin aksine ben bilerek aktif siyasetin içinde olmamıştır.

Vehbi Efendi halim selim, nazik ve kibar, mütebessim haliyle beraber çok da cömerttir. Misafirperverdir, ikram sahibidir. İş yerinde, kutsal yolculuğumuzda, az da olsa evinde gördüğüm kadarıyla misafirlerine eliyle hizmet etmeyi severdi. Küçük büyük herkese nazik ve kibarca konuşurdu. Onun yanındakiler, onun bu güzel halinden etkilenir, edep ve terbiyesine bakarak kendilerinin de edepli olmak zorunda olduklarını hissederlerdi. Konuşurken tebessüm yüzünden nadiren eksik olurdu. O da ümmetin dertlerinden bahsederken halin icabıydı!

Nihayet Sırasını Savdı

Bazı hastalıkları vardı. Özellikle de bacaklarında tezahür eden damar hastalığı. Bundan mustaripti. Sanırım tedavi için gerekeni yaptı. Bir ara bu amaçla Amerika’ya gittiğini de hatırlıyorum. Ama malum ecelin bir vakti var, saati geldiğinde ne öne alınabiliyor, ne de ötelenebiliyor. Hüküm Allah’ındır. Kula düşen “inna lillah…” diyerek teslimiyettir.

Yukarıda zikrettiğimiz birçok güzel huylarıyla birlikte arkasında bir sevgi ve dua dostları bırakarak Hakka yürüdü Vehbi Efendi eceli geldiğinde. Tıpkı adında da olduğu gibi, Hakkın bir hibesiydi, bağışıydı ve nitekim sonunda yine O'na gitti. Onun dostlarının güzelliğinden de belliydi iyilik ve güzelliği.

Dünya böyledir işte. Şair, "İşte geldik gidiyoruz - Şen olasın Halep şehri" demiş. Geliyor ve gidiyoruz. "İnna lillah ve inna ileyhi raciûn". Bir gün Halep de gidecek, Maraş da. Önemli olan, arkasından "iyi insandı" dedirtebilmek. Halkın şahitliği önemlidir. Cenazenin arkasından yapılan konuşmalar önemlidir. Orada halkın dili, Hakkın dili olur. Ölüm ciddi olduğu gibi, ölenin ardından konuşulanlar da ciddidir. Kimse yapmacık konuşmaz o zaman. İşte o şehadete Allah Teâlâ değer verir.

Dikkat ettim, Vehbi Efendinin arkasından hayırdan başka tek bir söz duymadım. Maşallah, ne güzel bir yâd-ı cemîl bırakmış. İmrenmemek elde değil!

Evet, gerçek budur ki, gün gelecek, hepimiz de öleceğiz. Allah hepimize o ecel saati gelince güzel ölümler nasip eylesin.

 

[1] Hakkında yazılan bir kitap için bkz. Muhammed Kâmil Ağdaş (Bahçeci Hoca) : Hayat Ve Şirleri. Hazırlayanlar Yaşar Alparslan, Serdar Yakar. Kahramanmaraş, Ukde Kitaplığı, 2009. 208 sayfa.