Ağlatan Manzara

İmanın iki dünyada da saadet,
inkârın iki dünyada da azap olduğunu biliyoruz. Ve imanın bir ihsan-ı ilahi
olduğunu da görüyoruz. Hamdolsun, şükrolsun.

 

Hz. Lut (A.S)  un 
karısı, Hz. Nuh (A.S) un oğlu, Hz. İbrahimin babası kafir oluyor da,
Fir’avn’un karısı Asiye Hatun Müslüman ölüyor, ne ile izah ederiz ihsan-ı
ilahiden başka?

 

Ne dersiniz, bu nimetin kadrini
yeterince takdir edebiliyor muyuz?

 

Eğer “evet” diyorsak, yerimizde
duramamamız gerekir. Davranmamız gerekir dünya çapında.  Kimse “anam babam kafir öldü” diye ağlamasın
yüreği zonklaya zonklaya…

 

Sevgili peygamberimiz yerinde
duramıyordu. Mekke dönemi daha çok ferdî tebliğlerle geçti. Medine’de her sene
en azından iki sefere çıkardı. Savaşır veya sulh yapardı. Maksat İslam her yere
ulaşsındı. Onun bu perişanlığı karşısında kızı Hz. Fatma annemizin nasıl
ağladığını hatırlıyoruz değil mi?

 

- Niçin ağlıyorsun sevgili kızım?
Sorusuna:

 

- Ey Allah’ın Rasûlü! Ey sevgili
babacığım! Seni rengin solmuş ve elbiselerin çürümüş olarak görüyorum. Bundan
dolayı ağlıyorum… Yani O, “Sen hep böylesin, dünyada bir rahat yüzü görmedin”
demek istiyordu.

 

Resûl-ü Ekrem ise ona:

- Ey Fatıma! Ciğerparem ağlama,
Cenabı Hak senin babanı öyle bir işle vazifelendirmiştir ki yeryüzünde çamurdan
yapılmış hiçbir ev, kıldan yapılmış hiçbir çadır ve hiçbir otağ kalmayacaktır
ki Allah o işle oraya ya izzeti veya zilleti sokacaktır. Öyle ki gecenin
vardığı gibi o noktaya varacaktır” 

 

Evet, bu din dünyanın her bir
yanına ulaştırılacaktır. Sorumluluk bu!.. Peki ama Resulullah (sav)  Efendimizin ölümüyle dava bitti mi?

 

Madem ki Sevgili Peygamberimiz
vefat etmiştir, öyleyse kim yapacak bu işi şimdi?

 

Cevap bellidir aslında: Onun
Ümmeti. Yani biz.

 

Peki bu davaya göre biz nerdeyiz?

 

İmanımızın şükrünü bilfiil ifa
edebiliyor muyuz? İmanımızın gereğini bir güzel yapabiliyor muyuz?

 

Etrafımızda, bırakın uzak
diyarların insanlarını, kendi evlatlarımız küfür ve irtidat (dinden dönme)
alevleri içinde yanarken, bir itfaiyeci sancısıyla ateşlere koştuğumuzu
söyleyebilir miyiz? “Ben bana düşeni yaptım” huzuru ile oturabiliyor muyuz?

 

Biz uzağımızdan bile sorumluyuz
yakınımız kadar. Aslında Resulullah (sav) 
Efendimiz gibi biz de oturamamalıyız yerimizde, en az yılda iki sefer
düzenlemeliyiz etraf beldelere, memleketlere… Ya bizzat gitmeliyiz, ya da bu iş
için yetiştirilmiş bir gideni maddî imkanlarla donatarak “manen” gitmeliyiz.
Malum, “sebep olan, yapan gibidir.” Malum, “Bir gaziyi donatan, onun cihad
sevabını aynen alır.”