İctihat Taklit Telfik Fetva

İctihat:

 İctihad, belirli  kaide ve kurallar ışığında Kur’an ve sünnetten ameli-pratik hükümler çıkarma işlemidir.  Bu bilgi birikimine, bu  güç ve kabiliyete sahip alimlere müctehid diyoruz.  

Müçtehitler Kur’an ve Sünnet’in yanında hüküm çıkarmak için başka delillere ve kaynaklara da baş vurmuşlardır.  Başta icma ve kıyas olmak üzere örf ve adet, istihsan, istishab, maslahat, kötülüğü önleme, sahabî sözü vb.  bu kaynaklar “fıkıh usulü” dediğimiz kitaplarımızda geniş olarak işlenmiştir. 

Müctehid içtihadını ancak Kur’an ve Sünnet’te açıkça bir hüküm bulamadığı konularda yapar.  Yoksa “nass” dediğimiz Kur’an ve Sünnet gibi kutsal metinlerde açıkça var olan bir meselede içtihada izin yoktur. 

“Açıkça” dediğimizden maksadımız şudur: Bir meselede nass dediğimiz Kur’an ve Sünnet’te mesele – konu var ama, onu tam ve doğru anlama, manasını tayin etme, günlük hayatın pratiklerine uygulama vs.  gibi hukukî uygulamalarda içtihada gidilebilir.  

Bu açıdan bakılınca içtihatlar çok farklı olabilir.  Bu da İslam’ın evrensel rahmetinin eseridir.  Çünkü her içtihat saygı görür ve sahibine sevap kazandırır.  Şunu açıkça söyleyelim ki, kurallarına uygun yapılan içtihatların ortaya koyduğu hükümler İslamîdir, yani müslümanları bağlayıcıdır.  

Her müçtehit kendi görüşüyle amel eder.  Bir içtihat başka bir içtihadı bozmaz.  Müctehitler başkasını taklit edemez Avama gelince, haliyle onlar bir müçtehidi kendilerine imam seçerek onun fetvalaruyla amel ederler. 

“Bir müctehidde bulunması gereken şartlar ve O’nun uyması gereken kurallar nelerdir?” sorusuna, şöyle cevap verebiliriz: Kur’an ve Sünnet’te geçen şer’î hükümleri, var olan icma’ları, bütün bunlar Arapça bilgisini gerektirdiği için bu dili iyi bilmesi gerekir.  Bir de bu işlerle uğraşanların hukukî bir meleke – kabiliyete sahip olması öteden beri bir şart olarak ileri sürülmüştür. 

Bunlar, mezhep sahipleri gibi  “mutlak müctehid”in şartlarıdır.  Bu müçtehitler İslam hukukunun her alanında söz sahibidirler.  Bir de bunun altında “mezhepte müctehid”, “meselede müctehid” gibi içtihat çeşitleri ve “tahriç, tercih, temyiz sahibi” gibi fıkıhçı çeşitleri vardır.  Bunların detayları fıkıh usulü ilminde bulunabilir.  “İçtihat kapısı” bu ilmi seviyeye çıkamayanlara kapanmış, ama Müslümanların hukukî meselelerini usul ve kaidesine uygun olarak çözüme kavuşturma konusunda asla kapanmamıştır.  

İftiharla ifade edelim ki İslam Dünyası bu anlamda bol müctehid çıkarmış ve hukuk dünyasına armağan etmiştir.  Bunlar bizim fıkıh tarihi başta olmak üzere bir çok kitaplarımızda anlatılmıştır.  Ama bunlardan özellikle dört tanesi çok meşhurdur.  Çünkü hala görüşleriyle amel edilmekte, açtığı çığırlardan gidilmektedir.  Şimdi kısaca “taklit” ve “mukallit” bilgisinden sonra o konuya bir göz atalım. 

Taklit:

İçtihat seviyesinde olmayan mükellefler, dinin emirlerini yerine getirmekte müçtehitleri taklit ederler.  Taklit, bir müçtehidin dindeki görüşünü benimseyip almak ve uygulamaktır.  Bu alıp uygulamayı yapan mukallit, o müçtehidin dayandığı delilleri anlamış ve kavramışsa, bu kişiye “alim”, “fakih”, “hoca”, “müftü” deriz.  Böyle değilse ona “avam” denir. 

Asr-ı saadette Müslümanlar karşılaştıkları dini meselelerde hemen Sevgili Peygamberimiz (sav) Efendimize başvurur ve konuyu öğrenir ve uygularlardı.  Kur’an, bilinmeyen konuların ehline sorularak öğrenilmesini teşvik eder.  Allah Teala “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun” (Nahl/43) diye emretmiştir.  Rasulullah (s. a. v) Efendimiz de “cehaletin ilacı sormaktır” buyurmuştur. 

Allah’ın kullarına ilk farz kıldığı şey okumaktır.  Okumak ve sormak, hiç şüphesiz ilim elde etmenin en iyi yoludur. İmkânı olanlar bunu muhakkak yapmalıdırlar.  Zira bu din ancak ilimle bilinir ve ancak ilimle iyi bir şekilde yaşanır.   Ne var ki herkesten içtihat seviyesinde ilim öğrenmesini beklemek hayatın tabii akışına terstir.  Mümkün değildir.  Öyleyse insanlar mecburen bir müçtehidi veya bir müçtehidin usul ve bilgisi çerçevesinde oluşmuş mezhebi taklide muhtaçtırlar. 

Fetva

İlmin ilk adımı bilenlere sormaktır.  Bilenlere sormaksızın, bilenlerden öğrenmeksizin dinin bilinmesi mümkün değildir.  Bu yüzden Allah Teala “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun” (Nahl/43) diye emretmiştir.  Aynı şekilde sormaksızın hareket edenlere Rasulullah (s. a. v) oldukça şiddetli bir şekilde kızmış ve “Cehaletin ilacı sormaktır” buyurmuştur.   “Avamın mezhebi olmaz” sözü de meşhurdur.  Öyleyse bir meseleyi bilmeyen kişi önce onu kitaplardan okur öğrenir.  Bunu yapamazsa, bir bilene sorar, sonra da öğrendiği ile amel eder.  Mesele biter. 

Din hakkında soru soran kişiye (müsteftî) alimlerin, fakihlerin, müftîlerin verdiği cevaba “fetva” denir.  Fetva vermek çok ciddi bir iştir ve büyük sorumluluğu gerektirir.  Üstelik bir mesele hakkında değişik görüşler varsa, bunlardan hangisinin seçilmesinin delil bakımından daha güçlü veya müstefti açısından daha faydalı ve elverişli olduğunu bilmek gerekir.  Hiç şüphesiz bu işlerin belli kaide ve kuralları, adab ve usülleri vardır.  Bunlar fıkıh kitaplarında “adabu’l fetva” ve “resmü’l müftî” gibi başlıklar altında incelenir. 

Telfik:

Burada şöyle bir soru vardır: Acaba sorana öğreten o âlim, kendisi müçtehit değilse, daima bir mezhebin görüşüne bağlı kalmak mecburiyetinde midir?

Bir zorunluluk olmadığı sürece biz buna “evet” diyoruz.  Bir zorunluluk veya bir ihtiyaç varsa başka bir mezhep de taklit edilerek ihtiyaç ve sıkıntılar giderilebilir.  Ama böyle bir gereklilik yoksa kendi mezhebini bırakıp başka mezheplere uymaya veya her mezhepten en kolayına gelenleri seçmeye izin yoktur.  Bu laubaliliğin adına, yani keyfine göre hareket edip her mezhepten hoşuna veya kolayına giden görüşleri seçip amel etmeye  “telfik” denir.  Telfik dört mezhepte de yasaklanmıştır.  Keyfine göre hareket eden ve dilediği mezhepten dilediği kolaylıkları seçen kimse, gerçekte Yüce Allah’ın “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun” (Nahl /43) emrine değil de nefsine uyduğu için telfik şiddetle yasaklanmıştır.