Davet Sorumluluğu

İlim öğrenmekten amacımız, öncelikle kendi bilgisizliğimizi gidermek, kendimizi tanımak, Rabbimizi tanımak ve O’na nasıl kulluk yapabileceğimizi öğrenmek ve bu bilgilerle amel etmektir. Hiç şüphesiz insan ilmi önce kendisi için öğrenir. Yani ilimle kalbini yatıştırır ve nurlandırır, nefsini temizler ve süsler, duygularını eğitir ve zenginleştirir, işlerini olgunlaştırır ve bereketlendirir, çevresine huzur, güven, barış ve esenlik getirir.

Allah (azze ve celle)’ye kulluk yapmanın bir yönü de, öğrendiklerimizi başkalarına öğretmek, insanları İslam'a davet etmek, halka irşad ve tebliğde bulunmaktır. İslam'ı yaşamayan birey ve toplumların akıbetini anlatmak, inzar (sakındırma) ve tebşir (müjdeleme) için çaba ve gayret sarfetmektir. Çünkü İslam, her inananına, dinini yaşama yanında, buna inanan insanların sayısını artırma görevi de verir. İslam’ın çok önem verdiği cihadın asıl amacı, dini yayma, bilmeyenlere, duymayanlara ulaştırmadır. Bu sağlanırsa savaşmaya gerek yoktur. Çünkü dinde zorlama yoktur. Savaş, ya bir saldırıyı defetmek, ya da İslam’ın duyurulmasının ve hakim kılınmasının önüne konan engelleri kaldırmak için yapılır. “İslam kılıç dinidir, kılıçla yayılmıştır” diyenler, bilerek iftira etmektedirler. İslam ne toprak kazanmak, ne başkalarının yeraltı ve yerüstü servetlerini sömürmek, ne de kişileri zorla Müslüman etmek için asla savaşmaz. Cihad başka, savaş başkadır. 

Onun için her alim aynı zamanda bir davetçidir. Bir yandan inananlara dinlerini öğretirken, bir yandan da inanmayanlar arasından yeni adamlar kazanmak onların asli vazifeleridir. Bütün peygamberler bu bakımdan “örnek insan”dırlar. Çünkü onların asli vazifeleri de insanları Allah (azze ve celle)’ın dinine davet etmektir. Dini yayma her müslümanın derdi ise de Allah (azze ve celle) özellikle ümmet arasında bir gurubun bunu mutlaka yapmasını ister. Bu gurup da elbette bu işi gereği gibi yapma eğitimini almış alimler olacaktır. İşte ayet-i kerime: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.”(1) 

Görüldüğü gibi, insanları dine davet edecek alimleri yetiştirmek ümmet üzerine farzdır. Onlar ne yapıp edecek, ama mutlaka  bu işi yapacak kurum ve kuruluşları kuracak, oralarda ehil alimleri yetiştirecek ve bu davet işini gerçekleştireceklerdir. Ayette de belirtildiği gibi bu görev yapıldığı sürece ümmet kurtuluştadır. Çünkü “hayırlı” bir ümmettir. Bu hayır onlara, insanlığa karşı yaptıkları irşad, tebliğ ve davet işinden ötürü verilmiştir. İşte onları bu yönüyle öven ve takdir eden ayet: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah'a inanırsınız.”(2) Nitekim şu ayetler, insanları dine davet etmeyi, cahillik ve sapıklıktan sakındırmayı, Allah’a karşı saygılı olmayı öğretmeyi emretmektedir: “Mü’minlerin hepsinin toptan savaş için sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir gurup dini ilimlerde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri savaştan döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.”(3)

Ayet, niçin ilim öğrenileceği hakkında  açık bir delildir. Bir de şunu ifade etmektedir ki, ilim için çalışmak, cihaddan geri bir ibadet değildir. Yukarda geniş olarak açıklandığı gibi özellikle çağımızda zaten ilimle desteklenmeyen bir cihad kazanılamaz da. Olmaz ama farzedelim kazanılsa dahi, cihaddan esas amaç olan insanları ikna ile İslama davette başarılı olunamaz. Çünkü İslam gönül işi, gönüllülük işi, teslimiyet ve rıza işidir. Kalbin iştirak etmediği bir imanın dille ifadesinin hiçbir kıymeti yoktur.  Kaldı ki, ilim tahsilinin zorluğu da, cihaddan pek geri kalmaz.

Ancak burada “Eğitimin Amacı”nda belirttiğimiz bir hususa baştan işaret edelim: Bu başkalarına öğretme işi, "Allah için" olacaktır. Yoksa halka üstünlük taslamak, tepeden bakarak tahakküm etmek, dünyalık kazanmak maksadıyla olmayacaktır. Gurur, kibir, ucub ile değil, halka özellikle de, kendisinin dinini, canını, ırzını, malını korumak için Allah yolunda savaşa çıkan ve bu meşguliyet sebebiyle dinini öğrenemeyen mücahid kardeşlerine, hem bir ibadet, hem de minnet borcunu ödemek amacıyla ilim öğretecek, irşad ve tebliğde bulunacaktır. Böyle olursa, “İlim ve Cihad” hükmünde anlattığımız gibi, eğitim ve öğretim işleri de, hakiki bir cihad olacaktır. 

İlim öğretme işi hem sevap, hem de bir mecburiyettir. Sevaptır, çünkü daha önceki bölümlerde de geçtiği gibi, başkalarına ilim öğretmekle, onların yaptığı amellerden istifade edilir.(4) Çünkü, "sebep olan yapan gibidir".(5) Peygamberimiz, bir insanın hidayetine vesile olmayı, en kıymetli mallardan sadaka vermekle elde edilen sevaptan, hatta güneşin doğduğu yer ile battığı yer arasındaki her şeyi tasadduk etme sevabından daha hayırlı ve üstün saymıştır.”(6)

Mecburiyettir; çünkü “Allah teala ilim verdiği alimlerden de, peygamberlerden aldığı söz gibi, bilgilerini saklamayıp insanlara açıklamaları için söz almıştır.”(7)

Kur’an-ı Kerim, geçmiş ümmetleri anlatırken, aralarındaki alimlerin onlara nasihat vermelerini övgüyle anlatıyor,”(8) ilimleri ile amel etmeyen, toplumu irşad ile hayra yönlendirmeyen, kötülüklere müdahele etmeyen alimleri de kınıyor.(9) İşte bir örnek: “Din Görevlilerinin ve alimlerin, onlara günah söz söylemeyi ve haram yemeyi yasak etmeleri gerekmez miydi? Yapmakta oldukları şey ne kötüdür.”(10)

Kur’an-ı Kerim bu ümmete de, ümmet içinde de özellikle alimlere, iyiliği emretme, kötülüğü engelleme (el-emr’u bi’l ma’ruf ve'n nehy’u an’il mün’ker) görevini vermiştir. Böylece Kur’an, günümüzde “insan hakları” diye ifadesini bulan insanlığın temel değerlerini koruyarak ahlaklı bir toplum inşa etmek istemiştir. Bunun için ümmete ve devlete sorumluluklar vermiş, gerekirse güç kullanmaya yetkilendirmiştir.(11) Bu, “vasat ümmet” yani örnek toplum, denge toplumu kılınmanın bir gereğidir.(12) Allah teala, her türlü zorluklara katlanarak, sabırla direnerek bu görevi yapan müslümanları övmüş(13) ve müjdelemiştir.(14)

Kur’an-ı Kerime göre ilmin bedeli, onunla amel etme, insanlara öğretme, iyiliği uygulayan ve emreden, kötülükten kaçan ve onlara engel olan bir toplum oluşturma, bu görevi yaparken başa gelen belalara sabır, eziyet ve işkencelere göğüs germe ve direnme, iyilikleri emir, kötülükleri nehyetmede yardımlaşma, zalimlerden çekinmeden hakkı söyleme, hiçbir bahane ile ilmi gizlememedir. Bunlar ilmin ve alimin namusu, haysiyeti  ve şerefidirler.

Peygamber (sav) efendimiz de alimlere bu görevi verirken, işi biraz da ciddi tutmuş, savsaklanması veya terk edilmesinde sert uslublar kullanmış, gevşeklikten uyarmış ve geçmiş ümmetlerden bir çok misallerle ümmeti ikaz ederek eğitmiştir.

İşte bir örnek: “İsrail oğullarının   içine bozulma düştüğü zaman, kişi kardeşini günah üzere görür ve onu bundan men’ederdi. Ancak ertesi gün, bir gün önce yasakladığı şeyleri yapan kimselerle yemede, sohbetlerde arkadaşlık yapmadan çekinmezdi. Bunun üzerine Allah onların kalplerini birbirine karıştırarak hepsini sapıttı, onların bu hali hakkında Kur’an’da şu ayet gelmiştir. “İsrail oğullarından olup da küfredenlere Dâvud’un da, Meryem oğlu İsa’nın da diliyle lanet olunmuştur. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrâta sapmaları idi. Onlar işledikleri herhangi bir fenalıktan birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Hakikat yapmakta devam ettikleri (o hal) ne kötü idi... Eğer Allah’a, Peygambere ve O’na indirilene iman etmiş olsalardı onları dost edinmezlerdi...”(15) Ayakta duvara dayanmış durumda olan Hz. Peygamber (as) bu ayetleri okuduktan sonra oturur ve ilave eder: “Hayır, siz (haddi) aşan zalimin elinden tutup onu hakka çevirinceye kadar (irşad işini bırakmazsınız)”(16)

Bu kitabımızda buraya gelene kadar konu ile ilgili bir hayli hadisler zikrettik. Bu hadislerde peygamberimiz bütün müslümanlara, aklın ve şeriatın çirkin gördüğü münkerleri, aklın ve şeriatın güzel gördüğü maruflara tebdil için el, dil ve kalp ile mücadeleyi emrediyor.(17) Çoğunluğun, aralarındaki azınlığın fena amellerini (münker) görürler de, güçleri yettiği halde ses çıkarmazlarsa, şerlilerin hayırlılarına musallat edileceğini, iyilerin dualarının kabul olunmayacağını,(18) hepsinin toptan helak edileceğini(19) bildiriyor.

Alimin kıymetini izaha çalışırken,  başkalarına ilim öğreten alimlerin Peygamber (sav) efendimiz tarafından nasıl sevildiğini, övüldüğünü görmüştük. İşte onun hatırlatmak istediğimiz  bazı ifadeleri: “...yetmiş sıddık sevabı verilir. Göklerde saygı ile anılır... Şefaat ediniz; indallah makbuldür... En güzel hediyedir... Bir senelik ibadete bedeldir... Bütün mahlukat onlara dua ve istiğfar eder... Amel defteri kapanmaz... Herkesin gıpta edeceği insanlardır... Onlar benim vekillerimdir, Allah’ın rahmeti üzerine olsun...”(20)

Şimdi ise Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Efendimizin ilmi başkalarına aktarma, öğretme ile ilgili bazı hadislerini görelim: İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Benden bir şey işitip onu (artırıp eksiltmeden) işittiği şekilde başkasına ulaştıran kimsenin (Kıyamet günü) Allah yüzünü taze kılsın. Zira, kendisine ulaştırılan öyleleri var ki, bizzat işitenden daha iyi kavrar."(21) 

Abdullah İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Bir ayet bile olsa benden başkasına götürün. Beni İsrail (hikâyelerin) den de rivayet edin, bunda bir mahzur yok. Ancak kim bile bile bana yalan nisbet ederse cehennemdeki yerini hazırlasın."(22) 

Muaz İbnu Enes'in babası anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim bir ilim öğretirse ona bu ilimle amel edenlerin sevabı vardır. Bu amel edenin ücretini eksiltmez."

 Ebu Katâde babasından naklediyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kişinin (öldükten sonra) geride bıraktıklarının en hayırlısı şu üç şeydir: "Kendisine dua eden salih bir evlad, ecri kendisine ulaşan bir sadaka-i cariye, kendinden sonra amel edilen bir ilim."

 Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Mü'min kişiye, hayatta iken yaptığı amel ve iyiliklerden, öldükten sonra ulaşanlar, öğretip neşrettiği bir ilim, geride bıraktığı salih bir evlad, miras bıraktığı bir mushaf (kitap), inşa ettiği bir mescid, yolcular için yaptırdığı bir bina, akıttığı bir su, hayatta ve sağlıklı iken verdiği bir sadakadır. Ölümünden sonra kişiye işte bunlar ulaşır."

 Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sadakanın en üstünü, kişinin bir ilim öğrenip sonra da onu müslüman kardeşine öğretmesidir."

İlim kaldırılmadan önce alimlerin gayrete gelerek çalışmaları ve bu en büyük, en faziletli ve faydalı ibadetle Allah (Azze ve celle)’ın rızasını kazanmaları gerekir. Çünkü bir gün bunu isteseler de fırsat bulamayabilirler. İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah ilmi (verdikten sonra), insanların (kalbinden) zorla söküp almaz. Fakat ilmi, ülemayı kabzetmek suretiyle alır. Ülema kabzedilir, öyle ki, tek bir alim kalmaz. Halk da cahilleri kendine reis yapar. Bunlara meseleler sorulur, onlar da ilme dayanmaksızın (kendi reyleriyle) fetva verirler, böylece hem kendilerini hem de başkalarını dalâlete atarlar."(23) 

Görüldüğü gibi ahir zamanda kıyamet alametlerinden biri de ilmin kaldırılmasıdır. Bunun ise alimin ölümü ve yerine cahillerin geçmesiyle olacağı, bu ve benzeri hadislerde açıkça geçmektedir. Şüphesiz bu korkunç gerçekten en fazla korkması gerekenlerin başında alimler gelir. Bu korku onları, yerlerine geçecek alimler yetiştirmeye mecbur etmeli değil mi? Bu da ilmi yayma sorumluluğunun bir gereğidir hiç şüphesiz.

Ebu'd-Derda radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile beraberdik. Gözünü semaya dikti. Sonra: "Şu anlar, ilmin insanlardan kapıp kaçırıldığı anlardır. Öyle ki, bu hususta insanlar hiçbir şeye muktedir olamazlar!" buyurdular. 

Ziyad İbnu Lebid el-Ensari araya girip: "Bizler Kur'an'ı okuyup dururken ilim bizlerden nasıl kapıp kaçırılır? Vallahi biz onu hem okuyacağız, hem de çocuklarımıza, kadınlarımıza okutacağız!" dedi. Resulullah da: "Anasız kalasın, ey Ziyad, ben seni Medine fakihlerinden sayıyordum. (Bak) işte Tevrat ve İncil, yahudilerin ve nasranilerin elinde, onların ne işine yarıyor (sanki onunla amel mi ediyorlar)?" buyurdu. Cübeyr der ki: "Ubade İbnu's-Samit radıyallahu anh'a rastladım. Kardeşin Ebu'd-Derda ne söyledi, işittin mi? dedim. Ve ona Ebu'd-Derda'nın söylediğini haber verdim. Bana: "Ebu'd-Derda doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim: İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşu'dur. Büyük bir câmiye girip huşu üzere olan tek şahsı göremiyeceğin vakit yakındır!" dedi."(24) 

Ömer İbnu Abdilaziz, bu kaygular içerisinde olduğu için zamanında güzel bir tedbir alarak hadislerin ve ilmin yazılmasına sebep olmuştur. Ondan nakledildiğine göre, (Medine valisi) Ebu Bekr İbnu Hazm'a şöyle yazmıştır: "Bak, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın hadisinden ne varsa yaz. Zira ben, ilmin kaybolmasından ve ülemanın gitmesinden korkuyorum. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın hadisinden başka bir şey kabul etme. Alimler ilmi yaysınlar, ilim için (herkese açık yerlerde) halkalar teşkil etsinler, ta ki bilmeyenler de böylece öğrensin. Zira ilim, gizli kalmazsa helak olmaz."(25) 

Ashab-ı kiram bu konuda çok hassastı. Ebu Zerr’in şu sözleri o duyarlığa tercüman olsa gerektir: "Eğer kılıncı şuraya koysanız -eliyle ensesini göstermiştir- ben bu esnada, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan işitmiş bulunduğum bir hadisi, sizin işimi bitirmezden önce söyleyebileceğime kanaatim gelse onu mutlaka söylerim."(26) 

Sevgili Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Efendimiz’in “kırk hadis” öğrenme ve öğretmeye dair sözleri,(27) nasıl bir “erbaîn” edebiyatı ortaya koymuştur, hepimizin malumudur. Bütün bunlar, ilmi başkalarına taşıma ve öğretme arzu ve duyarlılığından kaynaklanmıştır herhalde. 

Biz konuyla ilgili bir çok yönleri, daha önceki kitaplarımızda işlediğimiz için, burada sözü kısa tutmayı arzu ettik.(28) Alimlerin irşad, tebliğ ve cihad için varoldukları, aslında izaha gerek olmayan gerçeklerdendir. İlim ve sorumluluk, iki ayrılmaz özelliktir.

Alimlerin kıymeti, gerekli bilgileri bilmelerinden daha çok, bildiklerini başkalarına öğretmelerinden kaynaklanmaktadır. Hatta bu yüzden alimler, ibadetleri az da olsa, Allah’a çok  ibadet eden âbid ve zâhidlerden daha hayırlıdır. Bu konudaki Sevgili Peygamberimizin hadislerini aktarmıştık, tekrar etmeyelim. Onun  yetiştirdiği insanların kanaati de tabi ki aynı olacaktır. İşte size birkaç örnek;

Hz. Ömer: “Gece namaz kılan, gündüz oruç tutan bin abidin ölümü, Allah (Azze ve celle)’ın helal ve haramını bilen akıllı ve basiretli birinin ölümünden ehvendir.”(28)

Hasan: “Alim, dünyaya zahid olandan ve ibadet için gayret eden abitten daha hayırlıdır.”(29) 

Ebu Cafer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin der ki: “İlminden Faydalanılan bir alim, yetmiş bin abitten daha faziletlidir.”(30) 

Süfyan es-Sevri: “İnsanlara ilim öğretmekten daha faziletli bir ibadet bilmiyorum.”(31) 

Çünkü âbidin ibadetinin yararı sadece kendisine kalırken, alimin ilimi, eğitim ve öğretim kanalıyla başkalarına da geçmekte, başkalarını da faydalandırmaktadır. Bu yüzden alimin uykusu ile âbidin ibadetlerini, şehidin kanı ile alimin kullandığı mürekkebi karşılaştıran bir çok hadis-i şerifler, bilindiği için işaret edilip geçilecektir. Bunu haklı çıkaran bir kıssayı burada anlatmayı yararlı görüyoruz: Mücahid anlatıyor: "İbn-i Abbas namaz kılarken, arkadaşları ben, Ata, Tavus ve İkrime bir gün beraberce oturuyorduk. Bir adam yanımıza gelerek:

Size bir şey sormak istiyorum. Benim sorumu cevaplandıracak birisi var mı? Dedi.

 -Sor, dedik. Adam:

 -Ben bevlettiğimde, arkasından meni boşalıyor, dedi.

-Çocuğu meydana getiren meni midir? dedik.

-Evet, dedi.

-Yıkanman gerekir, dedik. Adam kızarak kalkıp gitti. Bunun üzerine İbn-i Abbas çabucak namazını tamamlayıp selam vererek:

-Bana o adamı çağırın, dedi ve adam geldikten sonra bize:

-Bu adama Allah'ın kitabından mı cevap verdiniz.? Dedi.

-Hayır, dedik.

- Resulullah'ın sünnetinden mi? diye sorunca, yine:

-Hayır, dedik

-Resulullah'ın ashabından mı işittiniz, diye sorunca, yine 

-Hayır, dedik.

-Öyleyse kimden işitmiştiniz? diye sordu.

-Kendi görüşümüzü söyledik, dedik. İbn-i Abbas:

-Bu yüzden Resulullah: "Bir alim, şeytana karşı bin âbitten daha güçlüdür." Buyurmuştur, dedikten sonra adama:

-Bahsettiğin o su senden akarken bir lezzet hisseder misin? Diye sordu. Adamdan

-Hayır, cevabını alınca:

-Vücudunda bir gevşeme olur mu? Dedi. Yine:

-Hayır, cevabını alınca:

-Sana gusül gerekmez. Abdest alman yeterlidir, diye cevap verdi.(32) 

İbn Abdilberr’in naklettiğine göre yine İbn Abbas’tan anlatılmıştır: “Şeytanlar İblis’e dediler ki:

-Ey efendimiz! Seni alimin ölümüne, abidin ölümünden daha fazla sevinir görüyoruz. Bu nasıl oluyor?

-Gelin, dedi. Yürüdüler ve ayakta namaz kılan bir abidin yanına vardılar ve:

-Biz sana bir soru sormak istiyoruz dediler. Abid onlara döndü. İblis ona :

-Allah’ın,  dünyayı bir yumurtanın içine koymaya gücü yeter mi? Abid:

-Hayır, dedi. İblis döndü şeytanlara ve:

-Gördünüz mü anında nasıl kafir oldu. Dedi.

Sonra kalkıp arkadaşlarıyla güle oynaya sohbet eden bir alimin yanına geldiler ve ona da izin alarak aynı soruyu sordular. Alim:

-Evet, gücü yeter, dedi. İblis:

-Bu nasıl olur? Dedi. Alim:

-Onu istediği anda “ol” der, o da oluverir. İblis:

-Gördünüz mü, o nefsine yetmiyor, bu ise bize göre alemi bozuyor(!)(33) Bütün bunların özeti odur ki, dine yapılan hizmetin ve ümmete, hatta insanlığa edilen imdadın en azizi, en kıymetlisi ve en geçerlisi, İslam'ın esaslarını anlatmak, şer’î meseleleri açıklamaktır. Bunun için Kur’an'ı ve Sünneti, bunlardan kaynaklanan İslam’ın inanç, hukuk ve ahlak esaslarını izah ederek, alemi küfürden, nifaktan, günahtan, bid’ad, hurafe ve dalaletlerden temizlemektir. Evet, insanlığa yapılan en büyük imdad, en büyük hizmet, en büyük yardım budur ve hiç şüphesiz bunu da ancak alimler yapabilir.(34)

Daha önce, alimlerin niçin peygamberlere en yakın insanlar olduklarını, onların varisi ve vekilleri olduklarını, hatta bu ümmetin alimlerinin, beni İsrail’in peygamberleri gibi oluşlarının sebep ve hikmetlerini açıklamıştık. Hatırlatıp geçiyoruz: İslam'ı tebliğ. İşte ortaklaşa kullandıkları ifade: "Vema aleyna ille'l belağu'l mübîn"

Bu sebeple, özellikle İslam’ın zayıfladığı dönemlerde onu anlatmak, desteklemek, güçlendirmek, üstünlüğünü sağlamak, hakimiyetini kurmak en hayırlı, en faziletli, en sevaplı ve en şerefli bir iştir, bir ibadettir. Hiçbir sevap, bu sevaba denk olamaz. Ümmetin fesadı zamanında kaybolan bir sünneti ihya, yüz şehid sevabı kazandırırsa, acaba farz olan Allah’ın şeriatını ihya, ne kadar sevap kazandıracaktır?

Bu noktada okuduğum harika bir sözü aktarmak istiyorum. İmam Rabbani’ye sorarlar:

—İlim talibi, nefsin elinde esirdir; bu hali ile, nefsin esaretinden kurtulmuş olan sufiye üzerine nasıl takdir edilir? Cevabı şöyledir:

—Bu soruyu soran, henüz sözün hakikatini anlamamış, işin aslına muttali olamamıştır. Şöyle ki: İlim talibi, nefsin eline esir düşmüşlüğü olmasına rağmen, yaratılmışların kurtuluşunun sebebidir. Zira, şer’î hükümlerin tebliği, onun vasıtasıyla olacaktır. Sufî zata gelince, nefsin elinden kurtulmuş olmasına rağmen, yalnız kendisini kurtarır; kendi dışındakilere iltifatı yoktur.

Kurtuluşu yalnız kendinde kalana nazaran, başkalarının ve  büyük bir topluluğun kurtuluşu kendisiyle olanın pek faziletli olduğu, karara bağlanmış bir iştir.(35) 

Eskiler bu manayı ifade için, "müteaddî ameller, lazım amellerden efdaldir" derlerdi. Bunu anlamayan, ilm-i ledün ve ilm-i batın adına ilm-i zahiri ve alimleri küçük gören, sufilerin büyüklerinin ilim hakkındaki bazı sözlerini yanlış anlayarak ve yanlış değerlendirerek haddini aşan, meşreplerinin tam tersine gurur, kibir ve enaniyet içinde yüzen kendi zamanındaki sözde sufilerin suratlarına, tasavvuf yolunun en büyüklerinden biri eliyle atılmış bir tokat gibi olan bu muhteşem sözler, inşallah aynı hastalığa yakalanan çağdaşları için de bir ibret vesilesi olur. “Tarih tekerrürden ibaretmiş.” İyi mi yani? Akif’in dediği gibi “İbret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?!...”

Bir insan için başkalarının hidayetine vesile olmak, güneşin doğduğu yer ile battığı yer arasındaki her şeyin onun olmasından daha hayırlı olduğunu biraz önce hadislerden öğrenmiştik. Hayberde Peygamberimizin Hz. Ali’ye tenbihlerini bir kere daha hatırlayalım. Bu arada sevgili Peygamberimizin şu ikna edici benzetmelerini de hatırlayalım: “İlmi öğrenen ama insanlara onu anlatmayan, onunla konuşmayan, onu açığa çıkarmayan insan, bir hazineye sahip olup da onu harcamayan gibidir.”(36) Adamın cebi, evi kağıt paralarla dolu. Bir sürü de ihtiyacı var. Ama o, paralarını harcayarak ihtiyaçlarını karşılamıyor. Peki o paralar, harcanmayacaksa o kağıt parçaları neye yarar? Hem sadece kendi ihtiyaçlarına harcanan parada da bir fazilet yoktur. Esas fazilet, o varlıktan başkalarını da faydalandırmak. O yüzden ilim öğretmeyi, sadakaların en faziletlisi saymış Peygamberimiz.(37)

Daha önce görmüştük, zenginler mal verirken, aslında alimler can vermektedir. İki infak arasında bilenler için ne kadar büyük farklar vardır!.. İşte bir büyüklüğü: Mal verdikçe biter, tükenir, ilim ise verdikçe artar ve değerlenir…

Üstad Ömer Nasuhi Bilmen Hocamız “davet fıkhı”nı şu cümlelerle özetlemştir: “İslamda iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak da bir öğüt ve hayır dilemekten ibaret çok önemli bir görevdir. Müslümanlar bu görevi gereği üzere yerine getirmiş olmakla diğer milletlerden seçkin bir millet olmuşlardır. Kur'an-ı Kerîm'de de övülmüşlerdir.

Maruf yaratılışa uygun ve dince güzel görülen şeydir. Münker de, aksine yaradılışa aykırı ve dince çirkin bulunan şeydir. Onun için her müslüman kendi din kardeşi hakkında ve bütün insanlık hakkında hayır ister, iyiliği emreder ve öğüt verir. Kötülüklerden sakındırmayı da bir din görevi bilir. Ancak bu görevin dereceleri vardır. Şöyle ki: Bu yol gösterme görevinin yapılmasında, karşı taraftan bir kötülüğün ortaya çıkacağı düşünülmüyorsa, bu görev işe el koymakla, değilse sözle yapılır. Bu da tehlikeli ise, yalnız kalb ile yapılır. İyiliğin yapılması, kötülüğün de terk edilmesi için kalb ile dua yapılır.

     Bir müslüman yapacağı iyiliği tavsiye ve kötülükten alıkoyma görevinin zararsız olarak kabul edileceğini üstün görüşü ile anlamış olursa, bu görevi yapmak ona vacib olur, bunu terk edemez. Fakat bu yüzden döğülme ve sövülme gibi bir tepki göreceğini anlarsa, bu görevi bırakması daha iyidir. Sözünün benimsenmeyeceğini bilmekle beraber böyle bir tepki de olmayacağını anlarsa, serbesttir; isterse öğüt verir, isterse vermez. Fakat öğüt vermesi daha iyidir. Bu yolda bazı zorluklara katlanmak bir mücahededir.

Bir kimsenin emrettiği veya yasakladığı şey, hakka ve ihtiyaca uygun ise, kabul edilmelidir. Öğüt veren, söylediklerini yapmamış olsa bile, doğru olan şey kabul edilir. Şu da gerçektir ki, bir emir ve yasağın ruhlara tesir edebilmesi için, bu görevi yapmaya çalışan kimse şu beş vasfı kendisinde bulundurmalıdır:

1) Bilgi sahibi olmalıdır. Çünkü bilgisi olmayan kimse bu görevi güzelce yapamaz.

2) Söylediği şeyle kendisi de amel etmelidir. Değilse: "Niçin yapmadığınız şeyi söylersiniz?" azarına muhatab olur.

3) Bütün sözlerinde Yüce Allah'ın rızasını ve müslümanların yükselmelerini gözetmelidir. Bunu hedef edinmelidir.

4) Dinleyiciler hakkında şefkat göstermeli, irşad görevini tatlılık ve yumuşaklıkla yapmalıdır.

5) Sabırlı ve iyi huylu olmalı. Sertlikten ve şiddetten kaçınmalıdır.

Şunu da ekleyelim ki, halk tabakasından olan kimselerin, ilim ve irfan sahibi şahıslara iyiliği emretmeleri ve kötülüğü yasaklamaları uygun değildir. Böyle bir davranış edebe aykırıdır. Kendi haklarında bilmeyerek bir zarara sebeb olabilir.”(38) 

Bu gün İslam dünyasının, belki de topyekun insanlığın en büyük sorunu, İslam’a davet edecek insan eksikliğidir. İslam dünyasının siyaseten mağlup olup düşmanlarınca istila ve işgalinden sonra o ülkelerde kurulan devletler, işgali onlara teslim ederek çekilen güçlerin emir ve direktifleri doğrultusunda, devlet ve cemiyetten, özellikle de Milli Eğitim ve mekteplerden İslam Dinini uzak tutmak siyasetini gütmüşlerdir. İnsan haklarını açıkça ve acımasızca çiğneme pahasına da olsa insanları, özgürce seçtikleri dinlerinin eğitim, öğretim ve uygulama haklarından mahrum bırakmışlardır. Elbette Müslüman topluluklar bunları benimsememiş, sessiz ve derinden dinlerini mümkün mertebe yaşamaya devam etmişlerdir. İçte bir kavga ve savaşa meydan vermeden, çağımızın dilinde “sivil itaatsızlık” ve “pasif direniş” adı verilen yöntemlerle bir yandan bu siyaset ile mücadele ederken, diğer yandan da dini kendilerine anlatacak insanları yetiştirmeğe devam etmişlerdir. Ancak devlet çapında uğraşılarla başarıya ulaşılabilecek işler, üçbeş insanın çabalarıyla olabilecek işler değildirler tabi. Dolayısıyla bu alanda büyük boşluklar doğmuştur. Doğan bu boşluklar, ya tam ehli olmayanlar tarafından “bari elimizden geldiği kadar yapalım” diyerek iyi niyetlilerce, ya da “buradan çıkar sağlayalım” diyen istismarcılarca doldurulmaya çalışılmıştır. Sonuçta İslam’ı, insanların bu gün her zamankinden daha fazla muhtaç oldukları İslam’ı anlatma işi, dünyada maalesef terkedilmiş, ihmal edilmiştir. İslam’ı kendi inananlarına dahi anlatma işinde bir sürü sorun yaşanmaktadır. Aslında bu ayrı bir kitap konusudur. Ama yeri gelmişken kısaca dokunalım istedik.

Yıllardır bu ülkede hayalindeki “Başyücelik” devletini kurmaya çalışan Necip Fazıl, bu devletin ilk icraat emrini şöyle yazmıştır: “Bu emirden itibaren, camilerdeki va’z ve ders kürsüleri, bu kürsülerin gerektirdiği üstün şartları nefslerinde pırıltadacak insanlar yetişinceye kadar boş kalacaktır.”(39) 

Boş kalış çözüm müdür, ayrı mesele. Üstad bir berçeği vurgulamak istiyor çarpıcı bir biçimde… Diyor ki: “Bizim bunları tasfiye etmekten muradımızsa, malum din düşmanları gibi din mümessillerini ortadan kaldırmak değil, böyle din düşmanlarına zuhur ve tecelli imkanı veren sahtelerini kaldırıp hakikilerini getirmektir.”(40) 

Çünkü bu gün görülen tip,  “ahırdaki yanaşmaya bağırır gibi, zift dolu bir zulmet hunisine benzeyen ağzının bütün açılış imkanıyla ve bir sövme tonuyla hırlayan… kaba, sığ, bilgisiz ve her türlü incelikten ve ruh avlama sanatından mahrum, sadece çirkinleştirici ve kabalaştırıcı, soğutucu ve kaçırıcı vaizler kitlesinin bir” tipidir ve yine onun ifadesiyle “ tırpanda tasfiyesi” gerekmektedir.(41) 

Nasıl bir vaiz, yani dini anlatan adam? Sorusuna O, şöyle cevap verir: “En kısa zaman içinde, çizgi çizgi billurlaştıracağımız ve heybetle kürsüsünde heykelleştireceğimiz vaiz tipi, muazzam bir vecd, aşk, heyecan ve fedakarlık ruhunun temeline dayalı koskoca bir irfan, beşeri fikir maceralarına vukuf, insan ruhunun esrarına nüfuz kıymeti içinde, derin bir zerafet, zevk ve esrar idrakinin örneği olacaktır.” “Bizim vaiz tipimiz, her noktasından, korkutmak yerine sevdirmek, zorlaştırmak yerine kolaylaştırmak, soğutmak yerine müjdelemek, acılaştırmak yerine tatlılaştırmak emri tüten mukaddes hadisin imtisalcileridir; ve çepçevre kuşatıcı, bağlayıcı, mıhlayıcı ve bir daha bırakmayıcı birer diyalektika ustasıdır.”(42) 

Bizim toplumumuzda bir çok düşünür ve sosyoloğun üstünde durduğu bir meseledir bu “cemiyeti her tarafından kavrayacak, ilimde, sanatta, iktisatta üstad, ahlakta önder din adamları yetiştirerek cemaatın kalbine hakikat aşkının mukaddes tohumlarını serpme” meselesi.(43) 

Ona göre o işi yapacak insanları yetiştirme işi, “yakın ve uzak mazi dahil olarak, örneksiz bir inkılap olacaktır.”(44) 

“Resululah’ın İslam’a Davet Metodu” hakkında çok güzel bir çalışma yapan Ahmet Önkal Bey de, yukarda değindiğimiz konuya, yani bu günkü dünyada oluşan davet boşluğuna dikkat çekiyor. Gerek Türkiye’de, gerekse dünyada yaşayan her bir milyona bir davetçinin bile düşmediğinden yakınıyor. Oysa ne Müslümanların üstünden davet farzı kalkmış, ne de insanlığın İslam’a olan ihtiyacı bitmiştir. Peygamberimizin davet metodunu enine boyuna işleyen yazar, davetin bu günkü eksik ve aksak yönlerini inceliyor. Bu gün fevkalade önemli olan bu eksik ve aksaklıkları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

Davet için en önemli merhale olan maddi ve manevi hazırlık safhasının ihmali. Davetçileri yetiştirecek olgun bir kadro ve harekete yön verecek liderlerin bulunmayışı. Gaye ve vasıtaların açık seçik ortaya konulmaması, davetin gizli yürütülmeye kalkışılması. Davet metodunun iyi bilinmemesi ve uygulanmaması. Belli bir plan ve proğram çerçevesinde disiplinli bir çalışma eksikliği. İman esaslarından başlayan ve aşamaları iyi tesbit edilen tedrici bir uygulamaya önem vermemek. Bu gün binlerce acı tecrübeden sonra özellikle şu hususlara dikkat edilmesi gerekir: Davette amel ve uygulama, fikirî ve nazarî tartışmalardan öne alınmalı, yaşanılan hususlara davet edilmeli. İslam davası şahsi davalardan üstün tutulmalı, ihlasla İslam için çalışmalara, kişisel işlerden daha fazla önem verilmeli. Mükafat sadece Allah’tan beklenmeli, takdir, ödül veya ganimet kavgasına asla girilmemeli. Aynı işi yapanların aralarındaki meşrep ve metot farklılıkları yüzünden biribirlerini engellemeye çalışmamaları.(45) 

Bunların her biri, dini yaymak adına gerçekten de üzerinde durulması gereken büyük sorunlardır. Ama aynı maddelerin müsbet manada karşılandığında ortaya ne harikaların zuhur edeceğini düşünmek bile insanı ürpertiyor. Nitekim bu konuların bir kaçında başarıyı yakalamış hizmet guruplarının yaptıklarını kıvanç ve dualarla izliyoruz.

Uzun yıllar İslam davasını dünya çapında yazılı ve sözlü olarak tebliğ etmeye çalışan muhterem ve merhum Ebu’l Hasan Ali en-Nedvî, Nisan 1947 de Delhi’de akdolunan “Asya Kültür Konferansı”nda Mısır, Lübnan, Afganistan, İran, Türkiye ve Endenozya’dan katılan delegelere muhteşem bir konuşma yapar. Bu konuşmayı, daha sonra adı bile insanı ürperten ve coşturan bir eserine alır. Orada İslam milletinin zuhuru anındaki dünyayı, dünyadaki din ve medeniyetleri kısaca dile getirir ve yeni çıkan bu milletin varlık sebebini açıklar. Davanın önderi Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’in tebliğdeki kararlılık ve azmine işaret eder, kendisinden sonra gelen Raşit Halifeler ve arkasından gelenlerin, insanın mutluluğu adına indirilen bu din için yaptıkları olağanüstü çabaları vurgular. Ancak bu mücahir ruhlu ınsanlardan sonra gelen bir kısım nesillerin bu iman ve aşklarını kaybederek dünyaya dalmalarını ve dün değiştirmek için savaştıkları cahiliyyeye benzer bir hayat içinde kaybolmalarını anlatır. Madem böyle olacaktı, öyleyse geçmişte atalarının verdiği savaş niçindi diye sorgular. Milletlerin hayatının, sahip oldukları ideal, güttükleri dava ile kaim olduğuna dikkatleri çeker ve bu günkü cahiliyyenin izalesi için bir kere daha asr-ı saadeti örnek almaya çağırır, bir kere daha insanlığın önüne İslam ile çıkmaya çağırır. Her cümlesi mermi gibi yüreklere işleyen konuşmasını şöyle bitirir:

“Muhterem müslümanlar!   

Ecdadımız geçmişte cahiliyetin büyük merkezlerine dağılmış, diyorlardı ki: “Allah bizi, isteyeni kullara tapmaktan Allah’a ibadet etmeye, dünyanın darından boluna, dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine çıkarmak için gönderdi.” Nitekim Bizans milletini İsa’ya, haç, rahip ve azizlere, imparatorlara tapmaktan kurtarmışlar; diğer taraftan İranlıları ateşe, Turanlıları kurda, Hintlileri ineğe tapmaktan çekip çıkarmışlardı. Evet, bütün bu milletleri, bir olan Allah’ın ibadetine yöneltmiş, gerçekten dar dünyadan bol dünyaya, dinlerin zulmünden  kurtarıp Islam’ın adaletine çıkarıp yükseltmişti Islamiyet. Bugun dünya çoktandır müslüman elçilerinin ikinci cahiliyetin merkezlerine dagılıp “Allah bizi,  insanları madde ve mideye tapmaktan Allah'a ibadete, egoizm, madde kavgası ve açgözlülüğün hakim oldugu sıkıcı bir alemden, kanaat, digergamlık, züht, ruh nimetleri ve kalp itmi'nanının hüküm sürdüğü huzur dolu aleme; siyasî ve ictimai nizamların zulmünden İslam’ın adaletine kavuşturmak için gönderdi» diyecekleri gunü sabırsızlıkla beklemektedir.

 Ey İslam aleminin evlatları! İşte size heybet ve vakar veren dava ve işte sizden huzur ve saadetine kasteden düşmanlara karşı yardım talebinde bulunup feryad eden zavallı insanlık! Bugün dünya Islam davasına dünden daha az susamış ve daha az muhtaç değildir. Çünkü o her ne kadar sanat bakımından zengin, millet ve hükumetlerle dolmuş, çeşitli bayrak ve sancaklara malik, diger taraftan türlü hareket ve ideolojilere sahne olmuş, birçok şehvet, hırs ve arzuların azgınlığından sıkılmış olsa bile, miladi altıncı asırdakinden pek farklı degildir. Artık dünya daha fazlasına tahammül etmiyecek, adı geçenlerin artmasına müsamaha göstermeyecek hale gelmiştir. Eger müslümanlar davasız, insanlığa sunacak bir idealden yoksun, kendileri ve midelerinden başka bip şey düşünmeyen alelade bir millet durumunda iseler, o zaman tarihlerinin din davası ve onun ugruna yapılan cihatlarla başlamasını  neyle ve nasıl izah edecekler? Bu asra kadar varabilmelerini neyle açıklayacaklar? Onlara ibadet yapmaları ve ona davet etmeleri kayıt ve şartıyle yardım edilip zafer kazanmadılar mı?

Allah'a davet, dünya haritasında hala boş ve metruktur, hiç bir millet ve dava orayı işgal etmemiştir. Müslümanlar tekrar oraya döner ve imar ederlerse hem insanlığa, hem de kendilerine iyilik etmiş olurlar, insanlığı da yaklaştığı uçuruma yuvarlanmaktan kurtarırlar.(46) 

Bu muhteşem sözler, dünyanın dörtbir köşesinde değişik ifadelerle yankılanmaktadır. Her ülkeden değişik simalar, insanlığı uyarmaya devam etmektedirler. Ülkemizden de yiğit bir sesi bir kere daha  bir örnek olarak burada yankılandırmak istiyorum:

“Artık dünyaya ve insan oğluna kapitalizmden, komünizmden ve faşizmden hayır yoktur. Bu zalim düzenler var olduğu müddetçe bu çalkantılar, bu sarsıntılar, bunalımlar devam edip gidecektir. Leş gibi bir toplum içinde leş gibi bir hayat yaşanmaktadır.

Öyle inanıyoruz ki, insanlık yeni bir düşünceye, yeni bir dünya görünüşüne, yeni bir ahlaka ve yeni bir evrensel düzene mutlaka muhtaçtır. Bu arzulanan ve şiddetle ihtiyacı duyulan düzen de beşeri bir karakter taşımayıp, insan ve toplum gerçeğini son detayına kadar kavrayan sosyal, ekonomik, psikolojik, yönlerden hesaba katan ve mülarının elindeki beşer soyunun bu çaresizliğine, cusuyuz. Çağımızın Müslüman’ı; bu çağla savaşmak zorundadır.

Artık biz Müslümanlar, bu işlenen cinayetlere, her dört dakikada bir tekrarlanan intiharlara, cinsi sapıklara, amansız sefalete, açlığa, çıplaklığa, beşeri düzenlerin zulmüne, emperyalistlerin kışkırttığı savaşlara ve top yekûn imhaya mahkûm dünya insanlığına, tağutların ve şeytan elemanlarının elindeki beşer soyunun bu çaresizliğine, ezilmişliğine, bitmişliğine, tükenmişliğine çekimser bakıp duramayız. Yüklendiğimiz kutsal görevin bilinci içinde çağa ve olaylara damgamızı vurarak baş kaldırmak zorundayız. Biz mutlak gerçek, vahy adına faşizmin pençesindeki halkın, kapitalizmin mazlumu dünya proletaryasının ve komünizmin kışlalarında inleyen Çin ve Rus halkının bütün mahkum dünya insanlarının savunucusuyuz. Çağımızın müslümanı; bu çağla savaşmak zorundadır.(47)