Yaşama Sorumluluğu

Her alim aynı zamanda bir mürşittir. Yani aynı zamanda bir davetçi, tebliğci, vaiz, nasihatçı, talim ve terbiyecidir. Hakkı tavsiye eden, hidayete çağıran bir dava adamıdır. Bu vazifeler tabii olarak omuzunda olan alimlere yakışan, davet ettikleri gerçeklere önce içtenlikle iman etmeleri, sonra da ihlas ve samimiyetle amel etmeleri, yani yaşamalarıdır. Söyledikleri ile uyguladıkları arasında uygunluk olmayan, işleri ifadeleriyle çelişen, bilgisi ile eylemi arasında dağlar kadar fark olan insanlar, faydalı olmak yerine zararlı olacaklar, hatta alaya alınacak ve ne yazık ki davalarına en büyük kötülüğü yapmış olacaklardır. Aslında böyle insanlar asla başkalarına bir şeyler anlatamıyacaklardır. Çünkü her ağızlarını açtıklarında suratlarına şu soru şamar gibi atılacaktır: “Peki öyleyse, sen niye yapmıyorsun?” Allah (azze ve celle) de suratlarına tokat gibi çarpar şu soruyu: “İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?”(1) 

Bu ayet ve ilimle amel etme gereği hakkında şu sözlere kulak vermek gerekli diye düşünüyorum: “Bakara sûresi’nin bu 44. âyeti, İbni Abbas’dan nakledildiğine göre, yahudilerin alimleri ile ilgili olarak nazil olmuştur. Medine’deki yahudilerin din âlimleri, kendilerine tabi olan ve onları taklid edenlere Tevrat’a uymalarını emrettikleri halde, Peygamber Efendimiz’in kendi kitaplarındaki sıfatlarını inkâr ederek, kendi sözlerine kendileri muhalefet ederlerdi. Yine onlar, insanları Allah’a itaata teşvik ederler, fakat kendileri günahlara dalarlardı; insanlara sadaka vermeyi öğütlerler fakat kendileri cimrilik yaparlardı. İsrâiloğullarının pek çok ihanetleri ve nankörlükleri yüzünden lânetlendiğini bir önceki konuda açıklamaya çalışmıştık.

Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş ümmetlerin hallerini misâl vererek bizim onlardan ibret almamızı, düştükleri günah, isyan ve hatalara düşmememizi öğütler. Dolayısıyla her âyet, her zamanı ve her muhatabı bir cihetten ilgilendirir. Bu âyette, iyiliği emretmeyenlere değil, iyilik fiilini işlemeyenlere bir ikaz, bir ihtar ve tehdit vardır. Bu sebeble Allah Teâla Kur’an’da iyi ameller işlemeyi emredip de, kendileri yapmayanları kötülemiştir. Çünkü böyleleri, Allah’ın haramlarını önemsemeyen, hükümlerini hafife alan, ilmi kendisine fayda vermeyenlerdir. Peygamber Efendimiz:

“Kıyamet gününde insanların en şiddetli azaba uğrayanı, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir”  buyurmuştur(2) 

İyiliği emretmek, şüphesiz ki iyidir. Fakat aklı olan, başkasının iyiliğini isterken kendini nasıl unutur? Başkasını irşad edip kendisini unutmak, başkasını kurtarıp kendisini ateşe atmak, aklın kabul edeceği bir şey midir?

Bir kimsenin insanlara va’z ve nasihat ederek, ilmini ortaya koyması ve kendisinin buna uymaması, hem kendini hem de ilmini yalanlamak anlamına gelir. Bu hal insanın kişiliğinde bir zıtlık, bir çatışma teşkil ettiği gibi, irşad etmek isterken saptırmak olur. Aklı olan böyle bir duruma düşmez. Çünkü insanlar, kendilerini irşad edenin söylediklerini kendisinin yapmadığını görünce, söylenenlerin asılsız veya önemsiz olduğu kanaatine varabilirler. Fuzûlî’nin şu beyti bunu ne güzel ortaya koyar:

Vâizin küfrün benim rüsvâlığımdan kıl kıyâs

Anda sıdk olsaydı ben takvâ şiâr etmez midim 

Bir insanın söylediği sözün, yaptığı va’zın, ettiği nasihatın bir kıymeti ve kalblerde meydana getireceği bir tesir arzu edilir. Boş sözler, boş emirler bu tesiri nasıl icra edebilir?

Netice itibariyle bu âyet, fâsıkın, günahkârın doğru söylemek, iyiyi emretmek şartıyla va’z etmesini, nasihat yapmasını yasaklamamakla birlikte, bu gibilere gayet büyük bir uyarıyı ihtiva ediyor. Onların tutarsızlığını ve ahmaklığını ortaya koyuyor. Bunun özellikle akıl açısından şaşılacak bir şey olduğunu belirtiyor. Bu âyetin muhatabları öncelikle âlimler, yöneticiler ve hükmetme yetkisine sahip olanlardır.”(3) 

Halk arasında “Hocanın dediğini tut da, gittiği yoldan gitme.” Sözü, iyi niyetle yorumlansa da, sonuçta yarar sağlayan bir söz değildir. İyi niyet şu; sen söze bak, söyleyene değil. Belki söyleyen o sözden faydalanmamıştır ama, söz faydalı ise sen niye mahrum kalasın ki ondan? Sen yararını düşünen birisi isen, onu al da yararlan. Belki onu söyleyen ama yararlanamayan adam da bu halinden şikeyetçidir. Böyle olmak istememektedir ama nefsine güç yetirememektedir. Her zaman öyle yüce şahsiyetleri nerden bulacaksın? Bari sözü al da büsbütün mahrum kalma. O adam da büsbütün faydasız olmasın. Eli yoksa, bari diliyle faydalı olsun. Lokman Hekim, “Bu güzel edebi nerden öğrendin?” diye soranlara: “Edepsizlerden öğrendim.” Demişti. “Nasıl yani?” diyenlere verdiği cevabı hatırladınız değil mi? İşte öyle…

Ancak insanların seviyesi normalde bunu kaldırmaz. Hem bu bir eksikliktir. Davet, eksiklik kaldırmaz. Dolayısıyla özü, sözü ve işi arasında tutarlılık olmayanlar laubali ciddiyetsizler, kale alınmaz ve etkili olamazlar. Onun için mürşitlerin önderleri olan peygamberler “üsvetün hasene”dirler. Yani en güzel örnekler. Hiçbir zaman dediklerine kendileri muhalefet etmemişlerdir. Çünkü bir gerçek de şudur ki insanlar işe bakar, sözden ziyade eylemden etkilenirler. “Sözel eğitim”e göre “uygulamalı eğitim”in daha başarılı oluşu da bu sebeptendir. Bu konu biraz sonra tekrar ele alınacaktır.

Geçmişte bunu çok iyi bilen alimler çoğu zaman baştan tedbir alıyor ve ilim adamı olamayacaklarına inandıkları kimselere ilim öğretmiyorlardı. Bunun dayanakları da yok değildi. Peygamberimiz (as): “İlim öğrenmek, her müslümana farzdır.” Buyuruyorlar. Ancak, bu hadisin devamındaki şu sözler, bir hayli düşündürücüdür: “İlmi, ona layık olmayan kimseye öğretmek, domuzun boynuna mücevherat, inci, altın takmak gibidir.”(4)

Aslında insanın alim olması, dinde fakih olması, Allah’ın onun hakkında hayır murad ettiğinin açık bir alametidir.”(5) İşin normali budur. Zaten fakih, yine peygamber ifadesiyle “ne iyi insandır. Kendisine muhtaç olununca faydalı olur. Kendisine ihtiyaç olmayınca ilmini artırır.”(6) Evet, ilim adamı için asıl olan, ilmini artırmak için oturup çalışmasını devam ettirmek, isteyenlere ilim öğretmek, ama her şeyden önce de, bildikleriyle amel etmek.

Acaba hadisde geçen, “domuzun boynuna inci takmak gibi olan ilmi layık olmayana öğretme işi” ne demektir? İbn Abdi'l Berr'in Hz. İsa'dan (as) da naklettiği bu söz(7) hakkında akla ilk gelen, bir kısım insanlar ilmi öğrenecekler, ama bu öğrenme onlar hakkında bir hayır olmayacak, onlara hayır getirmeyecektir. Neden? Çünkü, ehil değiller ilme! Nasıl ehil değiller? Yani ilmin öncelikle gerektirdiği anlamakdan, kavramakdan mahrumdurlar. Sonra da ameli, fazileti, ahlakı, istikameti, insanlığa faydalı olmayı yerine getirmiyor, bilakis ilim sebebiyle gururu, kibiri, ucbu artırıyor, dünyalık kazanmak için ilmini alet ediyor, mal, makam, riyaset için zalimlerle işbirliği yapıyor, fıska, fücura,  fuhşa ve zulme düşüyor. Hatta, yanlışa, çirkine, batıla, günaha davet ediyor ve insanları azdırıyor. Bir insan hem ilim öğrenir, alim olur, hem de bırakın ilmin şükrünü ifa etmeyi, bir de ilme ihanet ederek, ilmi bahşeden Allah’a ihanet ederek, yukarıda anlatıldığı gibi ilmi şerre alet ederse, elbette boynunda mücevher taşıyan domuzlara benzetilir. Mücevher gibi olan ilim, elbette güzeldir ama, domuzun boynuna hiç de yakışmamaktadır. İşte hakiki alim, ferasetiyle görecek ve o tür insanlara ilim öğretmeyecektir. Hakiki alimler, nasıl ki bu alemin en faziletlileridir, kötü alimler de yaratılmışların en şerlisidirler. Çünkü hidayet ve dalalet bir yerde onların hallerine bağlıdır.(8)

Çünkü böylesi kötü alimler insanları sapıklığa çağırdıklarında, belki bunun günahından, ona ilim öğretenler de nasibini alacaklardır. Zira Efendimiz buyuruyorlar: “Kim bir hayrı başlatır ve başkaları da onu devam ettirirse, o kimse yaptığı hayrın sevabını eksiksiz alır ve o hayrı takip edenlerin hayrının bir mislini -onların hayırlarından hiçbir eksilme olmaksızın- aynen alır. Kim de kötü bir çığır açar, ve bu çığırdan başkaları da giderse, bu adama, o kötü işin günahı eksiksiz gelir; ayrıca o kötü yoldan gidenlerin günahının bir misli de -onların günahlarından hiçbir eksilme olmadan- ona gelir”(9)

Bir dalalete çağıran insan yetiştirmek, alimler için korkulacak bir şeydir. Onun için bir çok alim, öğrencilerinin zalim idarecilerinin vezirleri, müsteşarları, hakim ve yardımcıları olduğunu gördüğünde oturup “ben ne yaptım?” diye hüngür hüngür ağlamışlar ve ıslah olmaları için gece gündüz dua etmişlerdir. Ya bu dalalete çağıran? Onun için de Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: "Kim bir dalalete çağırır ve buna uyulursa, bu kimseye kendine uyanların günahının bir misli aynen gelir, onların günahından da bir şey eksilmez. Kim de bir hayra çağırır ve kendisine uyulursa, buna da kendine uyanların sevaplarının bir misli verilir, bu, ona uyanların sevabından bir şey eksiltmez.”(10)

Dinde esas önemli olan takvadır. Her ne kadar ilim iyi niyetle talep edildiğinde bizatihi bir ibadet olur ama,  ilimden asıl amaç, ihlas ve istikametle amel etmek, yaşamaktır. Nitekim Peygamber efendimiz, kendisine:

—Ey Allah’ın Resulü! Ben senden pek çok hadis işittim. Ancak bunlardan sonra işittiklerimin, önceden işittiklerimi unutturacağından korkuyorum. Bana, (hepsinin yerini tutacak) kapsamlı bir kelime söyle!” diyen Yezid İbn-i el-Cûfî (ra)’ye şöyle söylediler:

—“Bildiklerinle Allah’a karşı muttaki ol ve onunla amel et!”(11)

Gerçekten de asıl olan takvadır. İnsan takva sayesinde Allah katında saygıya değerdir, mükerremdir.(12) İlim, insana Allah’a karşı saygılı olmayı sağlatabilmişse, saygındır. Nitekim Allah teala da, alimlerin bu özelliğini öne çıkarır. “Kulları içinde ancak alimler, Allah’tan (gereğince) korkar.”(13)

“Eğer insanda az da olsa bir ilim varsa, nefsini zayi etmesi münasip düşmez.”(14) İnsan nefsini nasıl zayi eder? Kişinin, ilmin vakarından, saygınlığından, semeresinden faydalanmayıp, nefsini günaha, harama, dünyalığa, düşüklüğe atmasıdır. Bir alim için ne kadar yazık, ne kadar ayıptır böyle şeyler!..

Amel etmektir önemli olan. Dinin temel kaidelerini, belli başlı farzlarını, vaciplerini, haramlarını bilmeyen kaç kişi çıkar? Yani şu namaz kılmayan, oruç tutmayan, zekat vermeyen, hacca gitmeyenler, bu ibadetlerin farz olduğunu bilmiyorlar mı? Şu camiye cemaata gelmeyen talebeler, öğretmenler, vaizler, müftüler, hacılar, hocalar, dervişler cemaatla ibadetin nasıl bir müekked sünnet olduğunu bilmiyorlar mı? Şu içki içen, kumar oynayan, zina yapan, avret yerlerini açanlar, bunların haram olduğunu bilmiyorlar mı?

Evet, ilim bizatihi bir güzelliktir, bir olgunluktur, ama kimler için? Bildikleriyle amel eden, dinini ihlas ve istikametle yaşayanlar için. İşte ilim onları ve işlerini olgunlaştırır. Ya amel etmeyen, bildiklerini yaşamayanlar? İlim onlar için bir yük, bir vebal, bir aleyhte durumdur. Dolayısıyla, mevcut ilimle amel etmeyenin, ilmini artırmak istemesine şaşmamak elde değil!

İbrahim bin Ethem, başından geçen ilginç bir olayı anlatır: “Bir zaman Mekke-i Mükerreme'de bulunuyordum. Bir taş gördüm. Üzerinde şunlar yazılıydı: “Beni çevir ve ibret al!” Taşı çevirdim, bu sefer de şöyle bir yazıyla karşılaştım: “Bildiğinle amel etmeyen sen, niçin bilmediğin şeylerin ilmini talep edersin?”(15)

Hasan Basri’ye göre bu bir ahmaklıktır: “Alimlerin ilmini, hakimlerin hikmetlerini öğrenip de, cahillerin amellerini yapan ahmaklardan olma!”(16)

İlmi artırmanın en güzel yolu, bilinenlerle amel etmektir. Çünkü Peygamberimiz: “Kim bildiğiyle amel ederse, Allah ona bilmediğini de öğretir” buyuruyor.(17)

Öyleyse gerçek alimin hem vazifesi, hem de hakiki alameti, ilmiyle önce kendisinin amel etmesi, sonra da insanlara ilim öğretmesi, insanlara va’z ve nasihat etmesi, emr-i bil ma’ruf nehy-i an’il münker yapması, kısacası irşad ve tebliğde bulunmasıdır. Bunun ne kadar faziletli olduğu, önceki konularda geçmişti. Şimdi de kısaca vebalinden bahsedelim.

 

İki  Sorumluluk

 

Burada ilmiyle amel etmeyen için iki vebal öne çıkıyor:  Önce faydasız ilminin kendine bir azap oluşu, sonra da, yapmadığı şeyleri söylemekle ilahi gazaba dûçâr oluşu. Biraz açalım isterseniz:

 

İlki: Önce Yaşamak

 

Peygamberimiz “Kıyamet gününde en şiddetli azap görecek olanlar, Allah tealanın, ilminden kendisini faydalandırmadığı alimlerdir”(18) demiştir. Hadisi daha önce de gördük; bunlar “kendileri yanıp biterken, başkalarını aydınlatan aldanmışlardır.”(19)

Peygamberimizin ümmeti için en çok korktuklarının bir kısmını şöyle sıralayalım: Bilgiden sonra gaflete düşenler, emrettiğinin aksini yapanlar, ilim ile etrafına adam toplama isteği ile yananlar, kalbi ve ameli ile cahil oldukları halde dili alim münafıklar. Alim ama himmeti cahil gibi olanlar. Kur’an'ı yersiz tevil eden, bilerek yanlış yorumlayan, bilmeden fetva veren, zalim idarecilerle düşüp kalkan, zalimlere destek veren alimler, saptıran önderler, söyleyen ama yapmayan, ilmi gizleyen, ilmi ihtiyaç duyulan zaman ve zeminde açıklamayan, ilimle ihanet eden, ilimle övünen, cahillerle tartışan, ilmi arttıkça zühdü artmayan, ilmi dünya için öğrenen, ilmini yiyen (!), ulu orta düşünmeden veya bilinçli olarak fitne çıkaracak sözler söyleyen alimler.”(20)

Velhasıl “kişi bildiği ile amel etmedikçe alim olamaz.”(21) Yine peygamberimiz buyuruyor: “Bilmeyene bir veyl olsun! Allah dileseydi ona öğretirdi. Bilip de amel etmeyene yedi kere veyl olsun.”(22) İşte bu, kalbi öldürendir. Kalp ölmüş ise, vücud da tümden ölmüştür. Böyle bir kalp, Allah’a geldiğinde fayda sağlayan "selim kalp" olamaz.  İşte buna veyl çekilir, işte buna “yazıklar olsun” denilir.

Ebu’d Derda: “En fazla korktuğum, hesaba çekilmek üzere kaldırıldığımda: “Evet, alimsin. Peki, ilminle ne amel ettin?” diye sorulmamdır.”(23)

Burada Şârânî’(kd)’nin güzel bir tesbitini yazalım: “Bir insanın ilmiyle amel etmiş sayılması için, masiyete, günaha düşmemesi şart değildir. Şart olan, günahta ısrar etmemek, veya ısrarda ısrar etmemektir.”(24)

İlmiyle amel etmeyenler hiç olmazsa bu ilmi, amel edeceklerini umduklarına öğretmelidirler. Yoksa gedik daha da açılacak, toplum için tehlike daha da büyüyecektir. Her insana ilim nasip olmadığı gibi, her alime de amel nasip olmayabilir. Ali el-Havvas’ın (ks) da dediği gibi, onlara düşen vazife, o ilmi, insanlara öğretmektir.

Ona göre aklı başında hiçbir alimin ilmiyle amel etmemesi imkansızdır. Şöyle ki; “emirlere göre hareket edip, yasaklardan kaçınırsa, o alim zaten amel etmiş sayılır. Yeter ki Allah teala ona temiz bir kalp ve iyi niyet gibi bir nimet vermiş olsun. Şayet bunun aksini yapar, ilmiyle amel etmez, fakat sahip olduğu bilgisiyle Allah'ın emirlerine karşı geldiğini anlayarak tövbe ederse, yine ilmiyle amel etmiş sayılır. Zira ilim sahibi olmasaydı, hidayete eremezdi. Bilerek ameli bırakmak, Allah'a karşı ilenmiş bir suç ve masiyet sayılır. Öyleyse, her halükarda ilmin insana faydalı olduğunu anlamış oluruz. İlmiyle amel etmeyenlerin ceza göreceğini bildiren hadisler, günahlarından tövbe etmeyenler hakkındadır.”(25)

 

İkincisi: Yaptığını Söylemek

 

Yapmadığı şeyleri emretmek, kaçınmadıklarından da nehyetmek, alimler için ikinci bir vebaldir ve “kötü alim” oluşunun açık bir belirtisidir. 

Böyle bir konu açıldığında ilk akla gelen her halde,  Saf suresinin ilk ayetleridir: “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır, büyük gazaba sebep olur.”(26)

Şüphesiz burada öncelikle kasdedilen mana, söz verilen, vaat edilen şeylerin yerine getirilmesini istemektir ama,(27) cümlenin öyle bir gelişi vardır ki, kişinin yapmadıklarını, hatta yapamayacaklarını söylemesini de içerdiği için, yapılan tehdit ve kınama, ayıplama ve azarlama insanın içine işlemekte ve ürpertmektedir. 

Hele de şu ayet ile yanyana gelirse: “(Ey alimler!) İnsanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz? Halbuki Kitabı okuyorsunuz Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”(28)

Bu ayetler biraz önce teferruatını kaynağına havale edip kısaca zikrettiğimiz Yahudi bilginleri hakkında inmiştir. Hani, Hz Muhammed aleyhis’selat’ü vesselamın peygamber olduğunu, evlatlarını bildiklerinden daha iyi bildikleri halde, sırf dünya  menfaati ve kötü ahlak sebebiyle kitaplardaki bilgileri saklayan Yahudi bilginleri hakkında. Rivayete göre, asr-ı saadetde Medine’deki Yahudi bilginlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip:

—Muhammed (as) hakkında ne dersin? Diye soranlara:

—Doğrudur, haktır derler,  Resulullah (as)’a uymalarını emrederlermiş. Fakat kendileri, emirleri altında bulunanlardan ellerine geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum kalmak endişesiyle O’na uyma arzularını açıklamazlarmış. Bazıları da “sadaka veriniz” diye emreder, fakat kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları da: “Allah’a itaat ediniz, asi olmayınız” derler, fakat kendileri sözleriyle amel etmezlermiş. Bir yukarıdaki ayetler münasebetiyle: “Namaz kılınız, zekat veriniz” diyenler olurmuş, fakat kendileri hiç birini yapmazlarmış. İşte bunlardan biri veya her biri dolayısıyla şu ayet nazil olmuş: “Acaib, siz insanlara bol bol iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki daima kitabı (Tevratı) da okuyorsunuz. O halde akıl etmez misiniz? Yahut daha akıllanmayacak mısınız?” diyen merhum müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, tefsirine şöyle devam etmektedir: “Fenalık emretmektense, iyilik emretmek elbette iyidir. Fakat aklı olan başkasının iyiliğini isterken, kendini unutur mu?

Birinci olarak, emri bilmâruf (iyiliği emretmek) ve nehyi anil’münker (kötülüğü yasaklamak) dan maksat, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle istifade ettirmektir. Halbuki başkasını irşad edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan mahrum etmek, eli selamete çıkarıp, kendini ateşe atmak demektir ki, amelî aklı açısından bir çelişki teşkil eder.

İkincisi, insanlara va’z ve ders vererek ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir, bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise çelişkiye düşmez.

Üçüncüsü söylediği sözün, verdiği nasihatın bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki verdiği emir ve öğüdünün  tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz. 

Hasılı, iyilik iyiliktir, elbette insanlara iyiliği emretmek de hadd-i zatında iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak, işte budalalık oradadır. Bu ayette yasaklanan da budur. Bundan dolayı bu ayet fasık ve sapık bir kişinin doğru söylemek, sözünde ciddi olarak iyiyi söylemek şartıyla va’z etmesini (öğüt vermesini), iyiliği emretmesini men etmemekle beraber, bu gibiler hakkında gayet büyük ve büyük olmakla beraber zarif (ince) bir inzar (korkutmay)ı içeriyor ve aptallıklarını anlatıyor. Vaizin, amirin kendi hakında ciddi olmasını ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun özellikle akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak bir şey olduğunu gösteriyor.”(29)

Buhârî ve Müslim de bu konuda şu hadis rivayet edilmiştir: Kıyamet gününde bir adam getirilip ateşe atılır, karnındaki bağırsakları dışarıya çıkar ve ateş içinde değirmen taşı gibi dönmeye başlar.  Cehennem ehli onun etrafını çevirirler: “Ey falan! Sen bize iyilikleri emreder, kötülükleri yasaklar değil miydin?" derler.  "Ben size iyilikleri emreder, kendim yapmazdım; sizi yasaklar kendim yapardım” der(30) Şu halde insan, başkalarına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de, kendi zakkum salkımı yutmamalıdır.  İrşad (halkı aydınlatmak) için doğruyu söyleyenler böyle olursa, saptırmak için eğriyi söyleyenlerin hali kıyas edilsin!..”(31)

“Hatib’ul Enbiya” olan Hz. Şuayb (as)’ın, işin söze uyması, ancak yapılanın buyurulması, ele emredilene aykırı davranılmaması hakkındaki hassasiyeti, bütün hatiplere, alimlere önemli bir ikaz ve irşaddır: “Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak, size aykırı davranmak istemiyorum.”(32)

“Cenâb-ı Hak, Şuayb aleyhisselâm’dan bahsederek onun sözünü bize hatırlatmaktadır. Şuayb aleyhisselâm, kendi kavmini şirkten, insanların hakkını yemekten, fesat ve bozgunculuktan nehyedip, tevhide, ölçüyü ve tartıyı tam yapmak suretiyle hak ve adaleti yerine getirmeye davet etmişti. Onun gayesi, kavminin âdet ve alışkanlıklarının aksine olan bu nasihatlar ve tekliflerle onların hürriyetlerini ellerinden almak, onları yaptıkları kötülüklerden çevirip de, o menhiyyatı kendisinin yapması değildi. Yani, Allah’a karşı siz günaha girmeyin ben gireyim, siz aldatmayın ben aldatayım, halkın mallarını siz yemeyin ben yiyeyim, siz istediğiniz gibi zevk u sefa yapmayın ben yapayım, demek istememiştir. Bunun tam aksine, gücünün yettiği nisbette insanları ıslah etmeyi gaye edinmişti. Mürşidler, insanları düzeltmeye çalışanlar, öncelikle kendileri kurtuluşa ermiş olmalıdırlar. Peygamberler en büyük mürşid ve muslihlerdir. İyiliği tavsiye edip kötülükten uzaklaştırmaya çalışanların onların ahlâkıyla ahlâklanmaları ve metodlarını çok iyi bilip uygulamaları gerekir. Kur’an ve Sünnet’in, peygamberlerin hayatlarından canlı tablolar sunmasının hikmeti de bu olsa gerektir.”(33) 

İşte, alimlerin örnek alacakları bir insandan, örnek bir davranış. Burada konuşan Şuayb (as)’dır ama, aslında bütün peygamberler, aynen onun gibi, ümmetlerine anlattıkları her şeyi, önce kendi nefislerinde yaşarlardı. Sözleri ile özleri, kalpleri ile uygulamaları birbirine uymuştur. Hiç birisi, ümmetine tebliğ ettiklerine muhalif yaşamamıştır. Zira bu akla ve hikmete aykırı bir iştir ve abestir. Peygamberler gibi “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmış” yüce şahsiyetlere, abesle iştikal asla yakışmaz.

Böylesi akla ve hikmete aykırı işi Allah neye benzetiyor biliyorsunuz: “Kendilerine Tevrat yüklendiği halde, onu taşıyamayanların durumu, sırtına ciltlerle kitap yüklenmiş eşeğin durumu gibidir.”(34)

Kutsal kitaplar, eşek gibi yüklenip taşınmak için değil, okunmak, anlaşılmak ve yaşanmak için indirilmiştir. İnsana düşen onu iyi okumak, kavramak ve uygulamaktır. Değilse, işte teşbih, harika bir hakikate işaret etmektedir. Biraz önce Yahudi için “ayna” tabirini kullanmıştık. Hiç unutmayalım; burada her ne kadar Tevrat’ı okuyup amel etmeyen Yahudi alimleri söz konusu ediliyor olsalar dahi, Kur’an'ı okuyup da onunla amel etmeyen Müslümanlar da, aynı gerekçeden ötürü aynı hükmün altına girerler. Bunun aksini iddia etmek, Kur'an'dan istifade etmeyi bitirecek ve sahiplerini, “eskilerin masalları” diye Kur’an'ı inkar edenlerin derekesine düşürecektir.

Gazali, konuyla ilgili babında, bir çok hadis rivayet etmektedir. Bir kaçını nakledelim inşallah:

“Kıyamet gününde en ağır azabı görecek olan, Allah tealanın ilminden kendisini faydalandırmadığı alimlerdir.” 

“Kişi, bildiği ile amel etmedikçe alim olamaz.”

“Ahir zamanda cahil âbidler ve fasık alimler olur.”(35)

“İnsanlar ilim öğrenip ameli terkettikleri, dil ile sevişip içinden düşmanlık besledikleri, akraba ziyaretlerini terk ettikleri vakit, Allah onlara lanet eder; kulaklarını sağır, gözlerini de kör eder.”(36)

“İsra gecesinde, dudakları ateşten makaslarla kesilen bir takım insanlar gördüm. “Siz kimsiniz?” diye sorduğumda onlar: “İyiliği emreder, ama kendimiz yapmazdık. Fenalıktan nehyeder, fakat kendimiz yapardık” diye cevap verdiler.”(37)

“Aldanma günü” olan kıyamette en büyük pişmanlıkları yaşayacak olanların; öğrettiği ile amel eden başkaları kurtulduğu halde, kendisi amel etmeyip helak olan alimler olduğu geçmişti... “Alim ve ahmak” aynen “alim ve kötü” de olduğu gibi, asla yan yana gelmemesi gereken kelimelerdir, ama ne yazık ki geldiği de görülüyor.

Bir kısmını yukarıda naklettiğimiz bir çok hadisi “Kenz’ul Ummal”dan Kitabına  aktaran Elmalılı Hamdi Yazır Efendi sonuçta şunları söyler: “Bütün bunlardan anlaşılan husus ise, ilmin amelden fazilet ve meziyet bakımından üstün olması ve Allah’ın yanında yüksek derecelere ulaşan alimlerin,  kendilerini ilme verip, ilmiyle amel eden alimlerden olmasıdır. Onun için alimler, ilimleriyle amel etmeli, mü’minler de alimlere hürmet ve ikramda bulunmalıdırlar.”(38)

Evet, işin tabi olanı budur. İman ve ilmin icabı budur. Nitekim Peygamber (sav) efendimiz de bu işin tarihi seyrini birkaç kelime ile özetleyip, alime ve insanlara düşeni şöyle ifade buyurdular: “Benden önce Allah’ın gönderdiği her peygamberin mutlaka havarileri ve arkadaşları olmuştur. Bunlar, onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi. Sonra bu peygamberlerin ardından öyle kötüler ortaya çıktı ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyeni de yapmışlardır. Kim bu güruhla eliyle mücahede eder, uğraşırsa mü’mindir. Kim onlarla diliyle mücahede ederse, o da mü’mindir. Kim onlarla kalbiyle mücahede ederse, o da mü’mindir. Bunun gerisinde, artık zerre miktar iman yoktur.”(39)

 Peygamber (sav) efendimiz, kötü alimler başta olmak üzere, yapmadıklarını söyleyen, emredilmediklerini yapanlarla nasıl uğraşılacağını da özlü bir ifadeyle özetlemiştir: Şartlara göre bir tavır alacak; el ile müdahele işi halledecek ve kişinin de buna gücü yetecekse eliyle, söz ile faydalı olabilecekse diliyle kötülüğe müdahele edecektir. Her ikisine de gücü yetmeyecek veya fayda veremeyecek durumda ise, hiç olmazsa kalben buğz ederek, razı ve taraftar olmadığını ifade eden tavrını koyacak, “surat asma hakkı”(40)nı kullanacaktır. Bunun gerisinde artık iman yoktur; çünkü kötülüğü hoş görüyor, tasvip ediyor demektir ki, asla imanla bağdaşmaz.(41)

Sonuç itibariyle şunu söyleyelim ki alimler, prensip olarak yaşadıklarını söyleyecek, yapmadıklarını söylemeyeceklerdir. Hatta alimler sıradan Müslümanlardan daha ziyade ibadet edecek, helal ve harama dikkat edecek, nafile ibadetlerle Allah (azze ve celle) ye daha fazla manevi yakınlık kazanmaya bakacaklardır. Özellikle farz namazları cemaatla kılacak, ama bundan başka başta teheccüd olmak üzere duha, evvabin, şükru’l vudu’, tahiyyetu’l mescid vb. nafilelere dikkat edecek, nafile oruç tutacak, bol bol Kur’an okuyacak,  itikaf ve halvetten faydalanacak, zikir, salavat ve dualarla vakitlerini ihya edecektir. Halk önünde israf ve şatafattan uzak, sade ve zahidane bir hayat yaşayacaktır. Böyle bir manevi hayatı elbette Allah (azze ve celle) rızası için yaşayacaktır. Ama şüphesiz ki bu yaşantı, onun davetinin etkili olmasını da sağlayacaktır. Sıradan inananların Allah (azze ve celle)’a ibadetlerinin kendilerinkinden fazla olması alimlere ar olmalıdır.