Cihat

Konular

Cihadın Tarifi

ihadın Hükmü

Cihad Kimlere Farzdır?

Cihadın Sebebi

Hassas Bir Konu

Batılıların Çifte Standart ve Çarpıtması

Çağın Cihadı Çok Farklıdır

Batılıların “Kutsal Savaş” Yalanı

İçimizde Türeyen Köksüzler

Cihadın Amacı

Cihadın Çeşitleri

Ümmetin Kıyamı Önemlidir

Cihat Kurtuluştur  

Cihadın Tarifi

“Cehd” veya “cühd” kökünden türeyen “cihâd”, Kur’an’ın anahtar kavramlarından biridir. Cihad kelimesi Kur’an’da isim olarak dört, fiil şeklinde yirmidört,  farklı formlarda kırk bir yerde geçmektedir.

Cehd veya cühd, kararlı ve şuurlu bir şekilde gayret etmek, zorluklara karşı çaba göstermek, çalışmak, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkanları kullanmak gibi anlamlara gelir.

Aynı kökten türeyen “cihad” veya “mücâhede” sözlükte, düşmanın saldırısına karşı koymak üzere elinden geleni yapmak, bütün gayreti harcamak demektir.

Bu düşmanın insanın içinde veya dışında olması farketmez. Mü’min, kendine zarar vermek üzere saldıran düşmanlarına karşı koymaya çalışır, onların zararlarını uzaklaştırmada gayretli olur. 

Bekir Topaloğlu, DİA/Cihat maddesinde  şöyle söyler: “Arapça'da "güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak" mânasındaki cehd kökünden türeyen cihad, İslâmî literatürde "dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm'ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek" şeklindeki genel ve kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi olarak daha çok Müslüman olmayanlarla savaş, tasavvufta ise nefs-i emmâreyi yenme çabası için kullanılmıştır (bk. mücahede).

Cihad Kur'ân-ı Kerîm'de isim olarak dört, bundan türeyen fiil şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir; "cihad eden" anlamındaki mücahid ise iki âyette zikredilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkî, Mu'cem, "chd" md.ı.) Bu âyetlerin bir kısmında (meselâ bk. et-Tevbe 9/41, 44, 81. 861) cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği anlaşılmakta, bir kısmında da cihad "Allah'ın rızâsına uygun bir şekilde yaşama çabası" şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla geçmektedir.

Cihadla ilgili birçok hadis mevcut olup (bk. Wen-sinck, Mu'cem, "chd" ) bunlar bazı müstakil eserlere konu olduğu gibi hadis mecmualarında da "kitâbü'l-cihâd" veya "fezâilü'l-cihâd" başlıkları altında toplanmıştır. Genel anlamda cihaddan ve faziletinden bahseden hadisler yanında kime karşı ve nasıl cihad yapılacağına dair çeşitli hadisler de vardır.

"Mücahid nefsiyle cihad edendir" (Tirmizî. "Fezâ'ilü'l-cihâd", 2); "Mü'min kılıcı ve diliyle cihad eder" [Müsned, III, 456); "Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dillerinizle cihad edin" {Müsned, III, 124; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 17); "Cihadın en faziletlisi zalim sultanın yanında hakkı söylemektir" (Ebû Dâvûd, "Melâhim", 17, Tirmizî, "Fiten", 13) meâlindeki hadislerle Hz. Peygamber'in, ümmetin içinde yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emrolundukları şeyleri yapmayan nesiller ortaya çıkacağını haber vererek, "Kim onlarla eliyle cihad ederse o mü'mindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mü'mindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mü'mindir" (Müslim, "îmân", 80) demesi, savaşa çıkmakta olan İslâm ordusuna katılmak için gelen birine annesinin ve babasının hayatta olup olmadığını sorarak hayatta olduklarını öğrenmesi üzerine, "0 halde onlara hizmet yolunda nefsinle cihad et" (Buhârî, "Cihâd", 138; Müslim, "Birr", 5) buyurması ve Hz. Âişe'nin. "Ey Allah'ın resulü! Görüyoruz ki cihad amellerin en faziletlisidir; öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?" diye sorması üzerine. "Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır" (Buhârî, "Cihâd", 1) şeklinde cevap vermesi, cihadın gerek kapsamını gerekse yöntemlerini göstermesi bakımından önemlidir.

Buna göre cihad, hayatın gayesi olarak Allah'a kulluk etmek. Allah ve Resulü'nün koyduğu ölçülerin fert ve toplum hayatına uygulanmasına çalışmaktan İslâm'ı diğer insanlara tebliğe, İslâm ülkesini ve Müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar kapsamlı bir anlam taşımakta; kalp, dil, el ve silâh gibi beşerî aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile yapılabilmektedir.

Hukukçular, ilgili âyet ve hadislerden hareketle cihadı bu en geniş anlamıyla ele alıp yorumlamaları ve nefse, şeytana, fâsıklara ve inanmayanlara karşı olmak üzere kısımlara ayırmaları yanında (meselâ bk. İbn Rüşd, I. 259; İbn Kayyim, Zâdü'lmecâd, II, 39-40; Şevkânî, VII, 236), genel olarak "gayri müslimlerle savaş" şeklindeki özel mânasını ön plana çıkararak "Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarfetmek" şeklinde tarif etmişler (Kâsânî, VII, 97; İbn Âbidîn, IV, 121), bu anlamdaki cihadla ilgili hükümler üzerinde geniş olarak durmuşlardır.”

Mü’minlerin kararlı ve şuurlu çabalarının maddî alanda bedenle yapılanına ‘cihad’, manevî alanda kalp, ruh ve nefisle olanına ‘mücâhede’, fikir ve İslâmî ilimlerde yapılanına da ‘ictihad’ denilmiştir.  

“Allah yolunda gayret göstermek, çaba sarfetmek” anlamlarına gelen ‘cihad’, her üç mânâyı da içerisine almaktadır. Allah yolunda yapılan bütün çalışmalar, Allah’ın adı yükselsin diye gösterilen gayretler, O’nun biricik dini olan İslâm’ı savunmak için ortaya konan çabalar tümüyle ‘cihad’ diye nitelendirilir. Bununla birlikte; bedeniyle, organlarıyla, malıyla cihad edene veya mânevî yönünü olgunlaştırmak için çaba sarfedene ‘câhid’ ve ‘mücâhid’, ana kaynaklardan belli usul ve kaidelere göre İslâmî hükümleri çıkarıp ortaya koymak için gayret edene de ‘müctehid’ denilmektedir.

Bir başka ifade ile cihat, mü’minin, Allah tarafından kendisine emânet olarak verilen bedenî, malî, ruhî, kalbî, vicdanî ve zihnî imkânları Allah rızası için İslâm yolunda kullanması, harcaması ve tüketmesidir.

Bundan maksat, az sonra daha geniş görüleceği gibi, insanın mutluluğuna giden yoldaki engelleri kaldırmaktır. Kur’an, “cihad” kavramı ile fiilî savaş olan “kital” ve “harb” kavramını ayrı ayrı kullanmaktadır.

Bütün bunlar göz önüne alındığında cihad için şöyle bir tarif yapabiliriz:

Dini emirleri Allah rızasına ermek için öğrenip ona göre yaşamak, başkalarına da öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmağa çalışmak, İslam’ın eğitim ve yaşanması, tebliğ, davet ve irşat ile yaşatılmasına  mani olmak isteyen içteki cahil nefse ve dıştaki din düşmanlarına karşı mücadele vermek, dini, vatanı ve Müslümanları her türlü saldırıdan korumak, giderek imkan dahilinde yeryüzünden fitne ve fesadı kaldırmak ve Allah (azze ve celle)'ın dinini hakim kılmak için,  Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetler gibi maddî-manevî bütün varlık ve imkanını Allah yolunda ortaya koyarak ve o yolda feda ederek Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşmaya  cihad, bunları yapan kişiye de mücahid diyoruz. 

Cihadın Hükmü

İslâm'da ilmi ve kültürel manada cihad herkese farzdır. Bu manada Müslümanlar ya bilfiil işin içindedirler, veya sözlü ve malî destek ile ortam hazırlamak ve yardımcı olmak gibi dolaylı olarak işin içindedirler.

Hukukçularımız normal şartlarda cihadın farz-ı kifaye, umumi seferberliği (nefîr-i âm) gerektiren bir tehlike ve saldırı halinde ise farz-ı ayn olduğu konusunda görüş birliği içerisindedirler.

Bu kapsam genişliğine rağmen İslâm hukukçularının daha çok "Müslüman olmayanlarla savaş" anlamındaki cihada ağırlık vermeleri, bu tür cihadın hukukî bir mahiyet arzetmesi ve birtakım hukukî sonuçlar doğurması sebebiyledir. Nitekim fıkıh kitaplarında, başta savaş ve barış münasebetleri olmak üzere devletler hukukuyla ilgili konuların ele alındığı bölümler "kitâbü'l cihâd" (veya kitâbü'ssiyer) şeklinde adlandırılmıştır. Bunun yanında nefisle mücahede şeklindeki cihadla daha çok tasavvuf ehli ilgilenmiştir. Bu sebeple cihadın savaştan ibaret olduğunu düşünmek gerçeği yansıtmadığı gibi cihada yalnız savaş anlamının verilmesi, Kur'an ve Sünnette ifade edilen anlam ve kapsamı bakımından eksik ve yanlış sayılır. Yukarıda işaret edilen hadisler yanında, kâfirlere boyun eğmeyip kendilerine karşı Kur'an'la güçlü bir cihadın yapılmasını emreden âyet ile (el-Furkân 25/52) Allah'ın rızâsını elde etmek için cihad edenlere O'na ulaştıracak yolların gösterileceğini vaad eden âyette (el-Ankebût 29/69) cihad kelimesinin savaş anlamına gelmediği açıktır. Ayrıca  münafıklarla savaşı gerektiren herhangi bir hükmün bulunmamasını ve fiilen de onlara karşı hiçbir zaman savaşa başvurulmamasını göz önüne alan müfessirler, "Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et" (et-Tevbe 9/ 73) meâlindeki âyette geçen cihadın hem kâfirlere karşı gerektiğinde savaş yapmayı, hem de münafıklara karşı kendilerini İslâm'a kazanmak için delil serdetme, sertlik gösterme, onları azarlama gibi silâhlı savaş dışında bazı yollara başvurmayı ifade ettiğini bildirmişlerdir (bk. Fahreddin er-Râzî, XVI, 135).

Esasen Kur'ân-ı Kerîm'de, "iki grup arasında meydana gelen silâhlı çatışma" anlamındaki savaş karşılığında harb (el-Mâi-de 5/64; el-Enfâl 8/57; Muhammed 47/4) ve kıtal kelimeleriyle bunların türevleri kullanılmıştır (meselâ bk. el-Bakara 2/ 190-191, 193; en-Nisâ 4/74-76; et-Tevbe 9/12-13).”  

Cihadın farz olduğunu söyleyen cumhur, "Savaş -hoşunuza gitmediği halde- size farz kılındı"   âyet-i kerimesine dayanmıştır. Farz-ı kifâye olduğunun delili de, "Bütün mü'minlerin savaşa çıkmaları gerekmez..."  âyet-i kerimesi ile, "Mü'mînlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlarla, mal ve canları ile Allah yolunda savaşanlar birbirine eşit değillerdir. Allah mal ve canları île cihad edenleri, mertebece oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de cennet va'detmiştir"  âyet-i kerimesidir.

Peygamber (s.a.s) Efendimiz de hangi savaşa çıkmış ise mutlaka ashabtan bazıları kendisi ile beraber bulunmamıştır. Bu da savaşın farz-ı kifâye olduğunu göstermektedir.

Cihad Kimlere Farzdır?

Kendilerine savaş görevi farz olanlara gelince: Savaşın hasta ve sakat olmayan ve savaş gücüne sahip olan hür ve baliğ erkeklere vacib olduğunda ihtilâf yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ne iki gözü kör olana günah vardır, ne de topal olana günah vardır ve ne de hasta olana günah vardır"  ve "Güçsüzlere, hastalara ve sarfedecek bir şeyi bulunmayanlara günah yoktur"  buyurmuştur.

Ana babanın izni olmaksızın bu göreve katılmanın caiz olmadığında da ulema müttefiktirler. Zira sünnette sabittir ki adamın biri Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e,

- Ben cihada çıkmak istiyorum demiş, Peygamber (s.a.s) Efendimiz kendisine,

- Anan bahan sağ mı? diye sormuş ve adam:

- Evet, sağdırlar, deyince Efendimiz (s.a.s),

- O halde onların hizmetinde cihad et, demiştir.  

Ancak eğer bir yerde bütün halkın savaşa katılmak mecburiyeti hasıl olursa o zaman o yerde cihad farz-ı ayn olur ve ana babanın izni şart olmaz.

Müslüman olmayan ana babanın ve borçlu olan kimseye de alacaklısının izninin şart olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Çünkü adamın biri Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e

- Allah yolunda ve Allah rızasını kazanmak için savaşırken ölürsem Allah günahlarımı af eder mi? diye sormuş. Peygamber (s.a.s) Efendimiz:

- Evet, affeder. Yalnız eğer borcun varsa onu affetmez. Bunu bana demin Cibril söyledi, buyurmuştur. 

Bununla beraber cumhur: “Eğer borcunu ödeyecek kadar malı kalıyorsa alacaklısının izni şart değildir” demiştir.  

Cihadın Sebebi

İslam açısından insanlar arasındaki ilişkilerde asıl olan barıştır. Savaş ise istisnaî bir durumdur. Bundan dolayı, İslâm nazariyesinde, harp, şu iki durumda caiz olur:

1. Canın, malın, iman ve vatanın düşmanlara karşı müdafaası.

2. Allah'a davetin müdafaası.

Hanefiler ile birlikte Hanbelî ve Malikî mezheplerine mensup hukukçuların oluşturduğu çoğunluğa göre İslam’da savaşın sebebi, inanmayanların Müslümanlara savaş açmaları ve  tecavüzkar olmalarıdır.

Şafiiler ise onların kafir olmalarını başlıbaşına bir savaş sebebi saymıştır. Zahiriler ile bazı Hanbelî ve Malikî hukukçuları da bu görüşü benimsemişlerdir.

İbn Rüşt şöyle der: “Kâfirlerle niçin savaş edildiği mevzuuna gelince, bütün Müslümanlar müttefiktirler ki, Kureyş kabilesinden olan Ehl-i Kitab ile Arap Hristiyanları ile savaşmaktan maksat, Müslümanlığa girmeleridir. Onlardan cizye alınmaz.  Kureyş kabilesinden olan Ehl-i Kitab ile Arap Hristiyanları  dışındaki Hristiyan ve Yahudilerle savaşmaktan maksat, -ya Müslümanlığa girmeleri ya da cizye vermeleri olmak üzere- iki şeyden birisidir. Zira Cenâb-ı Hak yukarıda metni geçen âyet-i kerimede, "Kitap sahibi olan Hristiyan ve Yahudilerden, Allah'a, âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle -boyunlarını büküp kendi elleri ile cizye verene kadar- savaşın"  buyurmuştur.

Peygamber (s.a.s) Efendimiz mecusîler hakkında, “Hristiyan ve Yahudilerin usulünü onlar hakkında da uygulayınız”  buyurmuştur.

Bunun için fukahanın cumhuru mecusîlerden de cizye alınabilir demiştir. Fakat kitapları bulunmayan müşriklerden de cizye kabul olunup olunmadığında ihtilâf etmişlerdir. Ulemadan bir kısmı, “Her müşrikten cizye alınabilir” demiştir ki, İmam Mâlik bu görüştedir.

Bir cemaat da bunlardan Arap müşriklerini istisna etmiştir. İmam Şafii ile Ebû Sevr ise, “Cizye, Hristiyan, Yahudi ve Mecusîlerden başka, kimseden alınamaz” demişlerdir.

Bu ihtilâfın sebebi, "Fitne kalmayıp yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşınız"  mealindeki âyet-i kerime ile, “İnsanlar, Allah'tan başka ilâh bulunmadığına inandık diyene kadar onlarla savaşmakla emrolunmuşumdur. Bunu dedikten sonra -cezalandırılmalarını gerektiren bir suç işlemedikçe- benden can ve mallarını korumuş olurlar. Allah ile aralarındaki gizli hallerinin hesabı ise Allah'a aittir”  hadis-i şerifinin umumları ile, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in askeri birlik amirlerine verdiği talimatın hususu arasındaki çelişmedir.

Talimatın âyet ve hadisin vürudundan önce olup onlarla nesholunduğunu söyleyenler, “Ehl-i Kitab'tan başka, müşriklerden cizye kabul olunamaz. Zira müşriklerle savaşmayı emreden âyetlerin çoğu Beraet (Tevbe) sûresindedir. Beraet sûresi ise Mekke'nin fethi senesinde nazil olmuştur. Mezkûr talimat ise Mekke'nin fethinden öncedir. Çünkü bu talimatta hicrete davet vardır. Halbuki Mekke'nin fethinden sonra hicret kalkmıştır” demişlerdir.

“Husus -ister umumdan sonra, ister önce olsun- daima umumun istisnasıdır” diyenler ise, “Bütün müşrikler cizyeye bağlanabilir” demişlerdir.

Müşriklerden yalnız ehl-i kitab'ın cizyeye bağlanabildiği görüşünün se¬bebi ise, yukarıda geçen âyette “Kitap verilenlerden” kaydının bulunmasıdır.” 

Buna göre İslam hukukçularının çoğunluğu, savaşın meşruiyet sebebinin düşmanın tecavüzü olduğunu, Müslümanlarla savaşmayanlarla savaşmanın ve sadece Müslümanlığı benimsemediği için bir insanı öldürmenin caiz olmadığını belirtmiştir. 

Her iki gurubun da kendilerine göre delilleri vardır ama biz bunları burada daha fazla tartışmayacak, ayrıntıları ilgili fıkıh kitaplarına havale edeceğiz.

Ancak şu kadarını söyleyelim ki İslamiyet, dinde baskıyı kesinlikle yasaklamıştır. Zor ve baskı altında gerşekleşecek imanın geçersiz olduğunu hükme bağlamıştır. Kin ve nefretlere yol açan savaşı bir tebliğ vasıtası olarak düşünmek özellikle günümüzde mümkün değildir. Ayrıca inanmayan kimselerin hayatlarının sonuna kadar her an iman etmeleri ihtimali vardır. İmana gelmeleri için onlarla savaşmak, savaş sırasında öldürülenler için bu imkanı ortadan kaldırmaktır. Şu halde Müslümanlara silahlı saldırıda bulunmayan gayrı Müslimlere karşı öncelikle yapılması gereken şey onlarla savaşmak değil, barışçı davet yollarına başvurmaktır. Yani ilmî ve kültürel cihad. İleride bu konuya tekrar döneceğiz inşallah.

Hassas Bir Konu

Ancak burada batılı araştırmacıların maksatlı bir fikirlerini deşifre etmek de gerekir. Bu konuda Bekir Topaloğlu, DİA’ya yazdığı “cihad” maddesinin sonlarında bazı şeyler söyler. Biz oradan bir hülasa sunmak istiyoruz :

“Müslüman hukukçular, genel olarak cihadın anlamı ve hükmü yanında kâfirlere karşı cihadın hukuken meşrû olmasının sebepleri üzerinde de etraflıca durmuşlardır. Konunun ele alındığı Batı kaynaklarının hemen hepsinde (meselâ bk. Khadduri, War and Peace, s. 52-53, 144, 251; Tyan, II, 302; Fattal, s. 71; Kruse, s. 57, 65, 79; Lammens, s. 8; Massignon, s. 80-81 ; Lewis, s. 175; Lambton, s. 201) Cihadın, bütün dünya Müslüman oluncaya veya İslâm hâkimiyetine boyun eğinceye kadar Müslüman olmayanlarla savaşmayı ifade ettiği ileri sürülmüştür. Fakihlerin bazı ifadelerinden (aş. bk.) hareketle bu iddiayı ileri süren Batılı araştırmacılardan hiçbirinin İslâm'da savaşın meşruluğu ile ilgili olarak İslâm hukuk literatüründe ortaya konan görüşlere yer vermemesi ve bunlara ait tartışmaları görmezlikten gelmeleri dikkat çekicidir.

İslâm hukukçuları, Kur’an ve Sünnet'te belirtilen esaslara göre gerek savaş öncesi ve savaş esnasında, gerekse sonrasında uyulması gereken kuralları kendi zamanlarındaki şartlar çerçevesinde en ince ayrıntılarına kadar inceleyip tesbit ettikleri gibi (bk. Savaş) harbin meşrûluğu meselesini de tartışmışlardır.  

Hanefîler ile birlikte Hanbelî ve Mâlikî mezheplerine mensup hukukçuların oluşturduğu çoğunluğa göre İslâm'da savaşın sebebi, inanmayanların Müslümanlara savaş açmaları ve tecavüzkâr olmalarıdır. Şâfiîler ise onların kâfir olmalarını başlı başına bir savaş sebebi saymışlar. Zahiriler'le bazı Hanbelî ve Mâlikî hukukçuları da bu görüşü benimsemişlerdir (bk. Özel, s. 80). Buna göre İslâm hukukçularının çoğunluğu, savaşın meşrûiyet sebebinin düşmanın tecavüzü olduğunu; Müslümanlara karşı savaşmayanlarla savaşmanın ve sadece Müslümanlığı benimsemediği için bir insanı öldürmenin câiz olmadığını belirtmiştir.

Şâfiîlerle onları destekleyen bazı fakihlere göre Müslümanlardan veya antlaşmalı kimselerden başkası kalmayıncaya kadar mümkün oldukça savaşın sürdürülmesi gereklidir. Bu hukukçuların dayandığı başlıca deliller şunlardır:

1. "Haram aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin, bütün geçit yerlerini tutun" (et-Tevbe 9/5) meâlindeki âyet Müslüman olmayanlarla savaşmayı, herhangi bir tecavüze karşılık verme şartına bağlamaksızın mutlak şekilde emretmekte ve harp sebebinin küfür olduğunu göstermektedir. Bu görüşü benimsemiş olanlar, Müslümanlara kendileriyle savaşanlarla savaşmalarını emreden âyetin (el-Bakara 2/ 190) harbi mutlak olarak emreden âyetlerle neshedildiğini ileri sürerler.

2. Hz. Peygamberin, "İnsanlarla, "Allah'tan başka ilâh yoktur demelerine kadar savaşmakla emrolundum" (Buhârî, "İmân", 18; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 104) meâlindeki hadisi de gayri müslimlerle savaş sebebinin onların küfrü olduğunu göstermektedir. Çünkü burada ancak onların Müslüman olmaları ile savaştan vazgeçileceği belirtilmiştir.

3. Küfür büyük bir suç ve aynı zamanda "münker'in en kötüsüdür. Bu sebeple onun devam etmesine izin vermek câiz değildir. Zira "mefsedet"in ortadan kaldırılması vâciptir: Allah'ı inkâr ise mefsedetin en büyüğüdür.

Savaşın mubah olmasını, inanmayanların Müslümanlara karşı harp açmalarına, düşmanlık ve tecavüzde bulunmalarına bağlayan Hanefî hukukçularının dayandıkları deliller de şunlardır:

1. "Müşrikler sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın" (et-Tevbe 9/36); "Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur" (el-Bakara 2/193) meâlindeki âyetlerin ilkinde İbnü'l-Hümâm'a göre müşriklere karşı girişilen savaş onların Müslümanlara savaş açmaları sebebine dayandırılmış, ikincisinde ise savaş, gayri müslimlerin güç ve hâkimiyetlerini zayıflatarak Müslümanları dinleri hususunda fitneye düşürmelerine engel olmak maksadıyla emredilmiştir (Fethu'l-kadir, V, 189). Esasen savaşı ilk emreden, "Size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşın, ancak aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez" (el-Bakara 2/ 190) meâlindeki âyet de savaş sebebinin yine savaş olduğunu göstermektedir (Debûsî, vr. 454b; İbn Teymiyye, s. 123).

2. Hz. Peygamber savaş sırasında bir kadının öldürülmüş olduğunu görünce, "Bu kadın savaşmıyordu" diyerek hoşnutsuzluğunu ifade etmiş, öncü birliklerin başında bulunan Hâlid b. Velîd'e haber göndererek kadın ve çocukların öldürülmemesini emretmiştir (İbn Mâce, "Cihâd", 30; Hâkim, II, 122; Beyhakî, IX, 91). Bu olay, yalnız kâfirlerin kötülüklerini ve Müslümanlar üzerindeki her türlü olumsuz tesirlerini önlemek için savaşılacağını gösterir (Serahsî, X, 5). Eğer savaşın sebebi küfür olsaydı kâfir kadınların da öldürülmesi gerekirdi. Kadın fiilen savaşmadığı için öldürülmesinin haram olduğu anlaşılmaktadır. Bunun gibi dinden dönen kadının öldürülmemesiyle ilgili hüküm de kadının muharip sayılmamasıyla izah edilmiştir (Debûsî, vr. 202ab; Radıyyüddin es-Serahsî, vr. 408b). Aynı sebebe bağlı olarak savaşta çocuk, yaşlı, kör ve hastalarla din adamları ve çiftçiler gibi savaşamayan veya fiilen muharip olmayanların da öldürülmeyeceği hükme bağlanmıştır.

3. Kalple ilgili bir durum olan inanmamanın zararı başkasına dokunmadığı için cezasının da dünyada değil âhirette verilmesi gerekir. Ancak inanmayan kimse mü'minlere savaş açtığı takdirde küfrünün zararı mâsum insanlara dokunmuş olacağından kendisine karşılık vermek vâcip olur (Debûsî, vr. 454a; Radıyyüddin es-Serahsî, vr. 381b; Kâsânî, IV, 3; Zeylaî, VI, 104).

4. "Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur" (el-Bakara 2/193) meâlindeki âyet, harbin meşrû kılınmasındaki maksadın kulların Allah tarafından imtihan edilmeleri değil düşmanın şerrini Müslümanlardan defetmeleri olduğunu göstermektedir (İbnü'l-Hümâm, V, 190). Buna göre savaş, ilâhî teklife muhatap ve onu yüklenmeye uygun bulunan insanın yok olmasına veya bünyesinin tahrip edilmesine yol açtığından İslâm hukukunda "liaynihî hasen" değil "ligayrihî hasen" kabul edilmiş, düşmanın üstünlük ve mukavemetini kırmak, bu suretle şerrini defetmek için meşrû kılınmıştır (Debûsî, vr. 200b; Radıyyüddin es-Serahsî, vr. 381b; Kâsânî, VII, 100).

5. İslâm'a göre prensip olarak insan mâsumdur (İbn Kayyim, Ahkâmü ehli'z-zimme, I, 11). Allah mahlûkatın yok edilmesini murat etmediği gibi onları öldürülmeleri için de yaratmamıştır.

Debûsî bu hususta şöyle der: "Allah, emanetini yüklenecek olan insanı kanı mâsum olarak yaratmıştır; insan bu mâsumiyetle yaşar ve ilâhî emaneti bunun sayesinde yüklenip ifa edebilir. Dinin temel esasları konusunda sorumluluğun hem kâfir hem de Müslüman için sabit olduğu hususunda hukukçular arasında görüş birliği mevcuttur. İnsan ancak işlediği bir suç sebebiyle öldürülebilir" (Debûsî, vr. 454a).

6. Kur'ân-ı Kerîm'de, kendileriyle savaşılan Ehl-i kitabın cizye vermesi halinde onlarla savaştan vazgeçilmesi emredilmiştir (et-Tevbe 9/29). Savaş onların küfrüne ceza olarak meşrû kılınmış değildir; maksat onların Müslümanlarla barış içinde yaşamalarını sağlamaktır (a.g.e., vr. 203a). Bundan dolayı muharip kâfir (harbî), zimmî statüsüne girmeyi kabul edip fiilen savaşı terkettiği takdirde katlini gerektiren sebep ortadan kalktığı için öldürülmemektedir (a.g.e., vr. 209a; Radıyyüddin es-Serahsî, vr. 70b). Eğer Müslüman olmayanlarla savaşın sebebi küfür olsaydı savaşın son bulması için âyette onların zimmî olmalarıyla yetinilmez, İslâmiyet'i kabul etmeleri şart koşulurdu.

Savaşın meşrûluğuyla ilgili bu iki farklı görüşü savunanlardan harp sebebinin küfür olduğunu ileri süren hukukçuların delil gösterdiği âyetler, gayri müslimlerle girişilen savaş sırasında veya bunu sonuçlandırmak için takip edilecek hususları açıklamakta, savaşın niçin yapıldığını değil nasıl yapılacağını göstermektedir. İlk nâzil olan âyetlerde savaşın meşrû sayılmasının sebebinin kâfirlerin saldırı ve zulümleri olduğu açıkça belirtilmiştir (el-Hac 22/39-40; el-Bakara 2/190; en-Nisâ 4/75; et-Tevbe 9/13). Son âyetlerde ise sebebi bir kere daha tekrar etmeye gerek görülmeyip savaşta uygulanacak stratejiden söz edilmektedir. Bu âyetlerin ilk nâzil olan âyetleri neshettiği yolundaki iddianın ilmî bir mesnedi yoktur. Söz konusu âyetlerin uygulama alan ve şartları farklı olup aralarında çelişki bulunmadığı gibi ilk âyetlerde tecavüze karşı savaşmanın vâcip olduğu belirtildiğinden bu tür âyetlerin neshedilmiş olduğunu söylemek de mümkün değildir.

Küfrün savaş sebebi olduğunu savunanların delil olarak gösterdikleri hadiste geçen "insanlar'dan maksat özellikle Arap müşrikleridir (Debûsî, vr. 209a). Çünkü Arap olmayan müşriklerle Ehl-i kitabın tâbi olduğu hükümler bu hadiste belirtilenden farklıdır. Ehl-i Kitap'la yapılan savaş onların cizye vermesiyle sona erer, Müslüman olmaları şart depildir. Fetih hareketleri de söz konusu ülkelerdeki insanları zorla İslâm'a sokmak amacıyla değil ferdî planda tebliğ imkânının bulunmadığı bu ülkeleri herkesin dilediği inancı serbestçe seçebileceği şekilde tebliğe açmak gayesiyle yapılmıştır. Nitekim İslâm'da meşrû kabul edilen savaş için cihad kelimesi kullanıldığı gibi bu hareketleri istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak için de özellikle fetih (açmak) tabiri kullanılmıştır.

Batılıların Çifte Standart ve Çarpıtması

Batılı araştırmacıların, cihadın meşrûluğunu küfür sebebine bağlayan bazı ulemâya ait görüş ve sözleri ele alarak genellemede bulunmaları ve bu ifadeleri maksatlarını aşacak şekilde yorumlarken gayri müslim ülkelerin tarih boyunca Müslümanlara karşı sergilediği saldırgan tavır konusunda sessizliği tercih etmeleri ibret vericidir. Halbuki Kur'an'ın, Müslümanlara karşı düşmanlık beslemeyen gayri müslimlerle iyi ilişkiler kurma yönündeki açık tavsiyelerine (el-Ankebût 29/46; el-Mümtehine 60/8-9) ve İslâm tarihi boyunca gayri müslimlerin İslâm ülkelerinde güven içinde yaşamış olmalarına karşılık Hristiyan âlemi asırlar boyunca papalığın da etkisiyle İslâm dünyasıyla düşmanca ilişkiler içinde bulunmuştur. Bütün Hristiyan Batı dünyasının katıldığı Haçlı seferleri ve bunun İslâm dünyasında yol açtığı yıkımlar yanında Sicilya ve Endülüs'te insanlığın en ihtişamlı medeniyetlerinden birini kurmuş olan bir devleti ve milleti kökünden yok edecek ölçüdeki Müslüman kıyımını doğuran bu düşmanlığın günümüz şartları, metotları ve vasıtalarıyla halen sürdürüldüğü yönünde hemen bütün Müslüman milletlerde genel bir kaygı vardır. Bugün (1993) başta Bosna - Hersek'te olmak üzere dünyanın birçok yerinde Müslümanların mal, can, namus, tarihî eserler ve dinî kurumlar gibi bütün değerlerine karşı sürdürülen tecavüzler, tarihte olduğu gibi günümüzde de Müslüman milletlerin onlarla ilgili kaygı ve kuşkularını haklı gösterecek niteliktedir. Ayrıca son birkaç asırdan beri Batı'nın İslâm dünyasına yönelik sömürgeci politikaları ve bunun doğurduğu sonuçlar, tarih boyunca İslâm dünyasında yaşayan gayri müslimlere can ve mal güvenliği sağlamanın da ötesinde dinî ve millî kimliklerini koruma konusunda tanınan imkân ve hoşgörü ile karşılaştırıldığında, iki din ve medeniyetten (İslâm-Hristiyanlık) hangisinin diğer din mensuplarına karşı daha saygılı ve müsamahalı davrandığını açık bir biçimde görmek mümkündür.

Cihad, Müslümanın Allah'a kulluk ve onun rızâsını temin için İslâm esaslarını öğrenme, öğretme, ferdî ve içtimaî planda yaşama, yaşanmasına çalışma, İslâm'ı tebliğ ve bu hususlarda içte ve dışta karşılaşacağı engelleri aşma konusunda içinde bulunması gereken şuurlu ve sürekli gayret ve aksiyon halini ifade eder. "Bizim rızâmıza ulaşmak için uğrumuzda cihad edenlere elbette bize ulaştıracak yollarımızı göstereceğiz" (el-Ankebût 29/ 691 ve, "Allah uğrunda  Allah'ın rızâsına ulaşmak uğrunda- hakkıyla cihad edin" (el-Hac 22/78) meâlindeki âyetler cihadın bu kapsamlı anlamını içermektedir. Müslümanların bütün hayat ve faaliyetinin Allah rızâsını kazanmaya yönelik olması gerektiği ve bu anlamdaki bütün gayretler cihad kavramı içinde mütalaa edildiğinden Allah rızâsına ulaşmak için başvurulan bir savaş da cihad sayılır. Esasen istilâ, sömürü ve tecavüz için yapılan savaşları tanımayan İslâm dini (bk. el-Bakara 2/205; en-Nisâ 4/94; el-Kasas 28/83; eş-Şûrâ 42/41-42), savaşa ancak Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, İslâm'a ve İslâm ülkelerine yönelik saldırıları önlemek amacıyla başvurulacağını hükme bağlamış ve meşrû gördüğü bu savaşı diğerlerinden ayırmak için de ona cihad adını vermiştir.

Bunun yanında Kur'ân-ı Kerim'in Müslümanların sadece en güzel şekilde tebliğ yapmakla mükellef olduklarını (el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/125; el-Ankebût 29/46), birine dini kabul ettirmek için baskı yapılamayacağını ve baskı altında gerçekleşecek imanın geçersiz olduğunu açıkça belirten hükümlerini (el-Bakara 2/256; Yûnus 10/99; el-Kehf 18/29; el-Hucurât 49/14) göz ardı ederek cihadı gayri müslimleri zorla Müslüman yapmanın bir vasıtası olarak takdim etmek ve, "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah'tan afiyet (esenlik ve barış) dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır" (Buhârî, "Cihâd", 112, 156; Müslim, "Cihâd", 19-20; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 89) diyen rahmet peygamberini dünyaya savaş ilân etmiş gibi göstermek ilmî gerçekler yanında ahlâkî ölçülerle de bağdaşmaz.

Batılı araştırmacıların cihadın anlam ve mahiyetiyle ilgili olarak gerçeği yansıtmayan görüşleri yanında cihadı "mukaddes savaş" (holy war. guerre sainte) şeklinde tercüme etmeleri de doğru değildir. Cihad kelimesi her zaman savaş anlamını ifade etmediği gibi pratikte savaşın mukaddes sayılması da hayat anlayışından  kaynaklanmaktadır.   Müslüman, Batı hayat anlayışına göre mukaddes sayılabilecek belki tek şey olan ibadeti bile gösteriş veya maddî menfaat maksadıyla yapar da Allah'ın rızâsını gözetmezse dince makbul sayılan bir iş yapmış olmaz, hatta bu durum onu şirke kadar götürebilir. Buna karşılık onlarca mukaddes sayılmayan yeme, içme gibi tabii şeyleri, ilâhî bir emanet olan hayatın sürdürülmesi, sağlığın korunması ve dolayısıyla yaratanın rızâsına vesile olacak davranışlarda bulunmak amacıyla yaparsa bu bir ibadet olur. Savaş da böyledir ve yalnız Allah rızâsı için yapılır (M. Hamîdullah, s. 93-94) İslâm'ın bu hayat anlayışı Kur'ân-ı Kerîm'de, "De ki, şüphesiz benim namazım da ibadetlerim de hayatım da ölümüm de âlemlerin rabbi Allah içindir" (el-En'âm 6/ 162) şeklinde dile getirildiği gibi, bir başka âyette de, "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise şeytanın (tâğut) yolunda savaşırlar" (en-Nisâ 4/76) denilmiştir.”

Çağın Cihadı Çok Farklıdır

Çağımızda kültür ve medeniyet savaşları daha bir önem kazanmıştır. Büyük devletler arasında  yapılabilecek silahlı savaşlar, yapılan korkunç silahlar ve bombalar yüzünden neredeyse imkansız hale gelmiştir. Çünkü gerek atom bombası, gerekse nükleer silahlar, sadece vurulanı değil, vuran dahil bütün bir insanlığı amansız bir şekilde etkilemektedir.

Hatta insan soyunu bitirecek silahlar üretilmiştir ve çılgının biri bunu kullanacak olsa, kendisi dahil bütün bir dünyayı yok edecektir.

Artık savaşlar da şekil değiştirmiştir. Özellikle de kitle iletişim araçlarının dünyayı bir köy kadar küçülttüğü dünyamızda savaşlar artık ekonomik ve kültürel açıdan verilmektedir. Bu gün Müslümanların yapacağı cihad, güçlü bir ekonomi desteğinde verilecek tebliğ ve irşada dayalı ilmî ve kültürel cihattır.

Aslında Müslümanlar savaşı istemezler. Ama savaş vukû bulunca sabır ve metanetle savaşırlar. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Fakat düşmanla karşı karşıya gelirseniz sabrediniz, direniniz. " 

"İnsanları Rabbi'nin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir."  

İnsanların en büyük düşmanı aslında cehalettir. İslam ise bu cehaleti kovan bir nur, bir aydınlıktır. İçinde bulunduğu inkar ve isyan karanlıklarını “aydınlık” sanan ve bununla övünen cahiller az değildir maalesef yeryüzünde. Bunlar o kara cahildirler ki cehaletlerini bilmezler. Yukarıdaki ayet çerçevesinde bunlara İslam’ı anlatmak aslında cihadın en faziletlisidir.

Batılıların “Kutsal Savaş” Yalanı

Bizim araştırmacılarımız batılıların cihadı anlamayarak İslam’ı kılıç zoruyla yayılmış kan dökücü bir din olarak tanıtmalarından uzun uzadıya şikayet ederler ve bu tür iddialara gerek kitaplarda, gerekse ansiklopedik eserlerde reddiyeler yazarlar. Batıyı en iyi tanıyanlarımızdan biri olan merhum Mevdudî’nin bu konudaki ifadeleri biraz düşündürücüdür. Der ki:

“Batılılar Cihad kavramını kendi dillerine çevirmek istediklerinde daima kutsal savaş (Holy war) şeklinde çevirmeyi gelenek haline getirmişlerdir. Öyle ki cihadı asıl içeriğinden soyutlayıp yalancı ve yanlış bir şekle sokmaya çalışırlar. İnanılmayacak oranda çirkin yalanlar uydurarak, edebi oyunlarla mutlak gerçeklerin yüzünü oldukça kara gösterirler.

Artık durum öyle bir noktaya vardırılmıştır ki bir Avrupalı'ya göre cihad; vahşilik, kan dökücülük, barbarlık demektir. Hünerli ağızları, büyülü yazılarıyla gerçeklerin yüzünü boyamaktan geri durmadılar. Ne zaman bu söz, bu "Cihad" sözü duyulursa Avrupalıların gözünde; "Kılıcını kınından çıkarmış, içi kin ve tutuculuk ateşiyle yanan, ruhu barbarlık ve vahşetle dolu, gözü dönmüş, Allahu Ekber çığlıkları atarak meydanlarda at koşturan, kılıç sallayan iğrenç yüzlü barbarlar ordusu" canlanmıştır. Öyle ki bir Avrupalının gözünde "Cihad" sözü eden bu vahşi ruhlu (!) adamlar bir "Kafir" gördüklerinde hemen boğazına sarılırlar. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan bir kişi ya "La İlahe İllallah, Muhammedur Rasulullah" deyip kurtulur. Ya da bir kılıç darbesiyle boynu al kızıl kanlara boyanır!

Bu dâhî (!) adamlar hünerle kullandıkları fırçalarıyla yukarıdaki portreyi çizmişler ve kıpkızıl boyayla altına şu ibareyi yazmışlardır:

"İşte Müslümanların iyi kalpli milletlere karşı işledikleri cinayetlerin portresi.”

Ne korkunç bir yalan!

Bizim portremizi bu kadar çirkin şekilde çizenler, hayvani duygularını dindirmek için canavarlar gibi birbirlerinin boğazına barbarca yapışanların ta kendisi idiler. Onlar kutsal olmayan savaşlarıyla (Un Holy war) doğuda ve batıda zayıf ve güçsüz milletleri esaretleri altında inim inim inletip, deniz aşırı ülkelerde Allah'ın zavallı insanlara lütfettiği madenleri çıkarıp kendi hesaplarına tüketmişlerdir.

Bunlar bizim cihad prensibimizden pis ağızlarla söz ederken kalpleri mal-mülk ateşiyle yanmakta, ellerinde makineli tüfekler, altlarında zırhlı tanklar, üstlerinde bir yığın uçaklar, arkalarında donatılmış milyonluk ordularla zavallı geri kalmış milletlerin sade hayatlarını zehirleyip, gelirlerini talan etmektedirler. Yine de pis arzuları her gün biraz daha kabarmakta, hayvani ihtirasları artmaktadır.

Onlar, hiçbir zaman Allah yolunda savaşmamışlardır. Ancak hayvani arzularının, çirkin isteklerinin, saçma sapan düşüncelerinin yolunda savaşmışlardır. Ne gariptir ki bu korkunç girişimlere, feci bombardımanlara maruz kalan zavallı geri kalmış ülkelerin bütün günahı; Allah'ın kendilerine lütfettiği yeraltı kaynaklarına ya da verimli arazilere sahip olmalarıdır. Avrupa piyasası için açık pazar, eğlenmek isteyen gençler için bir gezinti yeri olabilmek ihtimali en büyük suçtur, onlar için!

İşin üzücü olan bir yönü de bu zavallı ülkelerin talihsizlik eseri olarak onların aç gözlerini sömürüp doyuramadıkları memleketlerin yolları üstünde bulunmalarıdır. Evet, bu dahi acıklı bombardıman hareketleri için yeterli bir suçtur.

İşte bizim cihad ve gaza'mızı çarpıtanların iğrenç halleri! Oysa bizim zafer ve savaşlarımızın üstünden çağlar gelip geçmiştir. Kendileri ise hala medeni (!) dünyanın gözleri önünde hunharca hareketlerine devam etmektedirler.

Allah aşkına söyleyin! Hangi geri kalmış ülke, bunlarla savaşan vatan evlatlarının kanlarıyla sulanmamıştır? Asya, Afrika, Avrupa, Amerika kıtalarından hangisi bunların melun savaşlarının acısını tatmamıştır?

Ancak bu dahi (!) adamlar bizleri o kadar çirkin ve iğrenç bir şekilde göstermişlerdir ki kendi hallerini kimse göremez olmuştu. Böylece onlar sırıtarak çizdikleri bu iğrenç portrenin yanına geçip güya ilmi yoldan bizim tarihimize leke sürmeye başlamışlardır.

Doğrusu bravo!

Yalancılıkta, göz boyamacılıkta adamların hünerlerine denilecek yok doğrusu...” 

İçimizde Türeyen Köksüzler

Bu yalan tablo karşısında iki tür aldanan insan gurubu çıkmıştır içimizden malesef.

Birisi, batılılar ne derse onlara inanan “zavallı müstağripler”. Diğeri de onlara hoş görünmeye çalışan kendini bilmezler. İlkine bir misal olarak televizyonda dinlediğim batı taklitçisi “mankurt”umuzu verebilirim. Diyor ki:

“Müslümanların hazinesinde para tükenince cihada çıkar, vurur kırar, ganimet toplar, onunla bir müddet yaşarlardı.”

Bu söz, cinnet derecesinde bir cehalettir.

Yine bir gün televizyonda aydın geçinen bir zavallı da, “atalarımız Viyana kapılarına kadar fethetmişti” diyen birine hiç utanmadan ve sıkılmadan “gitmişler de iyi bir halt mı etmişler yani. Atına bin, tiki tak tiki tak git,  başkalarının ülkelerini işgal et ve servetlerini buralara taşı, iş mi bu?” demişti.  

Batıda biri hasta olsa da öksürse, buradan hapşırarak onları taklide çalışan az mukallitlerimiz yok hani. Batılı üstad-ı azamları cihadı böyle tanıtırlarsa, onlar cihadı nasıl anlayabilirler ki!…

İkinci gurup ise daha çok bizim kendini bilmezlerimizdir. Batılıların cihad için söylediklerinden dehşete düşerek  ürkmüş ve gerçeği inkara, tahrif ve tağyire gitmişlerdir.

Mevdudî şöyle özetler bunların halini:

“Bu adamlar halka da şöyle derler: "Efendiler! İslam, barış ve iyilik dinidir. Cihad bizim nemize gerek? Oysa İslam daima iyilikle hareket edip, güzel söz, tatlı dille hakikatleri anlatmayı emreder. Bizler Allah'ın kelamını rahipler, dervişler, sofiler gibi karşımıza dikilenlere tatlı tatlı, yumuşak dille anlatırız. İslam'a inanan bilerek, severek, inansın..."

İşte bizim birtakım aydınlarımızın iddiası!..

Evet fazla değil, cihadın tümü bu kadar.

Bir kısım aydınlara (!) göre; “kılıçla tüfekle savaş mı? Allah göstermesin. Ölünceye kadar birisi bize dokunmazsa asla böyle bir yola başvurmayız”.

İşte bütün bu nedenlerden dolayı resmen cihadı sildik. Cihad ki kılıçla iş görür. Bizse çoktandır kılıca veda ettik. Neden durup dururken ağrımayan başımızı ağrıtalım, neden rahatımızı bozalım?

Bir kısmının da düşüncesi şu: "Artık bugün kılıçla cihad devri geçmiştir. Düşüncelerimizi sözle, kalemle yayalım. Tatlı dille yazılanlar en güzel tebliğ aracıdır. Toplar, tüfekler, bombalar, füzeler ve savaş araçlarını varsın onlar kullansınlar!..”

İlk bakışta bir kısmında hakikat payı varmış gibi görünse de gerçekle hiçbir ilgisi yoktur bu düşüncelerin. "Allah Yolunda Cihad" kavramının anlaşılmasına neden olan amilleri, ilmi açıdan araştıracak olursak şu iki temel amil göze çarpar. Evet yalnız yabancılar değil, biz bile bu amilleri iyice araştırıp hakikatleri göz önüne çıkaramamışız.”

Onun için son zamanlarda yazılan kitap ve makalelerin çoğunda cihad sadece bir savunma ve nefis terbiyesi olarak anlatılır olmuştur. Hatta ülkemizde Milli Eğitim Bakanlığı bir genelge yayınlayarak kitap ve derslerde bir çok dini kelime ve kavramların yanına “cihad”ı da koyarak, bunların kullanmasını yasaklamıştır.

Fe sübhanellah!..

Bir gün dış düşmanlara karşı savaşmak zorunda kalırsanız ne halt edeceksiniz?

Cihad kelimesini bile yasakla, sonra da kalk devletin öldürülen her memurunu “şehid” diyerek törenle göm.

Hey densizler, “cihad” anlaşılmadan “şehadet” anlaşılır mı?

Cihadın Amacı

Cihad, Allah (azze ve celle) yolunda savaş dahil olmak üzere, haksızlara karşı gösterilen her türlü gayret ve mücadeleyi kapsar. Saldırganlık, baskı, zulüm ve sömürüye karşı verilen savaşlar cihattır. Toprak genişletmek, ekonomik veya politik çıkar sağlamak amacına yönelik savaşlar gayrı meşru olduğu için cihad sayılmaz .

Konunun iki yönü var. Biri bizim açımızdan cihadın amacı. Diğeri ise batılıların İslam’ın cihad anlayışına yaklaşım yanlışlığı.

Önce önemine binaen bizim açımızla ilgili olan noktada sözümüzü söyleyelim, sonra gerisini arkadan getirelim.

Yukarıda “canla cihad” anlatılırken, “Cihad Allah (azze ve celle) rızası için yapılacaktır. Başka hiçbir niyetle zaten cihad olmaz. Hz. Peygamber (s.a.s.) de birçok hadis-i şeriflerinde; ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevki ve makam elde etmek, toprağını, mahsülünü korumak  için yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah (c.c.)'ın adının yüceltilmesi (İ'lây-ı kelimetullah) için yapılansavaşolduğunu haber vermiştir” demiştik.  Bu konuya tekrar dönmek üzere gelelim cihadın yanlış anlaşılmasına.

Evet, İslâm'ın amacı toprak ele geçirmek, başkalarının yer altı ve yerüstü servetlerini sömürmek değildir. Şan şöhret kazanmak, büyüklüğünü aleme kabul ettirmek için de yapılmaz. Hatta yukarıda ifade ettik; var olan malı, mülkü, devleti, vatanı, milleti korumak bile doğrudan amaç değildir.

Kimse yanlış anlamasın, bunlar elbette değerlidir. Ama sırf onları korumak için savaşmak, Allah (azze ve celle) yolunda savaşmak değildir. Onu bir Yunanlı, bir Fransız, bir Amerikalı, bir İsrailli de yapar. Bunlar cihad değildir.

Ama Allah (azze ve celle) malı, mülkü, vatanı, milleti korumayı  emrettiği için ve bu emri yerine getirerek sırf O’nun rızasını kazanmak için savaşırsa, işte bu cihaddır. Evet, burada bütün mesele niyettedir. Zaten “amellerin değeri, niyetlerine göre değil midir?”

“İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır” .

Dolayısıyla cihad sadece Allah (azze ve celle) yolunda yapılır. Allah yolu da malumdur. Dolayısıyla cihad asla emperyalist amaçlarla yapılmaz.

Sonra cihad kavramının karşılığı ‘savaş’ kelimesi de değildir. Çünkü ‘cihad’la savaş sözcüğü arasında hem nitelik hem de nicelik farkı vardır.

Savaş, salt askerî harekât olup güce dayanır. ‘Cihad’ ise askerî operasyon da dâhil İlâhî hedefler uğruna gösterilen bütün çabaları içerisine alır. Bu demektir ki cihad; kutsal bir gâye uğruna ortaya konulan her türlü kalbî fikrî ve fiilî çalışmanın ortak adıdır.

Yukarıda da belirtildiği gibi İslâm’a göre; “dinde zorlama yoktur.”  Yani insanlar diledikleri dini seçebilirler. İnandıkları din ne kadar yanlış ve saçma olsa bile, bu konuda zorlama söz konusu olamaz. Çünkü inanma bir gönül işidir. Bir şeyin doğruluğu ve hak oluşu ancak akıl ve kalp ile kabul edilir; silâh zoruyla kimseye bir şey sevdirilemez. Üstelik, Allah (c.c.) insanlara irâde hürriyeti vermiştir. Onlar, hak ile bâtıl arasında seçim yapma hakkına sahiptirler. Bu seçimlerinin sonucu tamamen kendilerini ilgilendirir. Herkes neticesine katlanmak şartıyla bâtılı da seçebilir; kişilerin cehenneme gitme tercih ve özgürlüğü de vardır.

Ancak, bazı insanlar kendi halinde bir din seçmekle kalmayıp başkalarına zorla kendi dinlerini benimsetmeye çalışırlar. Kimileri, insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak ister. Kimileri İslâm’ın dâvetinin önünü kesmeye, insanların İslâm’a ulaşmasını engellemeye çalışırlar. Kurdukları tuzak ve düzenlerle insanları kandırmaya, hak yoldan saptırmaya, Allah’ın indirdiklerini bırakıp zulümle yönetmeye, halkın gönüllerini işgal etmeye çaba gösterirler. Bazıları da, müslümanlara ve onların yaşadıkları yerlere saldırıp topraklarını işgal etmek, insanlarını yönetimleri altına almak isterler. İşte bu gibi durumlarda “cihad” gündeme gelmektedir.

Müslümanlara veya onların yaşadıkları topraklara düşmanları saldırdığı zaman, Müslümanlar sessiz mi kalsınlar?

Allah’ın dinine hakaret edilirken, insanlar zorla veya hile ile İslâm’dan uzaklaştırılırken; Müslümanlar hiç bir şey yapmasınlar mı?

Birtakım zâlimler halka zulmederken, Müslümanlar başlarını kuma mı gömsünler?

Güçlü ve zengin ülkeler, uluslararası şirketler, karteller, tröstler ve beynelmilel medya yeryüzüne istedikleri gibi yön versinler, fitneyi artırsınlar, insanları sömürsünler, onların zenginliklerini yağmalasınlar, bu arada insanlar bunların farkına varıp da sömürüye mani olmasın diye onların arasına alkolü, uyuşturucuyu, kumarı, fuhşu, her türlü eğlenceyi, karnavalları, festivalleri, olimpiyatları, turnuvaları sokarak kendilerinden geçirsinler ve insanlıklarını yitirtsinler ama Müslümanlar bütün bu sömürü ve istismara aldırmasınlar öyle mi?

Allah’a kul olmak isteyen nice iyi niyetli insanın önüne şeytanî tuzaklar kurulsun da, Müslümanlar kıllarını kıpırdatmasınlar, bu doğru olur mu? 

Cihadın amacını ortaya koyan parlak bir hukuki uygulama, İslam’a saldıranları susturmaya kafidir. Bilindiği gibi asr-ı saadetten bu yana Müslümanlar savaş için düşman memleketine girip bir şehri veya bir kaleyi muhasara ettikleri zaman, önce onları İslâm'a davet ederlerdi. Çünkü amaç buydu ve kabul ederlerse onları kardeş bilir ve seve seve onlara hizmet ederlerdi. Kabul ederlerse kendileriyle savaşmaz, hatta bunu, ileride hadislerle göreceğiz, hayatlarının en büyük bahtiyarlığı bilirlerdi.

Eğer İslâm'ı kabul etmezlerse, savaş şıkkından önce onlara bir teklif daha sunarlardı: İslâm devletine cizye vergisi vermek. Eğer verirlerse, mal ve can güvenliğini elde ederlerdi.

Bunu da kabul etmezlerse geriye savaşmak kalırdı. Çünkü İslam’ın daha ötelere duyurulması gerekti.

Savaş öncesinde bu davetlerin yapılması hukuki bir zaruret, bir mecburiyettir.

Evet, İslam bütün bir dünya ile ilgilenir. Çünkü o evrensel bir dindir. O yalnız bir bölge ile yetinmez. İslâm bütün dünyanın İslam’ı tanıma nimetine ermesini ister. Kabul eder veya etmezler. Bu bir görevdir. Ama İslam’ı duymayan, tanımayan bir insanın varlığı, Müslümanlar için bir vebaldir.

İslâm bütün dünyanın adalet, saadet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa, kendisinin batıl din ve sistemlerden daha üstün bir din olduğunu göstermek ister. Ona göre bütün bir insanlık “Ümmet-i Muhammed”dir. Bunların davete icabet etmiş olan ve “Müslüman” adını alan “ümmet-i icabet” kısmı, henüz etmemiş olan “ümmet-i da’vet” kısmını İslam’a davet etmek zorundadır. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için Müslümanların bütün güçlerini seferber etmesi gerekir. İşte bu bitmeyen cehd ve çabaya cihad diyoruz.

Dünyada zalimler ve zorbalar, her türlü zulmün ve sömürünün, suçların ve cinayetlerin tabii kaynağı olan batılın ve fitnenin devamını isteyen kafirler ve müşrikler var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan, açtıkları zulüm ve günah yangınlarını söndürmeye çalışan cihad da devam edecektir. Bu bakımdan cihadın İslâm'da önemli bir yeri vardır.

Hz. Peygamber'e, hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, "İman ve Allah yolunda cihad'dır."  buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın ancak cihadla varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir.  O yüzden bir çok insan İslam’ı “iman ve cihad” olarak anlamıştır.

“Cihad, dünya ve dünya malı için olmayan, Kelîme-i Tevhîd'in kabulü ve gönüllere yerleşmesi için gösterilen cehd ile bunun neticesinde kazanılan kardeşliğin adıdır.

Cihad; insanları, kula kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul olmağa davet edişin ve bu uğurda çekilen sıkıntıların adıdır.

Cihad, insanları, sınıf, zümre, parti ve bütün beşeri hegemonyalardan kurtarıp Allah'ın hâkimiyeti altına gönül rızası ile davet etmenin adıdır.

Cihad, kinsiz, kansız ve mutlu bir İslâm toplumu oluşturmak için gösterilen ihlaslı hareketin adıdır.

Cihad, her ferdin, kendisini günahlardan arındırıp Allah'a istiğfar etmesi, Allah'a yönelmesi, Allah'a yönelen insanlardan oluşan bir dünya kurması ve bu dünyada kendisi ve insanlar için yalnız Allah'ın hâkimiyetini istemesi ve bunun için devamlı hareket halinde olmasıdır. Cihad, eskiden yapılan ve pişmanlık duyulan bütün yanlış işlerin aksini yapma gücüdür. Cihad, zimmete geçirilen bütün hakları geri iade edebilmektir. Cihad, terkedilen hukukullahı telâfi etmektir. Cihad, nefis ve bedendeki her türlü taklidi terk etmektir.” 

Sonuç itibariyle cihad, “Allah yolunda” yapılan bir savunma savaşı olduğu kadar, gerekirse bir hücum savaşıdır da. Peygamberimiz rahmet peygamberi olduğu kadar, cihad peygamberidir de.

Müslümanlar, İslamî kurallara uymayan her türlü yönetime yasal zeminde muhalefet edeceği gibi, böylesi bir yönetimden insanlığı kurtarmak için, imkan bulduğu zaman gerekirse bütün gücünü yine meşru biçimde bu uğurda harcamaktan sakınmaz.

Tabi ki Müslüman demek, anarşist, terörist demek değildir. Yani içinde bulunduğu her cemiyette ve özellikle de yabancı ülkelerde sürekli başkaldırarak huzursuzluk çıkaracak değildir. Yaptığı anlaşmaları yok sayacak ve kuralsızlığı kural haline getirerek barış ve emniyeti ihlal edecek değildir. Kendi ülkesinde bile gücünü, kuvvetini, imkanını hesap etmeden ayaklanacak, içinde bulunduğu kendi gemisini korsanlardan tekrar ele geçireyim derken bile dikkat edecektir. Gemiyi kurtarayım derken, alabora ederek tamamen batıracak değildir. Bunu belli metotlar dahilinde hikmetle yapacaktır. 

Ancak Müslümanlar bunu toprak ve servet kazanmak için batıl sistemlerin hakim olduğu yerleri işgal amacıyla değil, hakkı hakim kılmak için yapacaktır.

Fakat bir kere daha belirtmek gerekirse cihad, yabancıları İslam’ı kabullenmeye zorlamak için değil, yönetimi batılın elinden alıp hakkın eline teslim etmek içindir.  

Amaç, yeryüzünde fitne ve fesadın kalkması ve Allah'ın dini ile barışın ve huzurun hakim olmasıdır.

Cihadın Çeşitleri

Daha önce de görüldüğü gibi cihat denilen çaba ve gayret, yani savaş, önce içimizdeki nefsimize karşı verilir. Sonra dışımızdaki şeytana, fasıklara, zalimlere ve inkarcılara karşı. Buna göre de cihadın çeşitleri ve vasıtaları ortaya çıkar.

Öyleyse cihad önce kalple yapılır. Sonra dil  ile, yani konuşma ve yazma ile, sonra mal ile, en sonunda da silah ve canla yapılır.

Bundan da bireysel ve genel olmak üzere ilmî, ahlakî, hukukî, kültürel ve silahlı cihad çeşitleri ortaya çıkar. Bunları kısaca görelim.

I: “Kime Karşı Yapılır?” Sorusuna Göre Cihad Dörde Ayrılır:

1- Nefisle Cihad:

Bütün İslam ahlakçılarına ve tasavvuf erbabına göre cihadın en büyüğü, insanın kötülüğü emreden nefs-i emaresiyle yaptığı cihaddır. Nefsinin arzu, heves ve şehvetlerine karşı cihad yapa yapa insan onu emmarelikten, yani çok günahkarlıktan, günahları severek yapmaktan alır, Allah (azze ve celle)'ın izniyle temizleyerek, tezkiye ederek, terbiye ederek Allah (azze ve celle)'ın her emrine seve seve itaat eder hale, yani raziye ve merziyye makamlarına erdirir.

Müslüman, gerçek cihadı nefsine karşı verir. İçindeki düşman olan nefsine karşı cihadı kazanamayan, dışındaki düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde gerekli olan güç ve cesareti pek de bulamaz. Hz. Peygamber Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu:

"Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" 

Bu hadis hakkında  bazı münakaşalar olmuştur. “Hz. Peygamber'in bir savaş dönüşünde söylediği belirtilen ve daha çok tasavvuf ehlince önem atfedilen. "Küçük cihaddan (savaş) büyük cihada (nefisle mücahede) döndük" sözünün zayıf (Ali el Kârî, s. 206-207), hatta uydurma olduğu (İbn Teymiyye, Mecmû'u fetâvâ, XI, 198) ileri sürülmekle birlikte İbn Kayyim el-Cevziyye, "Mücahid nefsiyle cihad edendir" (Tirmizî, "Fezâ'ilü'l-cihâd", 2) mealindeki hadise dayanarak kulun nefsiyle olan cihadının dış düşmanlara karşı gerçekleştirilen cihada nisbetle asıl olduğunu, Allah'ın emirlerine uyma konusunda nefsiyle cihad edemeyen kimsenin düşmanla cihad edemeyeceğini belirtir (Zâdü'lmeâd, II, 38).  

Bu hadisinde Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile çok zor şartlarda katıldığı Tebük seferini "küçük cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi "büyük cihad" olarak nitelendirmektedir.

Mahmud Sami Ramazanoğlu (kd.s), “Mükerrem İnsan” adlı eserinde bu hadisten sonra Tebük seferine mazeretsiz olarak katılmayan üç kişinin, Peygamber Efendimiz (Aleyhi's Salatu ve's Selam)'in emriyle kimse tarafından konuşulmama, hatta selam bile verilmeme, hanımlarından uzaklaştırılma gibi çektikleri sıkıntı ve çilelerin kıssasını anlatır ve sorar:

“Küçük cihad denilen muharebeden geri kalmak böyle utanç ve hüsran olursa, en büyük cihad olan nefis tezkiyesi ve kamil insan olmak yolu terk edilirse, hüsran ve azap ne kadar büyük olur? Düşünelim…

Bu hüsran ve azap hem dünyada, hem ahirette  vuku bulur.” 

Peygamber Efendimiz (Aleyhi's Salatu ve's Selam)'in:

“Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir"   hadîsi de bu manayı ifade etmektedir.

Nefisle cihad gerçekten de zordur. Çünkü insan düşmanla sürekli savaşmaz. Yorucu olur ama bir gün biter. Ama nefisle savaş ölüme kadar bitmez ve gece gündüz devam eder. Hem de çok sinsi, binbir kılıklı ve arzuları, şehvetleri dayanılmaz derecede cazip bir savaştır. Ummadık yerde karşına çıkar ve insanı alt edebilir.

Aynı meâlde başka hadis-i şerifler de vardır. Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş, faydasız ve mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak değerlendirildiğini göstermektedir.

2-Şeytanla Cihad:

Şeytan hakkında Kur’an bize çok geniş bilgiler verir. Bu bilgileri şöylece özetleyebiliriz: Şeytanın başı olan İblis dumansız ateşten yaratılmıştır ve  Allah (azze ve celle)'ın Hz. Adem (as)'e secde emrine isyan ederek rahmetten ve cennetten hem de lanetlenerek kovulmuştur. Kibirli bir tağuttur ve kovulmasına sebep bildiği insan oğluna amansız bir düşmandır.

Kıyamete kadar kendisine faaliyetleri için, imtihan hikmetine binaen mühlet verilmiştir. İnsana düşman olan bu varlık devamlı kötülüğü, hayasızlığı ve fuhşu emreder, insanı Allah (azze ve celle)'a kulluktan alıkoymaya çalışır.

Aslında kalplere verdiği vesveseden başka bir gücü, sultası ve hakimiyeti yoktur ve takvalı kullara bir zarar veremez.

Kafirlerin ve münafıkların dostu olan bu mel’unu tanımak ve ona ibadet, itaat etmemek, şerrinden Allah (azze ve celle)'a sığınmak lazımdır. Buna Şeytanla cihad diyoruz.

Bu sayılanlarla ilgili bir çok ayetleri, doğrudan konumuz olmadığı için, kitabın hacmini büyütür endişesiyle bilerek yazmadık. Arzu edenler İslam’la ilgili kaynak kitaplardan konu ile ilgili bilgileri rahatlıkla bulabilirler.

3-Fasıklarla, Zalimlerle Cihad:

Fasık, kelime anlamıyla “çıkmak” demektir. Dinde fasık, Allah'a isyan ederek emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimse demektir. Her fısk aynı zamanda bir zulümdür. Fasık ise ama kendine ama başkasına zulüm yapmış demektir.

Allah (azze ve celle) zulmü yasaklamıştır:

“Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar.” 

Zalimler hem kendilerine, hem de başkalarına zulmederler. 

Onların en büyük zulmü, Allah (azze ve celle)'tan yüz çevirerek indirdiği kanunlarla hükmetmemeleridir. 

Kur’an, hiç bir şekilde zâlimlerle dostluğa izin vermez:

“Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur” 

“...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.”  

“Onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” 

“...Zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.” 

Zalimler Allah (azze ve celle) tarafından lanetlenmişlerdir, asla kurtuluşa eremez, başarılı olamazlar. Az bir mühlet verilse de akibetleri azap ve cehennemden başkası değildir.  

Biraz daha geniş anlamıyla fasık, büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir. Dinin emirlerini kabul etmemek veya günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek insanı dinden çıkarır ve kafir eder. Kur’an’da bu manada fasık’ın kafir yerine kullanıldığı da olmuştur ve bu sözün gelişinden anlaşılır.

Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla 'ya fâsık' diye söz atamaz, atmaya hakkı yoktur. Yine böyle küfür de isnad edemez. Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur”'   

Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâk kuralını ortaya koymaktadır. Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur.

Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır. Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir. Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir. 

Kaldı ki büyükler, günahın küçüklüğüne değil, kime karşı işlendiğine bak demişlerdir. Allah (azze ve celle)'ın rızası da, gazabı da küçük şeylerde olabilir. İhmale gelmez. 

Fasıklarla cihad demek, usül ve adabına uygun olarak emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker vazifesinin yapılması, uygun bir dille yapılanların yanlışlığının anlatılması ve nasihat edilmesidir. O günahkar fasıklar terk edilmeden önce bu nasihatlar iyi niyetle, yumuşak ve etkili sözlerle, kınayanların kınamasından korkmadan cesaretle yapılmalı, dinen yardıma muhtaç hale düşmüş bu insanlara acımalı ve ıslahı için ayrıca dua edilmelidir. Asıl olan günahlara tavır almaktır, günahkara değil.

Ancak günahları açıktan işleyerek başkalarına da kötü örnek olanlar, yapılan uyarılara rağmen vazgeçmiyorlarsa, daha sert bir tonla ikaz edilir, fayda vermiyor ise terk edilir, dışlanırlar. Bu bir kamuoyu baskısıdır ve çağımızda etkin bir mücadele metodudur, bazılarını yola getirebilir. Cemiyet içinde itibarlı olmak her insanın arzusudur.

Ama dahilde onlarla kavga kişilere yasaklanmıştır. Peygamber Efendimiz (Aleyhi's Salatu ve's Selam) şöyle buyurdular:

“Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin, bu (kalple değiştirmek), imanın en zayıfıdır.”  

Bu hadiste geçen elle müdahale, “fiili mücadele devletin işidir” diye yorumlanmıştır. Ancak kişiler, idareleri kendilerinden sorulanlara karşı bazı yaptırımlar da uygulayabilirler. Önemli olan tavır almaktır.

Gücü yetmeyenler ise dilleriyle kötülüğü önlemeye çalışmalıdırlar. Zâlimin yanında hak olan şeyi söylemek, onun zulmüne engel olmaya çalışmak, faziletli bir cihaddır. 

Buna da gücü yetmeyenler, kalben buğz ederek, soğuk davranarak, gerekirse selamı sabahı keserek tavrını ortaya koyarlar.

Bunun bile olmadığı kişiliksiz, yağcı, dalkavuk, nemelazımcı toplumların akıbetinden korkulur.

4-Kafirle Cihad:

Üzerinde olduğumuz esas konu budur. Kitap zaten bunu açıklıyor olduğundan şimdilik burada şunları yazmakla yetinelim:

Bunlarla cihadın kolaydan zora doğru dört aşaması vardır:

1- Kalben râzı olmama.

2-Onların yaptıklarına karşı çıkarak dil ile kötülüklerini önlemeye çalışma.

3-Mal ve diğer meşrû maddî araçları kullanarak onların zararlarını savmaya çabalama.

4-Son olarak bedenle, el ve diğer araçlarla onların saldırılarını ve zararlarını önlemeye çalışma, yani fiilî savaş. 

II. “Nasıl Yapılır?” Sorusuna Göre Cihad Yine Dörde Ayrılır:

1-Kalple Fikirle Cihad:

Kalp imanın makamıdır, merkezidir. Kalbin görevi, yürekten Allah (azze ve celle)'a iman edecek ve emirlerine, tavsiyelerine uymayı benimseyecektir. Bu aynı zamanda kalbin tezyinatıdır, gücü ve kuvvetidir. Bu anlamda kalp, vücuttaki diğer azaların itaat ettiği bir reistir.

Kalbin gücü nisbetinde insan, nefsine, şeytana, fasıklara, zalimlere ve kafirlere karşı cihadında sağlam durur, başarılı olur.

Onun için mü'min kalbini imanla, ilimle, zikirle, fikirle, iyilerle arkadaşlıkla, helal lokma yemekle ve ibadetlerini ihlasla yerine getirmekle cihada hazır hale getirmelidir. Ayrıca kötülüklerin kaynağı ve geliş yolları hakkında düşünmeli ve çareler üretmelidir.

Aklı fikri bu olan kişi de büyük bir cihad üzerindedir. Bu, aynı zamanda ilimle cihadın da bir parçasıdır.

2-Kelam ve Kalemle Cihad:

Hikmet ve güzel öğütle, yani bir yandan insan psikolojisine uygun olarak, bir yandan da hitabet kurallarını uygulayarak insanlara İslam’ı anlatma, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, zalimlere hak sözü söyleyerek zulümlerini önlemeye çalışma, mazlumlara sabır tavsiye ederek kurtuluş yollarını gösterme, İslam düşmanlarının fikirlerini ilim ve mantıkla çürütme, hile ve desiselerini açıklayarak ümmeti şerlerinden korumaya çalışma, hep dil ile yapılan cihad kapsamına girer.

İslam her Müslümana davet vazifesi vermiştir. Bunun yolunu yordamını öğrenmek bile cihaddır. Bu açıdan cihadın büyüğünü alimler yaparlar ve onlar peygamber değildirler ama, onlar gibi iş yaparak, yarın onların bir derece gerisinde haşrolunurlar. 

Birkaç hadisi şerifle bu bahsi bitirelim dilerseniz:

“Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a and olsun ki, siz ya iyiliği emredersiniz, ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez.”  

“Cenab-ı Hakk’ın Benden önce, ümmetler arasında gönderdiği her peygamberin ashâbı ve havârileri vardır. Bunlar o peygamberin sünnetine ittiba eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan sonra öyle nesiller gelir ki yapmadıklarını söyler ve emrolunmadıklarını işlerler. Kim onlara karşı eliyle mücahede ederse mü’mindir, kim diliyle mücahede ederse mü’mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur.” 

“Duâ edip de duânızın kabul olunmadığı an gelip çatmadan önce iyiliği emredin, kötülüğü nehyedin.”  

“İnsanoğlunun emr bil ma’ruf ve nehy anil münker ve Allah’ı zikirden başka her sözü aleyhinedir.” 

“Kim, bir hidâyete dâvette bulunursa, o hidâyete uyanların nâil olduğu ecrin tamamına,  davet eden de erişir; Bu, diğerlerinin ecrini hiç eksiltmez. Kim de bir sapıklığa çağırırsa, o sapıklığa düşenlerin tamamının günahından, dalâlet dâvetçisi de hissedar olur ve bu, onların günahını kat’iyyen azaltmaz.” 

-“Şu muhakkak ki sizin üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tayin olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin görürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona razı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa günahından kurtulamaz.”

 Sahabeler dediler ki:

- O idarecilerle savaşmayalım mı?

Buyurdu ki:

- “Namaz kıldıkları müddetçe hayır!” 

“Ümmetimden öyle bir topluluk vardır ki, ilk öncüler gibi onlara da sevap ve ecir verilir. Onlar, münkerden sakındırırlar.”   

“Cihâdın en faziletlisi, zâlim yöneticilere karşı adâlet sözünü (hak ve doğruyu) söylemektir.”   

3-Malla Cihad:

İster taşınır, ister taşınmaz olsun, ister hayvan, ister maden, ister yenenlerden olsun bir değer ifade eden ve mübadeleye konu olan her şeye kısaca “mal” diyoruz. Dünya metaı dediğimiz bu mallar insana süslü gösterilmiştir:

“Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar, ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allah'ın katındadır”   

Suat Yıldırım, bu ayetlerin mealinde şu notları düşer:

“Bu ayette zikredilen sınıflar meşrû nimetlerdir. Fakat gayr-i meşrû tarafa da sebep olma ihtimali vardır. Meşrû durumda bunları süsleyip cazip gösteren Allah Teala'dır. Gayri meşrû olarak süsleyen ise şeytan ve beşerin cehaletidir. Fena sayıp kınama bu itibarladır. Bu iştah çekici şeyler, dünya hayatını devam ettirmek ve geçip Allah'a gitmek için birer araç olarak verilmişken bunları amaç haline getirmek, Allah katındaki güzel mevkii kaybetmek büyük ahmaklıktır. Zira hayatlarının önemli bir kısmı o zevkleri elde etme hırsı ile yanıp tutuşarak geçer. Sonra da onlardan ayrılıp mahrum kalmanın acısını çekerler.”

Evet, “insan mala karşı  çok düşkündür.”

Nitekim türkçemizde bu hırsımızı ifade eden güzel deyimlerimiz vardır. Mesela “mal canın yongasıdır” deriz. Mala çok düşkün kişiye “mal canlısı” deriz. Adamdan sadaka istemişler, “can değil ki çıkarıp veresin” diyerek verememiş. Yersiz mala sevinene “mal bulmuş mağribi gibi” derler. “Malı götürmek” fırsattan istifade ederek büyük menfaat sağlamak, “malın gözü”, malın en iyi kısmı veya cinsi manasına kullanılır.

Bütün bunlar insanın malı ne kadar sevdiğini gösterir.

Bir Müslüman için en fazla sevilecek olan, hiç kuşkusuz Allah (azze ve celle)'tır. Bunun alameti de mal hırsını yenerek onu Allah (azze ve celle)'ın yasal kıldığı yerden kazanmak ve dilediği yerlere harcamaktır. Böyle yapan kişi malın kulu değil, Allah (azze ve celle)'ın kulu demektir.

Zekat, sadaka, kurban vs. mal üzerindeki hakları yerine getiren kişi kınanmaz. Ama Allah (azze ve celle)'ın farz ve vacip kıldığından daha fazlasının yine Allah (c.c.) yolunda harcanması, Allah (azze ve celle)'ın sevgisine bir alamettir.

Ama bunun tam tersi, yani malı mülkü Allah (azze ve celle)'a tercih etme, bir azap vesilesidir:

“Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya,  işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele! Yığılan bu altın ve gümüş cehennem ateşinde kızdırılarak,  bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara: "İşte! denilecek, sizin nefisleriniz için yığıp hazineye tıktıklarınız! Haydi tadın bakalım o tıktığınız şeyleri!" 

Şu ayet de okurken hep korktuğum ve utandığım  ayetlerdendir:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız,   kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız,  ter dökerek kazandığınız mallar, kesada uğramasından endişe ettiğiniz ticaret, hoşunuza giden konaklar,  size Allah’tan ve Resûlünden  ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ve önemli ise...  o halde Allah emrini gönderinceye kadar bekleyin!  Allah öyle fasıklar güruhunu zorla hidayete eriştirmez.”   

Bu ayetlerin mealinin arkasına Suat Yıldırım şu notları düşmüş:

“Gerçek Müslüman servet, ticaret, mal, mülk sahibi olabilir. Güzel konaklarda oturabilir. Fakat bunları hiçbir zaman kalbine yerleştirmez. Hele hele Allah’tan, Allah yolundan ve O'nun yolunda cihad etmekten daha önemli hale getirmez.

Bununla beraber Ebussuûd Efendinin dediği gibi bu ayette öyle bir tehdit vardır ki: Allah'ın hususi lutfuna mazhar olmayan hiç kimse bundan kurtulamaz.”

Allah (azze ve celle), bir göğüste iki kalp yaratmadığını beyan buyuruyor.  Bir kalp var ve o da Allah (azze ve celle)'a ait olmalı. Allah (azze ve celle)'a ve onun rızasını bildiren İslam’a.

Kalpte bir ilah, bir ölçü var. İki olsaydı şaşırır kalırdı insan. Kişilik parçalanması yaşardı. Huzuru kaybeder, sahte ilahların elinde oyuncak olurdu ruhu. Onun için mal ilah olmamalı. Mal sevgisi kalbe oturmamalı. Etkilememeli insanı, almamalı insanlığından insanı.

Bütün bunlardan anladığımız, mal, gerektiğinde, istendiğinde Allah (azze ve celle) yolunda seve seve harcanmalı, feda edilmeli. Cennet ve cemalullah böyle kazanılır. Biz buna “mal ile cihad” diyoruz.

Bilindiği gibi dünyada her iş para ile yapılmaktadır. Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır. Bunun için mal ile cihadın önemi büyüktür. Müslümanların, İslâm'ın yücelmesi ve hakkın muzaffer olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddır.

Bunu bizden isteyen birkaç ayeti daha okuyalım:

“Allah yolunda malınızı harcayın da, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve hep güzel davranın.  Çünkü Allah güzel hareket edenleri sever.” 

“Mü'minlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, oturanlardan üstün kıldı. Allah onların hepsine de cenneti vaad etmiştir. Bununla beraber Allah mücahitlere, oturanların üzerinde büyük bir ecir vermiştir. Kendi katından derece derece rütbeler, bir mağfiret ve rahmet vermiştir. Öyle ya, O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”  

“İman edip de hicret edip, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte bunlar murada ermiş olan mutlu kullardır.

Rab'leri, onları kendi katından bir rahmet, bir rıza ve bir cennetle müjdeler ki o cennette onlar için bitmez tükenmez nimetler vardır. Onlar orada ebedi kalırlar. Çünkü en büyük mükâfat, Allah katındadır. “

“Gerçek mü'minler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” 

Hz. Peygamberin, mal ile cihad hususundaki teşvik edici sözleri ashabı kiramı harekete geçirmiş ve kendileri yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad farizasını edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a vermişlerdir.

İşte iki hadis:

Ebu Mes'ud el-Bedrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, yularlanmış bir deve getirerek:

“- Bu Allah yoluna bağışımdır" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama:

"- Buna karşılık sana, kıyamet günü, her biri yularlanmış yedi yüz deve vardır!" dedi. 

Zeyd İbnu Hâlid (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:

"Kim Allah yolunda bir askerin teçhizatını temin ederse bizzat gaza yapmış olur. Kim, gazaya çıkan bir askerin geride kalan âilesine hayırlı himayede bulunursa, gaza yapmış olur."  

Kendisini, bir gaziyi veya devleti savaş araç ve gereçleri ile donatmak, hiç şüphesiz mal gerektirdiğinden ve İslâm düzeni de tamamen dayanışma esasına dayandığından, Allah yolunda cihad ile Allah yolunda malî yardımda bulunma hep birlikte ve yanyana olan iki özelliktir. Kur’an-ı Kerîm’in  çağrısı da böyle yan yana yapılmıştır:

"Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız." 

İslâm sadece Allah için, sırf Allah yolunda, O'nun sözünün gerçekleşmesi uğruna ve O'nun hoşnutluğunun elde edilmesi amacına yönelik olması için cihad ve cihad uğruna mali harcama yükümlülüğünü, yeryüzü kaynaklı tüm hedeflerden, her türlü ferdî ve millî sebeplerden, bütün etnik ya da sınıfsal düşüncelerden arındırıyor.

4-Canla Cihad:

Eğer dille ve malla yapılanlar yetmiyorsa, geriye bilfiil savaşmak demek olan canla cihad kalmıştır ve bu da Allah (azze ve celle) rızası için yapılacaktır. Başka hiçbir niyetle zaten cihad olmaz.

Hz. Peygamber (s.a.s.) de birçok hadis-i şeriflerinde; ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevki ve makam elde etmek, toprağını, mahsülünü korumak  için yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah (c.c.)'ın adının yüceltilmesi (İ'lây-ı kelimetullah) için yapılan savaş olduğunu haber vermiştir.

Evet, vatan, mal değerli varlıklardır. Ama sırf onları korumak için savaşmak, Allah (azze ve celle) yolunda savaşmak değildir. Onu bir Yunanlı, bir Fransız, bir Amerikalı, bir İsrailli de yapar. Bunlar cihad değil. Ama Allah (azze ve celle) emrettiği için ve onun emrini yerine getirerek rızasını kazanmak için vatanı ve malı muhafaza uğruna savaşırsa, işte bu cihaddır. Niyet çok önemlidir. Evet, amellerin değeri, niyetlerine göredir.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın."  

"Hoşunuza gitmediği halde, savaş size farz kılındı. Hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir. Hoşunuza giden bir şey de, hakkınızda kötü olabilir. Bunları Allah bilir, siz bilemezsiniz. " 

“Allah Teâlâ, Cennet'e karşılık mü'minlerin canlarını ve mallarını satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar. Savaş meydanında şehît ve gazi olurlar. Allah'ın bu öyle bir vâdidir ki, Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'an'da da sabittir. Kim Allah'tan daha çok vadini yerine getirir? Yaptığınız bu hayırlı alış verişten dolayı sevinir. İşte büyük kurtuluş budur." 

“Ey mü'minler! Sizi çetin bir azabdan kurtaracak bir ticaret yolu göstereyim mi? O da şudur: Allah'a ve Rasûlüne iman eder ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşırsınız. Bir bilseniz bu iş sizin için ne kadar hayırlıdır. Bu takdirde Allah sizin günahlarınızı mağfiret eder, altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn Cennetlerindeki hoş konutlara koyar. İşte büyük kurtuluş budur." 

Cihadın fazileti hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurur:  "Rasûlullah'a:

- Hangi iş daha hayırlıdır?" diye soruldu.

- Allah'a ve Peygamberine iman etmektir. " dedi.

-Sonra hangisi faziletlidir, denildi:

-Allah yolunda cihaddır" cevabını verdi

-Sonra "hangisidir?" sorusuna karşı da:

-Makbûl olan hac'dır, " buyurdu"  

Abdullah b. Mes'ud şöyle anlatıyor:

Rasûlullah'a:

-Yâ Rasûlallah, Allah katında hangi iş daha sevimlidir? diye sordum.

-Vaktinde kılınan namazdır, dedi.

-Sonra hangisidir? dedim.

-Anne ve babana iyilik etmendir, buyurdu.

-Sonra hangisidir? sorusuna da:

- Allah yolunda cihaddır, cevabını verdi."  

Bir adam Peygamberimiz (s.a.s.)'e geldi ve:

-İnsanların hangisi efdaldir?" diye sordu.

Rasûlullah:

-Allah yolunda malı ve canı ile cihad eden mü'min kişidir" buyurdu 

“Hudut ve İslâm diyarının muhafazası için bir gün, bir gece nöbet beklemek, bir ay (nafile olarak) gündüz oruç tutup gece namaz kılmaktan daha hayırlıdır." 

“İki çeşit gözü, Cehennem ateşi yakmaz: Biri Allah korkusundan ağlayan göz; diğeri Allah yolunda nöbet beklerken uyumayan göz. " 

Ümmetin Kıyamı Önemlidir

Sadece Müslümanların değil, yeryüzünde yaşayan bütün insanların kurtuluşu bu kıyama bağlıdır. Zira zulme, sömürüye karşı çıkan tek din, İslam’dır.

İşte bu yüzden bütün dünya ülkelerini önce sömüren, sonra da kendi mallarının tüketim pazarı yapmak isteyen topyekün meteryalist, kapitalist, liberalist, prakmatist, seküler sistemlerin ekonomiye tapan çağdaş Nemrutları, Firavunları, Hamanları, Karunları bunun gerçekleşebilmesi için kendi dışında kalan insanları “ekonomik hayvan” şekline sokarak, dünya imparatorluğunun tezgahlarına bağlı tek bir kalıba dökmek istemişler, buna engel olan din, tarih, manevi özellikler ve erdemlerimi yok edip, bütün dinlere bağlı bütün bir yeryüzü insanlarını, doğulusu batılısıyla, sarısı  siyahıyla, mü'mini kafiriyle bütün bir insanlığı tek tip, tek ruh, tek bağımlılık biçimi, tek yaşayış tarzı, tek beğeni, tek düşünce biçiminde, Kârûnî sistemlerin aynı biçim ve yöntemle tüketicisi haline getirmek istediler, kısmen de getirdiler.

Bütün bunlar olurken karşılarına çıkan en büyük engel İslam olmuştur. O yüzden, başka dinlere karşı bir savaşı olmayan bu kafir sistemlerin savaşçıları, bütün güçleriyle İslam’a saldırdılar. Tarihte eşi ve benzeri görülmemiş bir faaliyet içerisine girdiler, İslam’ı ve Müslümanları incelediler, güç ve zaaf noktalarını tespit ettiler. Bütün bu işler, için “oryantalizm” adı altında, yeni bir ilim oluşturdular. Akademiler kuruluyor, devletler karşılıklı gizli açık anlaşmalar yaparak yardımlaşıyor, ortak stratejiler belirleniyor ve haince planlar merhale marhale tatbikata dökülüyordu.

Özellikle İslam ülkelerinde emperyalistler ilk girişlerinde “tutuculuğa” hücum adıyla dine, “gericiliği mahkum etme” adıyla tarihe, “hurafeleri ve irticayı ezme” adıyla İslamî geleneklere karşı durarak insanları “seçme ve ayırt edebilme” yeteneğinden yoksun, tarihsiz, geleneksiz, kültürsüz, dinsiz ve herşeysiz bırakarak, sömürünün maddi ve manevi egemenliğine karşı onu savunmasız bırakarak, hatta maymunca bir taklit yeteneğini de kışkırtarak, artık yegane övünç kaynağı, çağdaşlaşma, modernleşme adıyla yeni harcamalar ve tüketim olan insanlar haline dönüştürmüşler toplumları, insan yığınlarını. 

Sonra, paramparça bir İslam alemi, bütün kaleleri yerle bir edilmiş bir ülke ve asimile edilmiş milyonlarca insan. Kendine düşman kafir nesiller, uşak nesiller, kapılarını heyecanla düşmanlarına açan zavallı nesiller, ezilen nesiller, tükenen nesiller, kaybolan nesiller…

Evet, İslam yenilirse, dünya yenilirdi yeni barbarlara. Bu doğruydu ve böyle de oldu.

Cihat Kurtuluştur

Onun için diyoruz ki, yeryüzündeki bütün mazlumların kurtuluşu, Müslümanların dirilişine ve cihadına bağlıdır. Cihadımız, yeryüzünde fitnenin, fesadın, sömürünün olmadığı, insanın canından, malından, ırzından, aklından, neslinden ve dininden emin olduğu bir dünya kurmak. İslam’ın gölgesinde bir dünya.

Bunu için gerek olan maddi ve manevi  her türlü güce, bilgiye ve tecrübeye sahibiz.

 İslam’ın ilk yıllarına dikkat edecek olursak, bu büyük devrimin oluşunda iki büyük etkeni, unsuru görürüz. Birincisi, İslam. Bir din, bir sistem olarak İslam’ın üstünlüğü... Beşerin her türlü derdine derman olan İslam’ın, fıtratın aradığı din oluşu…

İkincisi ise ona ihlas ve  samimiyetle inanan, her türlü zorluklara sıkıntılara, yokluk ve işkencelere rağmen, bütün engelleri aşarak onu yaşayan ve yayarak ve koruyarak yaşatan fedakar, yiğit mücahid Müslümanların oluşu.

Dün İslam ile ashab, yani bu iki harika bir araya geldiğinde yeryüzünde ne harikalar olduğunu tarih bize anlatıyor.

Bugün de dünyanın kurtuluşu  ve saadeti bu iki unsura bağlıdır.

Bunun ilki vardır. Hatta elimizde, avucumuzun içindedir: İslam. İslam’ın ana kaynağı olan Kur’an ve sünnet. Ve bu iki kaynaktan elde edilen İslam fıkıhı ve hukuku elimizdedir. Kaybolmamıştır ve kaybolmayacaktır.