Siyasi Partiler

Siyasal parti, siyasal iktidarı ele geçirmek, ya da iktidara ortak olmak amacıyla ülke düzeyinde örgütlenen ve çeşitli şekillerde halkın desteğini kazanmaya çalışan sosyo-politik bir örgüttür.

Esas itibariyle parti, belli bir düşünceyi veya dünya görüşünü paylaşan insanların iktidara gelmek veya koalisyonlar yoluyla iktidara ortak olmak için kurdukları özel bir sosyal gruptur. Siyasal partilerin ortaya çıkmaları, siyasal iktidarın halk tarafından belirlenmesi, egemenliğin halka dayandırılması, meşruiyetin temelinin halkta olması anlayışının gelişmesi ve genel oy hakkının yaygınlaşmasıyla mümkün olmuştur.

Siyasal sistemle toplum arasında aracı bir örgüt olan siyasal partilerin gördükleri çok yönlü işleri üç alanda toplamak mümkündür. Partiler, toplumla ilgili, siyasal sistemin işlemesiyle ilgili ve kendileriyle ilgili vazifeler görmektedirler. Siyasal partilerin toplumla ilgili olarak gördükleri işler; topluma kimlik kazandırma, siyasal toplumsallaşmaya katkıda bulunma, parti üyelerinden ve toplumdan gelen talepleri siyasal sistemin ilgili kurumlarına iletme şeklinde sıralanabilir.

Siyasal partilerin amaçları, siyasal sistemin işleyişi için yöneticilerin yetiştirilmesi, kamu yönetimine aday bulunması, seçimlerde aday gösterilmesi, iktidarın icraatının eleştirilmesi ve çeşitli sorunlar hakkında alternatif çözümlerin geliştirilmesi şeklinde ifade edilebilir.

Partilerin kendi varlıklarını sürdürmeleri için iki önemli kaynağa ihtiyaçları vardır; bunlar üyeler ve maddî destektir. Partinin mümkün olduğu kadar çok üyeye sahip olması için çeşitli çalışmalar yapması gerekmektedir. Ayrıca maddî gelir temin etmek için üye aidatlarını toplama, yardımlar kabul etme gibi faaliyetleri yürütmesi, kendi varlığının devamı için elzemdir. Partinin merkez ve yerel teşkilatlarında görev yapacak kişilerin yetiştirilmesi, taraftarların çoğaltılması, eğitilmesi de önemli işler olarak görülmektedir.

Türkiye'de 1946'ya kadar otoriter tek partili sistem uygulanmış ve bu tarihten sonra çok partili sisteme geçilmiştir. İç ve bir takım dış etkenlerin tesiri altında başlayan çok partili sistem, 1960, 1972 ve 1980'de üç kez kesintiye uğramış; 1982 Anayasası ve bunu izleyen siyasal düzenlemelerle tesis edilen, ulusal ve yerel barajlarla daha az partililiğe giden ılımlı çok partili sisteme gelinmiştir.

[1]

Siyasî Partiler Ve İslam

“İslam kamu yönetimi, bu yönetime siyasal katılım ve bunun bir aracı olması açısından partilerin hükmü nedir?” sorusuna, serbest bırakılan alan anlamında mubah denilebilir. Bu topluma baktığımızda insanların %99’u kendisini Müslüman olarak tanımlamaktadır. Devlet de bu toplumu yönetmek için vardır.

Bundan ne çıkar?

Bundan çıkan sonuç şudur; bu toplumda en yaygın dini ve siyasi inanç birlikteliği Müslümanlara aittir. Öyleyse devlet yönetimini, bir başka ifadeyle iktidarı ele geçirmek ve yönetmek en tabii olarak bu çoğunluğun hakkıdır.

Ancak kazın ayağı maalesef öyle değildir. Çünkü bu Batıcı laik sistem, benzeri batıda da görülmeyen bir zulümle İslam’ı siyasete kapatmıştır. Müslümanların kendi kimlik ve kişilikleri ile siyaset yapmaları yasaktır.

Yani bu ülkede her fikir, her dünya görüşü siyasi hayatta kendine bir yer bulabilir. Toplumun en marjinal kesimleri, mesela ırkçılar, faşistler, komünistler, sosyalistler parti kurabilir. Milliyetçiler, kapitalistler, liberalistler parti kurarak devlet yönetimine talip olabilirler. Fakat Müslümanlar asla İslamî bir parti kuramaz, kendi siyasi düşünce ve inançları doğrultusunda siyasal hayata katılamaz, bir siyasi yapı içinde yer alamazlar. İlle de siyaset yapacaklarsa, kendi inanç ve dünya görüşlerini gizleyerek, öteleyerek, başka düşünceler ve programlar altında yapabilirler.

Neden?

Çünkü İslam’ı yönetime taşıyacak bir partiyi kurmak, hem anayasa, hem de partiler yasasında var olan laiklik ilkesi ile açıkça yasaklamaktadır. Bu konuda çok da katı bir uygulama vardır. Sırf üyeleri dindar olduğu ve bazı dini görüşleri dile getirdiği için bu ülkede birçok parti kapatılmıştır. İlerleyen sayfalarında bunları görebiliriz.

Bu durum toplum içinde kin, nefret ve ayrışmaya yol açma, siyasete güven duymamaya sebep olma yanında, siyasal katılım açısından da büyük sorunlar oluşturmaktadır. Bilindiği gibi siyasal katılım, toplum üyelerinin siyasal sistemde karar alıcıların aldıkları ve alacakları kararları etkilemek için giriştikleri faaliyet ve eylemlerin tümünü içeren kavramdır. Siyasal katılmayı, olağan ve olağandışı siyasal katılma olarak iki ana grupla incelemek mümkündür. Olağan siyasal katılımdan kastedilen, siyasal rejim tarafından konulmuş kural ve normlara uygun olan eylemlerdir. Oy vermek, siyaset hakkında başkalarıyla konuşmak, tanışmak, siyasal sistemdeki görevli kişilerle temas kurmak, seçim kampanyalarına katılmak ve siyasal sistemi etkilemek üzere örgütlenmek gibi faaliyetler olağan siyasal katılmanın örnekleridir. 

Siyasal katılmanın yönü üzerinde dinsel-etnik ve bölgesel faktörler de etkili olabilmektedir. Hayatında en büyük ağırlığı, bağlı olduğu dine veya etnik gruba veren bireylerin bu değerleri önemseyen partilere yönelmesi olağandır. Ama bu olağanlık söz konusu İslam olduğunda olağanüstü bir tepki çeker ve çok amansız yasaklara toslar. Bunun bahanesi de hazırdır. Her siyasal sistem siyasal katılma sürecini çeşitli yasalarla düzenler ve bu kurallarla siyasal katılma faaliyetlerinin sınırları belirlenir. Gelişmiş bir siyasal katılma faaliyeti olarak kabul edilen örgütleşmeyi örnek olarak alırsak, bu konuda bazı ülkeler belirli ideolojilerin, ırk, din ve etnik ayrılıkların siyasal örgütleşmeye yansımasına izin vermemektedirler. Bizim ülkemizde bu durum maalesef sadece İslam Dini hakkında geçerli olmaktadır. Ancak verdiği zarar, sadece İslam’a değil, bütün bir siyasi hayat ve kültüre de yansımaktadır.

Çünkü bir siyasal sistem içinde işleyen değerler bütününe siyasal kültür denir. Bir toplumun siyasal kültürü, toplum üyelerinin hükümet, siyasi parti, anayasa, meclis vb. siyasi olgular karşısındaki tutum, anlayış ve eğilimlerinden meydana gelir. Siyasal nesneler konusundaki his, anlayış, tutum ve eğilimler; bir toplumun inançları, gelenekleri, tarihi hatıraları, motifleri, normları, sembolleri ve bireysel deneyimleri gibi etkenler tarafından belirlenir.

Bir toplumdaki kurumlarla değerler arasında uygunluk varsa, siyasal kültür ile siyasal yapı arasında çok yakın ilişki var demektir. Siyasal kültür ile siyasal yapı arasında uyumun bulunması halinde siyasal değişim beklenemez. Bu gibi durumlarda, hoşnutsuzluktan kaynaklanabilecek değişim dürtüleri, ya düşük düzeyde kalır veya meşru olarak görülen denetim yollarıyla sınırlandırılır. Siyasal değişme, çoğu kere, siyasal kültür ile siyasal yapı arasındaki uyum aşındığı, ya da bozulduğu zaman ortaya çıkmaktadır.

Durum bu olunca, siyasal sistemde İslam’ın yasaklanarak dışlandığı bir ülkede, nüfusun % 99’nun Müslüman olması, nasıl bir uyumsuzluğun çarpıcı bir örnekliğini oluşturur? Bunun üzerinde ciddi olarak düşünülmüş müdür acaba?

İsterseniz biz bu konuda beraberce biraz kafa yoralım.

İslam’ın yürürlükte olmadığı ve İslamî bir partinin kurulmasına izin verilmediği laik, seküler, ateist, materyalist, pozitivist bir sistemde, o ülkenin vatandaşları olan Müslümanların temel hak ve hürriyetlerini nasıl korunacaktır?

Hayatlarındaki zorluk ve sıkıntılarını kaldırarak yaşamalarını kolaylaştıracak, maddi refah ve kalkınmadan, gelir dağılımındaki paylaşımdan adil olarak yararlanmalarını sağlayacak, kendilerine gelen maddî ve manevî zararları defedecek bir örgütlenmeyi nasıl başaracaklardır?

Kendileri kalarak yönetme ve denetlemede, hukuk ve eğitimde, iktisat ve her türlü sosyal hayatta hak, hukuk, özgürlük ve eşitliklerini yasal teminat altına aldıracak bir siyasi parti kurmaları acaba nasıl mümkün olacaktır?

Meselenin bir yanı budur.

Diğer yanı ise bambaşka bir meseledir. Acaba bir İslam partisi kurmak Müslümanlara faydalı olur mu?

İslam açısından bunun hükmü nedir? Caiz midir, değil mi? Bir başka ifadeyle emir mi, yasak mı, mubah, yani serbest midir?

Bu görüşler İslam dünyasında tartışılmaktadır. Türkiye’de ise iş tartışmadan öte fiiliyata dökülmüştür. Giderek bu görüş Müslümanlar arasında yayılmaktadır. Bu tür siyasal katılımlara karşı çıkanlar, daha çok ülkelerinde çok partili bir düzenin serbest olmadığı insanlardır.

Biz siyasal katılımın serbest olduğu yerlerde parti kurmanın mubah olduğu kanaatindeyiz. Önemli olan Müslümanların ilkelerine sahip çıkarak birliklerini iyi korumaları, her türlü güce karşı ahlaklı ve faziletli duruşlarını sürdürmeleri, güçlerini birleştirerek iyi niyetle hedeflerine yürümeleridir. Çünkü şu uyarıyı da yapmak zorunda hissediyoruz kendimizi; insanları idare etmek, yöneticilik yapmak, baş olmak, şan ve şöhreti, mal ve makamı da beraberinde getirdiğinden, doğrusu bu iş kendini ilim ve erdem açısından iyi donatmamış kimseler için oldukça tehlikelidir. İktidar imtihanı çok çetindir. Çünkü ateşten gömlektir. Çok kuvvetli bir iman, irade, istikamet yanında uyarıcı salih ve sadık dostları ve yardımcıları olmayanları bu ateş yakabilir.

O yüzden teşebbüs etmek isteyenler, tavsiye ederiz, iki kere düşünsünler. Altından kalkabileceklerse, kendilerine güvenebiliyorlarsa, buyursun yapsınlar. Çünkü bu iş aynı zamanda çok büyük bir sevap kapısıdır. Çünkü faydası başkalarını da etkileyen ameller, yararı sadece kendisinde kalan kişisel amellerden çok daha sevaptır. Ödülü de o nispette bol ve büyüktür. O yüzden mahşerde arş-ı âlânın altında Allah Teâlâ’nın misafiri olacakların ilki, adaletli İslam devlet başkanıdır.

Burada şu soru gelebilir: “laik bir sistemde dini bir parti kurarak Müslümanlara ve insanlara hizmet etmeye neye dayanarak ‘mübah’ dedik?”

Cevabımız açıktır; İslam’ın zaruret ve ruhsat ilkelerine dayanarak “mübah” dedik. Bu bizim bu zamana kadar okuduklarımız, duyduklarımız ve gördüklerimizin neticesinde vardığımız kanaatimizdir. Üstelik şuna da dikkat çekerek açık açık söyleyelim: Burada bizim maksadımız, asla ve kat’a yürürlükte olan İslam dışı yapılanmayı ve laik yasaları benimsemek, desteklemek ve onlara güç vermek değildir. Bilakis “Tağut”u ve hükmünü inkâr kesinlikle iman şartıdır, bunu biliriz. Bu inkâr, “olmazsa olmaz” bir iman şartıdır. Bilindiği gibi iman ve inkârın mahalli kalptir.

Peki, bu “mübahtır” fetvasından amacımız nedir?

Hemen söyleyelim; beklenen amaç, demin saydığım şekilde Müslümanların hak ve hukukunu korumak, dinin bilinmesi ve yaşanmasına imkânlar sağlamak, Müslümanlara yapılan eziyet, işkence ve zulümleri önlemektir. Kısacası maksat, fıkhın “mefsedeti def ve menfaati celp” kaidesine göre hareket etmektir. İslam düşmanlarının da böyle bir partinin kurulmasını istememeleri, kurulanları da küçük bahanelerle kapatmaları, bunun gerekliliğini ve faydasını ortaya koymaktadır.

Hemen uyaralım; burada çok büyük zorluklarla karşılaşmak mümkündür. Mesela Müslümanlar bazen inanmadıkları kanunlar ve düzenlemelere göre konuşmak ve davranmak zorunda kalabilirler. Hakkı haykırmak yerine susmayı tercih etme durumunda kalabilirler. Bunu yaparlarken yüreklerinde samimiyetle kendi iman ettikleri kanunlar olmakla birlikte, dışta bunlara muhalefet vardır. Bu “için ve dışın başkalığı” meselesi “amelî münafıklığı” akla getiren ve elbette hoş olmayan bir durumdur. Belki de zehir içmek gibi bir şeydir bir Müslüman için. Bu işin sınırı, ölçü ve miktarı ise bunu sadece buna mecbur ve mahkûm olanların yapmasıdır, olmayanların değil. “Zaruretler, kendi miktarlarınca takdir olunur.”

[2]

İşte biz buna “zaruret” diyoruz ve ekliyoruz: “Zaruretler, memnu olan şeyleri mubah kılar.”

[3]

Bu işe “takiyye” diyenler de vardır. Olabilir. Hiç kimse durup dururken takiyye yapmaz. Bunun ayıbı yapanlardan çok, hak ve hürriyetleri gasp ederek insanları takiyye yapmaya zorlayanlarındır. Bu yüzden bazı takiyyeler, susmalar, hatta farklı beyanlar yapılırsa, şartların getirdiği miktar kadar olmak ve asla kalpten benimsenip tasdik edilmemek kaydıyla olursa belki normal durumlarda bunu yapacak olanlara terettüp eden günahlar, zaruretten dolayı yapanlardan kalkabilir. Kurallar malum: “Zaruretler yasakları mübah kılarlar”. “Zarar bikadri’l-imkân def olunur.”

[4]

Bu yer yer yaşanan “özü sözü başka olma,” “söylemi eylemine ters düşme,” “zaman ve zemine göre konuşma,”  durumu, “nifakı” çağrıştıran ve elbette insan onuruna yakışmayan çok çirkin bir vaziyettir. Üstelik bu vaziyet düşmanı inandırmaz, dostu da tatmin etmez. Zorun zoru bir durumdur bu. Zarureti olmayanın asla katlanamayacağı bir durumdur yani.”

[5]

Sonuçta “İslam Partisine izin vermeyen bu sistemde bizim davamızın siyasi bir ayağı olacak mı?” sorusuna üç çeşit cevap verilmiştir:

1- Parti ve siyaset çağın cihat şeklidir, onsuz olmaz.

2- Batıl sistemlerde siyaset ve partiler şirktir, kaçınmalıyız.

3- Siyaset ve partiler ana davamız ve hedefimiz değildir. Ancak İslam Davamız için dinimize yakın bir parti olursa veya bir partiyle anlaşma yapılır da bize bazı hizmetler sunmaya veya zararlardan korumaya söz verilirse, o parti kullanılabilir.

"Parti ve siyaset çağın cihat şeklidir, onsuz olmaz" diyen kardeşlerimiz, kendi saflarında olmayan kardeşlerini davet ederken olumlu, ılımlı ve yapıcı bir üslup kullanmalı, kırıcı ve kaçırıcı olmamalıdır. İslam’ın davet ve tebliğ metodundan ayrılmamalı, asla kaba, itici ve dışlayıcı olmamalıdırlar. Nihayet hepimiz de batıl bir sistemde bir partiyi asla araç olmaktan çıkarıp amaç haline getirmemeli, dava haline dönüştürmemeli, kendimizinkini överken de, başkalarınınkini yererken de dengeli olmalı, orta yolu unutmamalı, ölçüyü kaçırmamalıyız.

"Batıl sistemlerde siyaset ve partiler şirktir, kaçınmalıyız" diyenler de içtihatlarını bir kere daha düşünmelidirler. Çünkü zaruretler zorlar da bir parti kurma veya kurulu birisi ile anlaşma şayet davamıza hizmet edecek olursa, bunun bir kıymet-i harbiyesi, bir değeri ve faydası olacak olursa, asıl davamıza zarar vermeden, hepimiz olmasa bile en azından bir kısmımız onunla iştigal edebiliriz. Bu içtihadı da "zaruretlere göre hareket etme" sayarak asla "küfür" ve "şirk" diye nitelememeliyiz. Bu patinin iktidardaki hayırlı icraatlarından veya kamu oyu baskısı ile elde ettiği kimi faydalardan, siyasal harekete inanıp destek verenler kadar, bunu inkâr edenler de yararlanacaktır. Bunun hakkını da gözetmeliyiz.

Buna rağmen görüşlerini devam ettirseler bile zarureten siyaseti kullanmayı faydalı bulan Müslüman kardeşlerini "kâfir" ve "müşrik" saymamalı, “abesle iştigal” deseler bile asla onları tahkir etmemeli, alay ve aşağılamalardan kaçınmalı, dedikodu ve su-i zandan uzak durmalı, ıslah ve iyiliklerine dua etmelidirler. Her halükarda kardeşlik hak ve hukukunu korumalıdırlar.

Evet, hakkın ve halkın iradesi birleşirse ne batıl sistemler kalır, ne Firavun, ne Nemrut, ne de Tağut yaşayabilir. Batılı yaşatan insanların ilahi iradeden uzak olmasıdır. Türkiye’de yaşanan gelişmeler buna bir örnektir.

Ancak burada çok önemli bir mesele vardır. O da İslam’ı doğru öğrenme, ihlasla amel etme ve insanları ona davet etmeyi asla ihmal etmemektir. Siyasetle herkesin bizzat meşgul olması gerekmez. Zamanı gelince bir oy vermek çoğu işi halledebilir. Bunun ötesinde asıl davayı unutmamalı, Müslümanlar olarak her zaman irşat, talim terbiye, nasihat adına dinimizi öğrenmede, yaşama ve yaşatmada, yabancılara tebliğ etmede hırslı ve hevesli olmalıyız.

Evet, insanların irşadına doğrusu harîs olmak gerekir. Bunun için konuşmaktan, ilişki kurmaktan, iletişimden, diyalogdan asla kaçınılmaz. Bütün bunlar için barış ortamı her zaman tercih edilir. Fakat bütün bunlar yapılırken, imandan ve İslam’dan izzet ve şeref duyma, iftihar etme duygularımızı asla kaybetmemeli, sevgi ve yergi ölçülerimizi iyi korumalıyız.

Bilmem ki söylemeye gerek var mıdır? Dini tebliğ ederken nazik ve kibar olmak, yumuşak konuşmak, sertlikten ve kabalıktan kaçınmak, hikmet ve maslahata uygun davranmak ne kadar gerekliyse, iyi bilinmeli ki yersiz müdahane ve yağcılık, izzeti sarsan tabasbus ve dalkavukluk, hakkı söylemede taviz vermek de o kadar tehlikelidir ve kaçınılması gerekir.

Malum İslam küfür savaşı, hemen hemen tarihin her döneminde ortaya çıkmış ve günümüze kadar da sürmüştür. Hak ve bâtılın anlaşılması ve bu uğurda verilmiş olan tarihî mücadelenin tespiti için, ilk peygamberden son peygambere kadar elçilerin ve onların izini takip edenlerin mücadelelerine bakmak gerekir. Bu mücadelede İslam’ın küfre galebesi için her koldan çalışmak gerekir. Eğitim, hukuk, ekonomi, yardımlaşma gibi değişik alan ve kurumlarda olduğu gibi, bir fayda görüldüğünde siyaset sahasında da hak dava için çalışmak elbette Müslümanların yararına olacaktır. Ancak siyaset ve iktidarın maddi manevi bir kısım hastalık ve tehlikelerine karşı daima uyanık olarak tedbirler alınmalıdır. Yoksa pazara pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da vardır.

Aksini düşünmek ise Müslümanları hep yabancıların idare etmesine razı olmak demektir. Bu da olacak iş midir?


[1]

Bkz. Davut Dursun’un, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Parti Md.

[2]

Mecelle, md. 21.

[3]

Mecelle, md. 20.

[4]

Mecelle, md. 30.

[5]

Daha fazla bilgi için bkz. Cemal Nar, Laik Sistemde İslamî Siyaset Sorunu.